14 Mayıs seçimleri, toplumsal ve siyasal alanda yeni güç dengelerinin oluşturacak. Egemen sınıfın iki blokunu temsil eden Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı’nın öngördüğü programlarının ne Kürt sorunu, Alevilerin tanınma sorunları ne de yoksulluk, işsizlik gibi halkın acil sorunları çözüme kavuşturacak bir içeriği olmadığı açık. Dolayısıyla seçimlerle yeni sorunların oluşması kaçınılmaz.
Seçimlerin olası toplumsal-siyasal sonuçları ve sosyalist stratejinin ne olması gerektiği üzerine başlattığımız söyleşi dizimizin bu bölümünde Teori ve Eylem yazarı, çalışma ekonomisi doktoru Arif Koşar sorularımızı yanıtladı. Koşar, “bugünkü siyasal rejim krizinin temelinde tek adam rejimi ve onunla özdeşleşmiş ekonomi politikasının tekelci burjuvazinin çıkarları çerçevesinde dönüştürülmesi ihtiyacı yatıyor” diyor ve “Kutlanacak şey Millet İttifakı’nın gelişi değil tek adam rejiminin gidişi olmalıdır” diye ekliyor.
Türkiye’nin kimine göre “100 yılın krizi” kimine göre “neoliberalizmin krizi” ya da birikim modeli krizi veya hepsi bir arada bir kriz yaşadığı hem egemenler cephesinden hem de sol-sosyalist güçler tarafından ifade ediliyor. Buna dayanarak da 14 Mayıs seçimleri ya krizin derinleşmesi ya da çözümün kapısını açacak eşik olarak kritik hal alıyor. Siz Türkiye’nin krizini nasıl tanımlıyorsunuz?
Neoliberal yıkım, büyüme modelinin tıkanması, uluslararası konjonktürdeki değişim, hatta siyasal İslam’ın gerileyişi güncel krizin yolunu döşeyen taşlar niteliğinde. Bununla birlikte bugün yaşadığımız, iktisadi krizle birleşmesi an meselesi olan bir siyasal rejim krizi.
İktidara geldiği Kasım 2002’de AKP, 2001 krizinden çıkış programını üstlenmiş, burjuvazinin ana bölüğünün desteğini arkasına almıştı. AB’ye üyelik süreci, AKP’nin ılımlı görünümü, “demokrat” söylemleri, ucuz döviz ve borçlanmaya dayalı büyüme temposu halk yığınları içerisindeki desteğini arttırmıştı. İstikrarlı bir siyasal hegemonya kuramamış olsa da seçim meşruiyetine ve rızaya sahipti. Faşizme meyyal tek adam rejimi tüm bunları yitirdi. Halkın yarısından fazlası ile AKP-MHP rejimi arasındaki ilişki adeta koptu.
Öte yandan tek adam rejimi bugün hem siyasal hem de iktisadi açıdan Türkiye burjuvazisinin ana bölüğünün ihtiyaç ve beklentilerini karşılamıyor. TÜSİAD’ın muhalefeti bunun açık ifadesi. MÜSİAD’da temsilini bulan sermaye grupları ise -kimi farklı arayışlar olsa da- mevcut rejimle mega projeler, kapalı ihaleler, teşvikler, yolsuzluk ve vergi aflarını kapsayan bir bütünleşme içerisinde. Cumhur ve Millet İttifakı’nın sınıfsal zemini de aşağı yukarı bu bölünmenin karşılığı.
Ancak, tek adam rejimi, sadece bir sermaye fraksiyonunun siyasal ifadesinden ibaret değil. Ekonomik sıkışmışlık, dış politikadaki başarısızlık, Rojava’daki özerk yönetim, cemaat-tarikat ilişki ve çatışkıları gibi birçok iktisadi ve siyasal gelişme iç politikada daha otoriter bir yönetimi koşulladı. AKP’de vücut bulan öznellik bu nesnel zeminle birleşti. Ve bir “dava partisi” olan AKP, içine battığı yolsuzluklar, işlediği suçlar ve dinci dayatmalarıyla halkın bir kesiminde öyle bir öfkeye yol açtı ki, iktidarı bırakıp gitmesi kendisi için hayati bir risk haline geldi. AKP’li yöneticiler, üç-beş maaş alan bürokratlar, besleme yandaş gazeteciler, ihaleciler ve mafya grupları için de iktidarda olmak varoluşsal bir meseleye dönüştü.
Toparlamak gerekirse; AKP’ye karşı birikmiş ve depremle katlanan halk öfkesinin yanı sıra, bugünkü siyasal rejim krizinin temelinde tek adam rejimi ve onunla özdeşleşmiş ekonomi politikasının tekelci burjuvazinin çıkarları çerçevesinde dönüştürülmesi ihtiyacı yatıyor. Bu, elbette, bir burjuva restorasyon projesi.
Türkiye’nin yaşadığı krizden çıkması için egemen güçler arasında farklı değişim programları (“restorasyon”) tartışması sürüyor. Bu burjuva değişimin sağcı bir temelde gerçekleşemeyeceği, sola açık olması gerektiği görüşü ya da beklentisi var. Sizce Mİ’nın öngördüğü burjuva değişim programının ekonomik ve siyasi programı “sola açık” bir demokrasi öngörüyor mü?
Burjuva restorasyonun özeti yargının yürütmeden -bir ölçüde- ayrılması, Meclisin daha işlevli kılınması, yürütmenin sınırlanması, denge-denetleme mekanizmalarının kurulmasıdır. Elbette, siyasal rejim sadece temsili yönetim kurumlarından ibaret değil. Tek adam rejimi uygulamalarının hangi ölçüde tasfiye edileceği ise tartışmalı. Her şeye rağmen bazı hak ve özgürlüklerin daha rahat kullanılması mümkün olacaktır. Kimi otoriter ve faşizan düzenlemelerin, en azından geçici olarak rafa kaldırılması kaçınılmaz. Örneğin İstanbul Sözleşmesi imzalanacak, eylem ve protestolara -hiç yoksa ilk zamanlarda- polis saldırısı azalacaktır.
Bunu, siyasal açıdan “sola açık” bir dönüşüm olarak görmek mümkün mü? Elbette, tek adam rejiminin durdurulması bile “sol” bir hamle olarak yorumlanabilir. Ancak bu fazlaca iyimser bir görüş. Çünkü, halk yığınlarının kimi taleplerini içermek zorunda olsa da bugünkü haliyle söz konusu olan bir burjuva restorasyondur ve onun ihtiyaçlarıyla sınırlıdır. Zaten Millet İttifakı’nın mutabakat metni ve bileşimi geleneksel sağcı çizginin ötesine geçmiyor: Sermaye yandaşlığı, kurumsal milliyetçilik, devletin kutsanması, mülteci düşmanlığı, LGBTİ+ nefreti vb. Halk güçlerinin mücadelesiyle bazı esnemeler söz konusu olabilir, ancak bunlar adı üstünde esnemedir. Bu açıdan Millet İttifakı’nın öncülük ettiği bir restorasyondan “sol” tandanslı bir beklenti abartılı, ona hak etmediği ve kapasitesini aşan bir paye biçilmesi olurdu.
Peki ya restorasyonun ekonomik programı?
Altılı masanın enflasyon karşısında ileri sürdüğü ilk önlem faizin arttırılması ve ekonominin soğutulması, böylece mal ve hizmetlere yönelik talebin ve enflasyonun düşürülmesidir. Orta vadede ise Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, yabancı sermayenin teşvik edilmesi, mali disiplin gibi klasik neoliberal önlemlerin ötesine geçilmiyor. DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın da sıkça vurguladığı gibi, AKP’nin ilk iki, hatta ilk üç dönemki ekonomi politikasının bir benzeridir.
Böyle bir ekonomik “normalleşme” son üç senede aşırı bozulan bölüşümün bir ölçüde düzelmesini sağlayabilir. Ancak, altılı masanın “her şey çok güzel olacak” formülüyle ileri sürdüğü çerçeve bol keseden dağıtılan seçim vaatlerinden fazlası değildir. Örneğin “yoksulluğu bitireceğiz” iddiası. Kapitalizm koşullarında mümkün değil. Aksine ileri sürdükleri kısa vadeli önlemlerin ilk sonucu işsizliğin artışı, dolayısıyla yoksullaşmanın anti-enflasyonist bir formda yükselişi olacaktır.
Kimi vaatler ise yarı-gerçekleştirilebilir durumdadır ki o bile, masanın bileşimi göz önünde bulundurulduğunda pek mümkün değildir. Mesela 5’li çeteden hesap sorulması ve 418 milyar doların geri alınması. 5’li çetenin hedefe koyulması önemli ama biraz da yanıltıcı. Genel olarak emekçileri merkezine alan planlı ve halkçı bir ekonomi stratejisi ile birleşmediği sürece halka faydası oldukça sınırlı olacaktır. AKP, Gülen cemaatine yakın yüzlerce şirketi kamulaştırdı. Halka bir hayrı olmadı. İhaleleri beşli çete değil de altıncı bir şirketin, düzgün bir ihaleyle alması yaşadığımız olağanüstü dönemin ardından rahatlatıcı olabilir ama ihaleyi alacak olan yine ülkenin en büyük şirketleri ya da uluslararası tekellerdir. Bu da emekçiler açısından “rasyonel” ve daha orantılı bir soygunun ötesine geçmeyecektir.
Kimi gerçekleşebilir vaatler de elbette vardır. Örneğin, bunca laftan sonra, depremzedelerden yeni konutlar için herhangi bir bedel alınmayabilir, ki bu mutlaka böyle olmalıdır. Ve bazı sosyal yardım paketleri gelecektir, gelmelidir.
Ancak, yanılgının temeli şu: Türkiye’de çeşitli sorunların çözümünün önündeki tek engel Erdoğan ve tek adam rejimi değildir. Türkiye’nin yapısal sorunları/sınırları vardır. Kurtulmamız gereken en acil bela Erdoğan rejimi olabilir, ancak bu, Millet İttifakı ya da CHP’nin her şeyi kolayca düzeltebileceği anlamına gelmez.
Nedir bu sınırlar?
Örneğin Türkiye, döviz biçiminde yabancı sermaye girişine bağımlı. Demirel, 1987 yılında “Türkiye 70 cente muhtaçtır” demişti. Hâlâ bu durumdan kurtulabilmiş değiliz. Kurtulmak gibi bir niyet de yok. Kılıçdaroğlu kapı kapı gezip yabancı sermayeye boşuna dil dökmedi.
İkincisi, köklü bir değişim perspektifi olmadığı sürece, hangi iktidar gelirse gelsin sermaye birikimine, onun ihtiyaçlarına bağımlı olacaktır. Emekçilerin ihtiyaç ve taleplerini dikkate almak, adını koyalım, sermaye için yüktür. Mesela kurumlar vergisinin artırılması, asgari ücretin güçlü bir biçimde yükseltilmesi sermaye birikimini, ihracat kapasitesini ve dolayısıyla istihdamı sıkıntıya sokabilir. Belli bir sınırı aştığında ekonomiyi krize sürükleyebilir. Kapitalizmin yasaları vardır ve bu yasalar, elbette kimi esnemeler söz konusu olsa da burjuva hükümetleri kurallara uymaya zorlar. Uymayanlar, krizleri tetiklemek suretiyle gider. Bakınız, en “iyi” niyetlisi Syriza idi, sonuç ortada. Zaten, Millet İttifakı’nın ekonomik programı da bu kuralların uygulanmasından ötesini vaat etmiyor.
Dünyada neoliberal politikalardan dönüş, Keynesyen revizyon, kamu yatırımlarının arttırılması gibi kimi tartışmalar var. CHP’nin bazı çıkışları da bununla bağlantılı yorumlanıyor, hatta abartılı “sola yakınlaşma”, “sosyal devlete dönüş” biçiminde niyet okumaları yapılıyor. Tarihin çok özgün koşullarının ürünü olarak ortaya çıkmış “sosyal devlet”, bugün, bir egemen sınıf yönelimi olarak mümkün değil. Kimi ülkelerdeki kamu yatırım programları, Çin’deki yarı-devlet kapitalizmi neoliberal ilkelerle uyumlu olmayabilir, ama neoliberal politikaların sonucunda ortaya çıkan dünya ile uyumsuz değil. Sorunun özü bu. Ne yapılıyorsa bu “neoliberal sonuç” biçimindeki dünya ile uyumu bozmadan yapılmakta. Macun tüpten bir kere çıktı; sermaye eğitim, sağlık, kültür, konut, emeklilik vb. tüm alanlara nüfuz etti, buralarda dünyanın en büyük tekelleri ortaya çıktı. Şimdi bu kârlardan vazgeçip kâr oranlarını düşürüp, bu alanları kamulaştırıp “sosyal devlete” dönmek yani bir anlamda macunu tüpe sokmak, en azından, oldukça zor.
Bu nedenle, burjuva restorasyonla olabilecek şey, emekçiler ve sermaye arasındaki bölüşümde köklü bir düzelme değil, mesela son 3 senedeki yıkımın toparlanıp 2019 düzeyine dönülmesi, “normalleşme”, normal bir sömürü temposunun organize edilmesidir.
Bunun ötesi mümkün mü? Elbette… Ama bu altılı masanın işi olmadığı gibi Türkiye kapitalizminin yapısal sınırları nedeniyle kolay değil. Daha ötesi, kapitalizmin de ötesine geçilmesini, en azından bunu talep eden bir mücadele hattının güçlenmesini ve siyasete güçlü müdahalesini gerektirir. Bugün, bunun önemli işaretlerini görmekteyiz ancak henüz yeterli olmadığı konusunda da, sanırım, hemfikiriz.
Kapitalizmin küresel durgunluğu ve Türkiye’nin küresel emek işbölümündeki rolü ışığında, ABD/AB ile Rusya/Çin arasındaki rekabet ile Türkiye’nin “restorasyon” olasılığı arasındaki ilişki ve çelişkileri nasıl yorumluyorsunuz?
ABD’nin dış politikasındaki güncel eksen “demokrat rejimler” ve “otoriter rejimler” arasındaki mücadele. Otoriter rejimlerden kasıt Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore gibi ülkeler. Tabi, ABD’nin müttefiki olan Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi şeriatçı krallıklar bu kategoriye girmiyor. Çünkü, günümüz dünyasında “düşman devletler”, dünyanın zayıflayan ama yine de en büyük gücü olan ABD emperyalizmi ve ittifaklarının çıkarları temelinde belirlenmektedir. Türkiye’deki burjuva muhalefetin restorasyon projesi de açıkça ifade edildiği üzere Batı emperyalizmi ve NATO ile uyumu esas alıyor. AKP döneminde çıkan pürüzlerin giderilmesini içeriyor. Öte yandan Erdoğan rejiminin dünyadaki az sayıdaki destekçilerinden biri olan Rusya, doğalgaz ödemelerinin ertelenmesi, swap anlaşmaları gibi desteklerle AKP-MHP ittifakının iktidarda kalmasını için elinden geleni yapacak gibi gözüküyor. Bugün, Türkiye’de, burjuva siyaset sahası, aynı zamanda emperyalist çekişme alanlarından biri olarak öne çıkmıştır.
Öyle ya da böyle burjuva değişim süreci ister siyasi ve ideolojik hegemonyanın tesisi olarak ister zor yoluyla birikim modelinin hayata geçirilmesi olarak gerçekleşsin, orta ve uzun vadede sol-sosyalist hareket açısından nasıl bir durum yaratır? Ve sol-sosyalist hareket bu durumda nasıl bir hazırlık yapmalı?
Bugün, en önemli ihtiyaç faşizme meyyal tek adam rejiminden kurtulmak. Görünen o ki, eğer olağanüstü gelişmeler olmazsa, yerine geçecek olan bir burjuva restorasyon hükümeti. Kutlanacak şey Millet İttifakı’nın gelişi değil tek adam rejiminin gidişi olmalıdır. Öte yandan, bu dönüşüm sürecinin kendisi ve sonucu, işçi ve halk hareketi açısından yeni bir mücadele döneminin de başlangıcı olabilir.
Türkiye’nin özgünlüğü neoliberal dönüşümün sosyo-ekonomik dönüşümle çakışmasıdır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında köyde yaşayanlar toplam nüfusun %35’iydi, bugün resmi olarak %6,8’i (gerçekte %15’e yakın). Tarım istihdamı toplam istihdamın %35’iydi, bugün %15,7’si. İstihdamın %45’i küçük mülk sahibi ve kendi hesabına çalışandı, bugün bu nüfusun büyük kısmı mülksüzleşti ve %25’e kadar düştü. Dolayısıyla, günümüz Türkiye’sinde, nüfusun çok daha büyük bir bölümü kentlerde, yani metalaşmış mekanlarda yaşıyor ve ücret gelirine bağımlı. İstihdamın %70’ine yakını işçi. Geçmişe kıyasla çok daha ağır koşullarda çalışıyor. Daha eğitimli, buna rağmen daha düşük ücretli ve güvencesiz. En büyük zaafı örgütsüzlük. AKP’nin ilk yıllarında, düşük faizli borçlanma ile tolere edebildiği bu yeni toplum ve kentli işçi sınıfı gerçekliği bugün kendini çok daha güçlü bir biçimde dayatıyor. Bunu insanca yaşayacak ücret talebinde, iş yoğunluğu ve baskısına karşı içten içe biriken gerilimde, yeni örgütlenme girişimlerinde, güvencesizliğe ve geleceksizliğe yükselen öfkede, eşitsizliğe karşı ortaokul öğrencilerine kadar uzanan haykırışlarda görebiliriz. Bu gerçeklikte, burjuvazinin az çok istikrarlı bir siyasal hegemonya inşa edebilmesi oldukça zor. Çünkü, bu hegemonyayı istikrarlı kılacak ekonomik olanaklar Türkiye’de pek de mevcut değil.
Sadece ekonomik açıdan değil hak ve özgürlük talebi de gelecek yılların siyasetinde karşılık bulacaktır. Bu eğilimlerin sosyal liberalizmle massedilmesi, neo-faşizmle yakınlaşması ya da devrimci bir strateji ile buluşması ise sosyalistler açısından siyasal mücadelenin konusudur. Yeni dönemin büyük fırsatı bu yeni toplumsal zeminde yatıyor. Gelecek mücadele döngüsünün sınıfsal rengi çok daha güçlü olacaktır.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER