DEM Parti İstanbul Büyükşehir Belediye Eşbaşkan Adayı Murat Çepni ile yerel seçimlere 10 günde az bir süre kala çalışmalarını, hedeflerini, 14-28 Mayıs genel seçimlerinden bugüne değişen seçim stratejilerini, “kazandıran veya kaybettiren olmama” iddialarını, başarı ve başarısızlık ölçütlerini konuştuk.
Öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için tekrar teşekkür ederiz Sayın Çepni. Kritik yerel yönetim seçimleri sürecinden geçiyoruz. Seçimlere 10 günlük bir süre kaldı. Yüksek tempolu bir çalışma oluyor. Geçtiğimiz Cumartesi Yenikapı’da görkemli bir Newroz gerçekleşti. İlk olarak Newroz’a dair görüşlerinizi sormak isteriz. Newrozu’u nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul 2 hafta kala sizce mesajını verdi mi?
Öncelikle Politika Haber’e sesimizi çalışmalarımızı halkımıza ulaştırmak açısından aracı oldukları için teşekkür ediyorum. Newroz bizim çalışmalarımızın en kritik anı oldu. Yürüttüğümüz çalışmaların, söylemeye çalıştığımız sözlerin, yükseltmeye çalıştığımız sloganların halkımızla buluştuğu bir kesişme noktası oldu Newroz meydanı. Newroz meydanının birkaç mesaj verdiğini söyleyebiliriz. Birisi DEM Parti’ye dönüktü elbette. İkincisi devlet siyasetine dönüktü. Bir diğeri de yine tüm emek ve demokrasi güçlerine bir mesaj verdiğini düşünüyoruz.
DEM Parti açısından şöyle bir mesaj alınmış oldu. Bu coğrafyada siyasetin halkın temel talepleri, temel istemleri ve çözüm önerileri ile bağlı kurulması gerektiği ve bunun başarılabildiği takdirde halkın örgütü etrafında çok güçlü bir biçimde kenetlendiği bir kez daha açığa çıkmış oldu. DEM Parti buradan kimi zayıflıklar, kimi eksiklikler ya da kimi tartışmalardan sıyrılarak halkıyla bütünleşmenin nasıl bir güç açığa çıkartabildiğini görmüş oldu.
Egemen devlet siyaseti açısından ya da kendisini bir bütün ezilen halkların, işçilerin, emekçilerin, devrimcilerin, sosyalistlerin, Kürt yurtseverlerinin tasfiyesi üzerine kurmuş, devlet siyasetine de şu mesajı vermiş oldu: “Biz bütün saldırılara rağmen bütün engellemelere rağmen buradayız. Halk yan yana omuz omuza partisinin etrafında kenetlenmiş durumda ve coşkumuz iddialarımız, kararlılığımız eksilmemiş halde dimdik ayaktayız” demiş oldu. Bu önemli bir mesajdı.
Bir diğer mesaj emek ve demokrasi güçlerine dönük oldu. Newroz meydanı devrimci, sosyalist güçlere seçim meselesinin ötesinde hayati olanın bir halk örgütlenmesi meselesi olduğunu vurguladı. Seçimler mücadelenin bir anıdır. Sadece seçimlerden baktığınızda dahi sandıktan çıkanları korumak için dahi güçlü bir halk örgütlenmesine ihtiyaç vardır. Kaldı ki mücadele seçim anında ibaret değil, öncesinden ve sonrasından ibarettir. Yani Kürt halkının ulusal özürlük taleplerini görmeden, Newroz meydanlarını görmeden bir adım atılamaz. Sınıf mücadelesinin gelişmesinin yolu da buradan geçiyor. O meydan emekçi halkların yoksul gençleri ile doluydu. Esasen DEM Parti etrafında kenetlenmek dediğimizden bunun anlaşılması gerekir. Bunu kendisine solcuyum, sosyalistin diyen herkesin de o meydana bakarak bir kez daha görmüş olması gerekir diye düşünüyorum.
14 Mayıs’ta yapılan genel seçimler ittifak dinamiğinin önde olduğu bir seçimdi. O süreçte Cumhur ve Millet ittifaklarına karşı 3. Yol olarak Emek ve Özgürlük İttifakıyla ilerlediniz. Fakat AKP-MHP faşist iktidarını geriletme stratejisi gereği kendiniz adayınızı çıkartmadınız. 14-28 Mayıs’tan bugüne ne değişti? Neden bir strateji değişikliğine giderek aday çıkarttınız?
DEM Parti biliyorsunuz ki ağırlığını Kürt demokratik hareketinin oluşturduğu sosyalist partiler, bireyler, kadın hareketi, inanç hareketi ve başkaca birçok toplumsal kesimin içerisinde yer aldığı çok bileşenli bir parti. Çok bileşenli parti olmanın şöyle bir özgün yanı var: herkes kendi itirazlarıyla ortak payda, özgürlük ve demokrasi temelinde yan yana omuz omuza burada yol yürüyor. Bu yönüyle belirlediğimiz herhangi bir politika yoğun tartışmalarla çıkıyor.
Bu tartışmaların belki en şiddetli geliştiği gündemler seçimlerdeki taktik ve stratejiler başlığında yaşanıyor. Belli taktik ve stratejileri doğru bulmayanlar olduğu gibi çok doğru bulanlar da oluyor. Partimiz bu demokratik tartışma ve karar alma süreçleri sonucunda 2019 yerel seçimleri döneminde “kazanma ve kaybettirme” diyerek tarif edilen taktiği benimsemiş oldu. Yani Türkiye’de kaybettirme, Kürt illerinde de kazanma taktiği diye bunu somutlaştırdı. Kendi belediyelerimizi kayyumlardan geri almalıyız, en güçlü biçimde Kürt halkının iradesi bu seçimlere yansımalıdır dedi. Ve her türlü baskıya zora karşı çok güçlü bir irade ortaya koyarak kayyımları bölgeden defetti.
Batıda ise AKP-MHP faşizminin ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöktüğü, toplumda da çok geniş bir kesimin AKP’den ve Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak konusunda bir iradesinin oluştuğu tespitiyle emek, demokrasi güçlerinin birliğini öngören bir siyasi hat üzerinden batıda kaybettirme politikası uyguladı. Başta 11 Büyükşehir Belediyesi bu strateji kapsamında HDP’nin desteğiyle kazanılmış oldu.
Biz orada o dönem: “DEM Parti’nin bir derdi var. DEM Parti yalnızca kendisi için değil, tüm toplum için siyaset yapan bir partidir. Dolayısıyla burada bu zulüm, savaş, rant, talan, sömürü siyasetinin gerilemesi, demokrasi mücadelesinin gelişmesine katkı sağlayacaktır.” demiş olduk. Ve bunun da gereğini yaptık. 2023 genel seçimlerinde de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de bunun gereğini yaptık. Büyük riskler alarak büyük fedakarlıklar yaparak bunu yaptık.
Şimdi ne değişti Sayın Çepni?
Şu değişti. Evet, biz bu kaygılarla bu perspektifle bir tutum almış olduk. Fakat sonuçta görüldü ki demokrasinin gelişmesi halka dayanmak zorunda. Halkın örgütlü gücüne dayanmak zorunda. Halkın örgütlü gücünü, siyasi ve örgütsel bakış açısını, istikametini zayıflatan, saptıran herhangi bir taktik ne kadar kapsamlı analizlere dayanarak yapılsa, ne kadar derinlikte ifade edilse de sonuç elde edemiyor.
Kaldı ki o dönem yaratılan atmosfer AKP’den yana olanlar ve AKP’den yana olmayanlar şeklinde sınırlara sıkıştırıldı. Oysa sınıf mücadelesinin denklemi bu değildir. Sınıf mücadelesi egemenler ve ezilenler, emek ve sermaye, halklar ve tekçi anlayış arasındaki çelişkileri merkeze alan mücadelenin ta kendisidir. Dolayısıyla esas ayrışma noktası burasıdır.
Bunun yanında bizim bu fikirlerimizi çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyan bazı gelişmeler yaşandı. Düşünün ki son dakikada kimsenin haberi olmayan mutabakatlar ortaya çıktı. Kürt halkının, sol ve sosyalistlerin, göçmenlerin düşmanlığı üzerinden varolmuş bir partiye içişleri bakanlığı verildi. Öte yandan bir baktık ki Millet İttifakı 39 tane AKP’li siyasi islamcıyı parlamentoya taşmış.
Dolayısıyla siyasi olarak kazanmanın tek yolunun demokratik halk örgütlenmesinin geçtiği görüldü. Sonuç olarak seçimlerde ne demokrasinin geliştiği, ne halk örgütlenmelerinin gelişebildiğini, ne faşizmin herhangi bir düzeyde esnediğini, ne de savaş ve işgal politikalarının gerilediğini gördük. Tam tersine bunlarda tırmanma yaşandı.
Öbür taraftan da ağır bir hayal kırıklığı açığa çıktı. Demokrasi ve özgürlük talepleri bir burjuva bloğa karşı başka bir burjuva bloğa bağlanınca ortaya telafisi çok zor olan bir moral bozukluğu, bir karamsarlık, bir hayal kırıklığı çıktı. Şimdi siz örgütsel olarak kaybedebilirsiniz. Büyük yenilgiler alabilirsiniz. Fakat yine ayağa kalkabilirsiniz. Umudunuz kırıldığında ise motivasyonunuz zayıfladığında, kazanabileceğinize inancınız ortadan kalktığında yeniden ayağa kalkmak zorlaşır. O yüzden değişenler içerisinde bunun özel olarak altını çizmek istiyorum
Dolayısıyla bu koşullarda görüldü ki bize dayatılan bir siyaset yapma biçimi var. Bu da iki burjuva blok, iki burjuva parti arasında birinden birini seçmek zorunluluğu. Yani şantaj ve korkunun karşısında kötünün iyisini seçmek diye bir siyaset tarzı bize dayatıldı. Bu dünyada da geçerli zaten.
Şimdi bugün açısından geldiğimizde değişen durum budur. Bütün bunların toplamına baktığımızda şu sonuca varmış oluyoruz: Elbette ittifaklar yapılabilir, yapılmalıdır ama sizi örgütsel ve siyasi olarak geliştiren ittifaklar olmalıdır bunlar. Halkımızın örgütlenmesini, işçi sınıfının örgütlenmesini, Alevi halkımızın, tüm yok sayılanların örgütlenmesini, siyasi ve örgütsel olarak sağlayan ittifaklar doğru olandır. O yüzden bugün DEM Parti olarak. Her yerde aday çıkartma kararı almış olduk.
Sayın Çepni iki burjuva blok dediniz bunların karşısında üçüncü yol perspektifi koydunuz. Mayıs 2023 seçimlerine giderken üçüncü yolun ittifak stratejisinin somutlaştığı alan Emek ve Özgürlük ittifakıydı. Seçim sürecinde kimi tartışmalar yaşansa da bu ittifak stratejik olarak kabul edildi ve sürdürüldü. Peki Emek ve Özgürlük ittifakı bugün ne durumda? Neden Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenleri seçimlere ayrı ayrı girdi. Yani Emek ve Özgürlük İttifakı dağıldı mı?
Evet, temel meselemiz de bu zaten. Emek ve Özgürlük İttifakı kurulurken yapılan açıklamalara, deklarasyonlara baktığınızda temel derdinin seçimler değil, demokrasiyi, özgürlüğü kazanmak ve halk örgütlülüğünü geliştirmek olduğu ifade edildi. Maalesef böyle olmadı. Birçoğunun temel derdinin seçimlerden öteye geçemediği, seçimlerde kazanılacak vekillik, belediye başkanlığı tartışmasının ilişkileri kilitlediği bir süreç yaşandı. Bu çok acı bir durum. Ve daha acısı da şudur: demokrasi, özgürlük, devrim ve sosyalizm adına burjuva bloklara yedeklenme taktiğinin hâkim olmasıdır.
Yoksul kitlelerin sistemi sorguladığı, faşizme karşı mücadelenin inişli çıkışlı da olsa istikrarlı biçimde geliştiği, kitlelerin düzenden kopma eğiliminin güçlendiği bu koşullarda maalesef bazı sol ve sosyalist kuvvetler kendilerini bu iddiayla donatmak, iktidar perspektifini büyütmek yerine maalesef kitlelerin bu beklenti ve isteklerini CHP eliyle yeniden düzene yedeklediler.
Bu yüzden aslında Emek ve Özgürlük İttifakı kurulmadan başarısız olmuş oldu diyebiliriz. Geçtiğimiz 2023 seçimlerinin dahi değerlendirmesi, eleştiri ve özeleştiri süreçleri yapılabilmiş değil. Bugün de görüldüğü üzere Emek ve Özgürlük İttifakı birleşenleri çok sayıda farklı tutum alıyorlar. Öylesi bir hale gelmiş durumdaki ittifak bileşenleri aynı alanlarda farklı adaylar ortaya koyuyor, bir ortaklaşmaya gidilemiyor. Yani şöyle söyleyeyim ettiğimiz laflar kurduğumuz cümlelerin karşısında sonuç olarak halkımız açısından ibretle izlenir bir durum ortaya çıktı. Sonuç olarak şu anda görüldüğü üzere Emek ve Özgülük İttifakı yok. Yani resmi olarak tartışılmış bağlamış değil ama fiilen ortada Emek ve Özgürlük İttifakı diye bir şey yok.
Yerel seçimlere 10 günümüz kaldı. Genel olarak DEM Partinin yaklaşımlarını bu şekilde özetlediniz. Bir de kent uzlaşısı söylemi var. İstanbul’da 22 ilçede DEM Parti aday çıkartmadı. Bu ilçeler içerisinde Esenyurt’ta kent uzlaşısı sağlandığı açıklandı. Geri kalan 21 ilçeyi nasıl tanımlıyorsunuz? Kent uzlaşısı oluşmadıysa neden aday çıkartılmadı o ilçelerde?
Süreci şimdi biraz geriden almak gerekiyor. Daha önceki seçimlerde Demokrasi İttifakı söylemi vardı. Demokrasi ittifakı derken de faşizme karşı, AKP-MHP saray bloğuna karşı tüm demokrasi güçlerinin bir araya gelmesini hedefledik. Bunların seçim öncesinde de siyasi mücadelede alanlarda meydanlarla, sokaklarda, üretim alanlarında yan yana gelmesini esas almakla beraber seçim anında da bunun yansımasının olması gerektiğini söyledik. Bu taktik de seçimlerde listelere yansıdı.
Demokrasi ittifakını tabii partilerle sınırlı bir ittifak olarak tanımlamadık aslında. Ama maalesef Türkiye’de çok sık seçim olduğu için seçimlerde belirleyici oluyor. Dolayısıyla ilk akla gelen seçimlerde yapılanlar ya da yapılmayanlar kalıyor. Aslında bizim demokrasi ittifakından kastettiğimiz bu değildi. DEM Partide zaten kendisini bir partiler ittifakı olarak görmüyor. Bir halk ittifakı olarak görüyor. Şimdi buradan bugüne geldiğimizde bunun belli noktalarda değişme uğramış hali kent uzlaşısı oldu. Kent uzlaşısı bunun yerel yönetimlere uyarlanmış hali oldu.
İstanbul için biz kent uzlaşısını yerellerdeki emek ve demokrasi güçlerinin kendi planlaması olarak görüyoruz. Yerel inisiyatifin tecelli etmesi olarak görüyoruz. İstanbul’da 17 ilçede bu kent uzlaşısı tartışmalarından çıkan sonuç, DEM Parti’nin kendi eşbaşkan adayları ile seçimlere girmesidir. İstisna tek örnek Esenyurt’tur, Orada da bir kent uzlaşısı oluştu ve yerelimizin yürüttüğü tartışmalar sonucunda orada bir ortak adayda uzlaşıldı. Bunun dışında İstanbul’da hiçbir yerde kent uzlaşısı yoktur.
Aday çıkartmadığımız yerlerde bir kent uzlaşısı varmış gibi düşünülüyor, böyle değil. Aday çıkartmadığımız yerlerde kendi güçlerimizi konsolide ederek, yerel örgütlerimizin özgün durumları ve tartışmaları gözetilerek belediye meclis üyelikleri ile seçimlere girdik. Ama onun dışında belediye eşbaşkan adaylarımız yok.
Orada bizim halkımız kime oy verecekler diye soruluyor. Orada bizim belediye meclis üyeliklerimiz varsa onlara verecekler onun dışında neyi tercih ediyorlarsa halkımızın takdiridir. Demokrasi güçlerinin ortaklaştığı adaylar kimse orda ortaklaşıyorlarsa oraya oy verebilirler, bunu söylüyoruz.
Yerel yönetim seçimlerinin kendine has dinamikleri olduğu söylenir. Yerele özgü denklemler, adayların projeleri ve mikro dokunuşlarının kentlerde belirleyici olduğu kabul edilir. Son dönemde yerel seçimlerde de makro siyasetin söylemleriyle ilerlendiğine tanık oluyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de yerel yönetimlerin inisiyatif alanı, siyasi yetkiler ve ekonomik kaynak kullanımı gibi konularda dünya ortalamasının çok gerisinde. Türkiye’de bütçenin çok sınırlı bir kısmı yerel yönetimlere aittir. Osmanlıdan bugüne merkezi devlet anlayışı yerelleri inisiyatifsiz kılmak anlayışına göre şekillenmiştir. Bir kere sorun buradan başlıyor. Yani Türkiye Ankara’dan yönetiliyor. Bu yönüyle Türkiye’nin yapısal sorunları var.
Kürt halkının yaşadığı sorunlar çok kadim çok yapısal ve başat. Ama sadece Kürtler için söylemiyorum. Onun yanında Alevilerin sorunları var. Örneğin bölgeler arasındaki uçurumlar var. İşçi sınıfı hareketinin yaşadığı çok özgün sorunlar var. Hâlâ bu coğrafyada işçiler kendi istedikleri sendikaya üye olamaz durumdalar. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu itibariyle gelen temel sorunlar var. Öyle olunca yerel yönetimler de bu genel sorunlardan kaçarak yapılamıyor. İktidar bloğunun yürüttüğü seçim çalışmalarına bakın. Son derece genel sorunlardır ve hatta hepsi esasen DEM Parti etrafında döner. Birbirlerine yaptıkları salvolar DEM Parti etrafında yürütülen tartışmalardır.
Bir de ortada şöyle bir boyut var ki İstanbul’da deprem, trafik, betonlaşma sorunlarını genel siyaset dışında tartışamazsınız. Örneğin Karadeniz’de tarımın yok edilmesi, çevre katliamları, hayvancılığın bitirilmesi oradaki insanların İstanbul’a göç etmesini tetikliyor. Dolayısıyla örneğin işte su ve hava kirliliği meselesini bütün bunları tartışırken genel olarak Türkiye siyasetine bakmak durumundasınız. O yüzden ister istemez biz de merkezi siyaset yapıyoruz kuşkusuz.
Buna rağmen biz 1 Mart’ta bir deklarasyona açıkladık. İstanbul için ne düşündüğümüzü orada ifade ettik. Çok fazla tartışılmıyor oysa orada meseleyi yalnızca merkezi siyasete indirgemeden İstanbul’a özel tespitlerimizi ve çözüm önerilerimizi koyduk. Bunu tüm halkımızın takip etmesini isteriz. Çünkü orada gerçekten spesifik sorun ve önerilerimiz mevcut. Yani bu yönüyle ortaya koyduğumuz sınırlı bir ajitasyon propaganda faaliyetinin ötesine geçerek kurucu bir karakter açığa çıkartmak oldu. Biz kurucu bir hareketiz ve İstanbul’u yönetebiliriz. Buna bilgimiz de var. Yeteneğimiz de var, deneyimimiz de var. Bunu da aynı zamanda söylemiş olduk.
DEM Parti medyada büyük bir sansürle karşılaşırken İstanbul’da aday çıkartma kararını açıkladığı andan itibaren bu kararı ana akım ve muhalif medyada en çok ele alınan tartışma başlıklardan birisi konumuna yükseldi. Bu şüphesiz ki partinizin siyasette anahtar konumunu sürdürdüğünü gösteriyor. Bu yönüyle “Kaybettiren ya da kazandıran konumunda olmamak” tartışmasına dair sormak istiyorum. Kaybettiren ya da kazandıran olmamak açısından ne yapıyorsunuz?
İki bloğa mahkûm değiliz. Kendi yolumuzu inşa edebiliriz. Buna ihtiyaç var. Bize ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışan bir siyaset var. Bunun karşısında dikilmek istiyoruz. Bu siyaset anlayışına karşı çıkıyoruz.
Bizim kendi adaylarımızı çıkartmamız siyasette en doğal olandır. Eğer çıkartmazsak kendi varlık sebeplerimize aykırı davranmış oluruz. Dolayısıyla biz bunu yaparken şu veya bu partiye tepkiden öfkeden, kızgınlıktan kaynaklı yapmadık. Kamuoyunda biraz böyle tartışılıyor oluşu yanlıştır. Biz demokrasi ve özürlük mücadelesini geliştirmek için bunu yaptık. Dolayısıyla bizim seçim politikamız, alacağımız oy kazanacağımız mevziler, birine kaybettirir, birine kazandırır tartışmasının dışındadır.
Örneğin kazanamayacağımız yerlerde hangi amaçla aday çıkartıyorsunuz derseniz, “halkımızın örgütlü gücünü açığa çıkartmak için aday çıkartıyoruz” deriz. Kürt halkı, işçi sınıfı, emekçiler, demokrasi güçleri kendi örgütsel güçlerini açığa çıkartamazlarsa sadece ve sadece sürüklenirler, nesneleşirler. Biz kendi örgütlü gücümüzü açığa çıkartabilirsek özneleşiriz. İstanbul için de bunu söylüyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kazanamayabiliriz ama en yüksek başarıyı elde edebilirsek Kürt halkı açısından, Aleviler açısından, işçiler, emekçiler açısından seslerini duyuramayan ezilenlerin yerel yönetimlerde sesi oluruz. Bu en büyük başarılardan bir tanesi olacak. Biz beraber yöneteceğiz derken de bunu kastediyoruz. Şimdi ne kazanacaksınız sorusuna yanıtımız budur. Biz kendi gücümüzü kendi irademizi açığa çıkartacağız, bundan daha büyük başarı olmaz.
İmamoğlu’nun 2019’da İBB’yi kazanmasıyla birlikte en temel ajitasyonu “adama, kişiye, kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet işi bittiği” söylemiydi. Bugün İBB’nin kaynaklarının AKP-MHP faşist ittifakının hizmetine geçmesi, iktidarın kendi güçlerini tahkim etmesi ve bilumum kamu yararının gözlendiği alanların iktidarın, cemaatlerin kullanımına geçmesi durumunda size yönelebilecek eleştirilere dair ne tür bir açıklama yapacaksınız?
Biz İstanbul’u bir şirket gibi yönetenlere karşıyız. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi bir şirket değil, tıpkı devletin olmadığı gibi ama devlet de şirket gibi yönetiliyor. İki sermayeye bloğunun da temel yaklaşımı budur. Bir kere burada netleşmemiz lazım.
İkinci olarak Türkiye’de AKP’li yıllarda kendi anayasasını dahi tanımayan bir pervasızlık ve hırsızlık düzeni açığa çıktı. AKP’nin yarattığının karşısındaki ise bu pervasızlıktan arındırılmış anayasal çerçeveye oturtulmuş bir sermaye, rant, kar düzeni makul ve doğru belediyecilik olarak anlatılıyor. Oysa demokratik halkçı belediyecilik bu değil. Demokratik halkçı belediyecilik, halkların belediyede görünür olması, söz yetki ve karar süreçlerinde doğrudan yer alması, ranttan sermayeden inşaat şirketlerinden değil, doğa ve halktan yana planlamalar ile kolektif bir işleyiştir. Biz böyle bir belediyeciliği biz esas alıyoruz.
Öbür taraftan da örneğin AKP’nin muslukları dediğimiz işte halkın bütçesini, cemaatlere, tarikatlara, şirketlere, hortumlama pratikleri çok net söylüyorum ne İstanbul’da ne de İzmir’de kapılmış değil. İzmir ki CHP’nin kalesidir. Yine İstanbul’da kapanmadı. Yalnızca ve yalnızca AKP pervasızlığı AKP’nin o pişkinliği yağma düzeni biraz daha kitabına uygun bir biçimde yürüyor. İstanbul’daki müteahhitlerin İzmir’deki müteahhitlerin büyük bir çoğunluğu AKP’li müteahhitler. Belediyelerdeki bu rant zincirindeki müdürlüklerin başında yine bu saydığımız çevreler var. Esasen bir fark yok. Dolayısıyla CHP kaybederse şöyle olur, ya da AKP kazanırsa böyle olur denklemini dışına çıkmak istiyoruz.
Biz daha iyi yönetebiliriz. Bu korku siyasetiyle olan sadece ezilenlerin örgütsüzleşmesi, kendi iradelerinin kırılmasıdır. Demokrasi açısından gelişen bir şey yok. İşçi sınıfının hakları açısından değişen bir şey yok. Kentlerin ranta açılması, betonlaşma açısından değişen hiçbir şey yok. Katılımcı yönetimden hiçbir şey yok.
Şimdi belediye başkanları hepsi Kürtçe öğrenme yarışına girdi. Kürtleri sevme yarışına girdi. Hepsi sevgi pıtırcığı oldu. Fakat Kürtlerin sizin sevgi ifadelerinize ihtiyacı yok ki. Kürtler bulundukları kentlerde yönetimde olmak istiyorlar, kendi dillerini kullanmak istiyorlar.
Siz İstanbul’da bir tane Kürtçe tabela gördünüz mü? İstanbul’da toplu ulaşımda bir tane Kürtçe anons duydunuz mu? Hayır, göremezsiniz, duyamazsınız yok çünkü dolayısıyla Kürtler bunu istiyor, işçi sınıfı bunu istiyor. Kadınlar bunu istiyor, farkımız budur. Yani biz 31 Mart’tan bakarak tartışırsak yanlışa, hataya düşmüş oluruz. Biz ezilenler açısından demokrasi ve özgürlük mücadelesi yürütenler açısından bugünü ve sonraya bakarak ancak düşünüp adım atabiliriz.
İstanbul’da en büyük üçüncü parti konumundasınız. 2014 yerel seçimlerinde Sırrı Süreyya Önder’in adaylığında alınan 412bin oyla %4.83 düzeyinde bir oy alınmıştı. O seçimden sonra kentte yükselen bir oy potansiyeli açığa çıktı. 7 Haziran ve 2018 genel seçimlerinde bu 1 milyon oyun üzerine çıkıp %12 bantlarına oturdu.
Fakat 14 Mayıs seçimlerinde ise 820bin oy ile %8 oranlarına gerilendi. Bugün anketlerde bu oran %3-4 bandında gösteriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Böyle bir gerileme yaşanırsa bunu bir başarısızlık olarak tanımlayacak mısınız?
Tabii hedeflerimiz çok daha büyük. Ayrıca anketlerin gerçekleri yansıttığından emin değilim. Alandaki çalışmalarımıza baktığımızda bambaşka bir tabloyla karşı karşıyayız. En küçük büro açılışımız adeta bir mitinge dönüşebiliyor.
Elbette ki bu yürütülen tartışmaların halkımız üzerinde negatif etkisi olabilir. Tartışmaların yarattığı belirsizliğin bir etkisi olabilir ama herkesin şaşırabileceği sonuçlar da açığa çıkabilir. Biz anket yaptırmıyoruz. Bizzat halkımızla beraber sahayı gözlüyoruz.
Dolayısıyla bizim için “başarı ya da başarısızlık ne olur?” sorusuna yanıtımız tam olarak DEM Parti’nin anlaşılamamış olmasını bir başarısızlık olarak görürüz. Anlaşılmasından kastettiğimiz de DEM Partinin tam anlamıyla ne yapmaya çalıştığını, nasıl bir yol açmaya çalıştığını, üçüncü yolun ne demek olduğunu anlatabilmiş olmak. Esasen bunu söylemiş olayım.
Son olarak şunu ekleyeyim ki DEM Parti kaybederse, başarısız olursa herkes başarısız olur. Bunun da görülmesi lazım. Yani DEM Partinin İstanbul’da, Türkiye’de başarısız olması demek tüm emek ve demokrasi güçleri, tüm emekçi sol hareketin başarısızlığı anlamına gelir.
Politika haber olarak çok teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar dileriz.
Teşekkür ederim.
Umut Kahraman Ezber / POLİTİKA HABER