Birkaç gün sonra 1 Eylül Dünya Barış Günü. Barış mücadelesi, bütün dünyada, silah endüstrisi üzerine ekonomisini ve siyasetini inşa eden başta emperyalist ABD gibi ülkelerin, dünyayı yeniden ve yeniden paylaşmaya dönük girişimlerine karşı bir direnişi ifade ediyor. Öncesi bir tarafa, iki büyük Dünya Savaşı, soykırımlar, toplama kampları, Hiroşima ve Nagazaki’yi yaşamış dünyada bir kez daha nükleer ve biyolojik silahların kullanılmasının en üst devlet yetkilileri tarafından dile getirildiği, emperyalist müdahalelerle süren iç savaşların durmadığı, silahlanma yarışının –hele ki nükleer silahlanma- yeni bir furyanın başladığı bir dönemdeyiz.
Türkiye açısından ise, 2015 öncesinde yaşanan kısa çatışmasızlık sürecinden sonra savaşın en üst perdeden yaşandığı, devletin kendi anayasa ve yasalarına bile riayet etmediği, Suriye’deki Kürt bölgesine yönelik siyasi suikastlerin rutin faaliyet haline geldiği bir dönemdeyiz. İktidar, ABD/AB ile Rusya ve Çin arasındaki savaş ortamını bölgesel düzeyde yeni dengeler yaratmak, Kürt sorununu çözümsüzlük koridorunda tutmak yoluyla beka sorununu idare etmek istiyor.
Barışa en uzak olduğumuz böylesi bir dönemde barış isteyenler ne yapmalı? Yeni bir barışçıl dalganın gelmesini mi beklemeli? Muhalefet barış mücadelesi için ne yapmalı? Sorularımızı yanıtlayan, birçok barış girişiminde aktif olarak görev alan Gencay Gürsoy, muhalefetin seçimleri kaybetmiş olmanın ezikliğini bir an önce aşıp, iktidarın tuzağına düşmeden, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için yeniden kafa yormaya başlaması gerektiğini söyledi. İktidarın yerel seçimler öncesinde yeni bir süreç başlatabileceğine dair işaretler olduğunu söyleyen Gürsoy, muhalefetin bu tuzağa düşmemesi gerektiğini savundu.
Türkiye’nin hem içinde hem de komşu ülkelerinde çok uzun zamandır savaş, çatışma süreçleri yaşanıyor. Sınırlar dışında İran-Irak Savaşı’ndan Irak’ın işgaline ve şimdi Suriye’deki savaşa, içerde de 90lı yılların “düşük yoğunluklu savaş” konseptinden 10 Ekim Barış Mitingine saldırı ve katliamı ve HDP’nin etkisizlestirilmesi, kayyumlarla süren bugünkü süreç. Bütün bu yaşanılanlara rağmen Barış hiçbir zaman büyük bir toplumsal talep haline gelemedi. Çok önemli evrelerde Barış girişimlerinde yer alan biri olarak, Türkiye’de hem toplumsal öznelerin hem de “kamuoyu”nun barış algısı, arzusu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu benim de kafamı kurcalayan bir soru(n)dur. Yıllardan beri, mesleğimin dışında zaman buldukça aktif siyasetle ilgilendim. Ama barış benim hayatımın önemli sacayaklarından biridir. 50 yıllık mücadele deneyimimden sonra şunu müşahede ediyorum: Türkiye toplumunda barışa karşı bir duyarlılık yok. Kürt halkını ayrı tutuyorum. Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Lozan’da birçok hakkını kaybetmiş olmanın bilinci nedeniyle, bağımsızlık, özerklik ya da eşit yurttaşlık hakkı, dil özgürlüğü gibi taleplerde bulunan siyasi hareketlerle barış talebini daha içselleştirmiş olduğunu kabul etmek lazım. Ama geri kalan kesim, Türkiye’nin büyük çoğunluğu, çatışmaların uzun zamandan beri hayatının bir parçası olmasına rağmen gerçek bir savaş psikolojisini tecrübe etmedi. Kocaman cumhuriyet tarihi boyunca toplumsal bir barış talebi, barış hareketi bulamıyoruz. Ben bunu halkın “Kurtuluş Savaşı”ndan sonra gerçek bir savaş deneyimi yaşamamasına bağlıyorum.
Güneydoğu sınırlarında ve sınır ötesinde çatışmalar yıllardan beri sürüp gidiyor, durmaksızın şehit haberleri geliyor, evlerde, köylerde tarifsiz acılar yaşanıyor ama hiçbir zaman toplumsal bir barış talebi yükselmiyor. Bir yandan da devlet ve türlü sağ ve hatta sol tandanslı partiler her zaman şehitliği ve ülke uğruna ölümü kutsayan bir söylem içinde bulunmuştur. Tabii yirmi yıldır mevcut iktidarın agresifleşen militarist bir siyasetle bu kutsamaya türlü dinsel ve kültürel ögeler de eklediğini görüyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı kitaplarında daha ilkokul çocuklarına resimli hikayelerle kendini ölümüne feda etmenin meziyetlerinden bahsediliyor mesela.
Türkiye’nin yakın tarihinde birincisi Irak’ta savaşa karşı koalisyon ile Suriye’deki savaşa karşı Barış Bloku deneyimleri yaşandı. Bu deneyimler barış mücadelesi açısından nasıl bir bakiye bıraktı?
Türkiye’de daha öncesinde, 1950’lerde Adnan Cemgil, Behice Boran, Nazım Hikmet gibi isimlerin katıldığı bir Barışseverler Cemiyeti girişimi var. O da toplumsal bir hareket düzeyine gelemedi. Bir entelektüel hareket olarak kaldı. Barışseverler hareketi, Sovyetler Birliği’nin “barış içinde bir arada yaşama” ve silahsızlanma politikası doğrultusunda, antiemperyalist mücadeleler üzerinden geliştirmeye çalıştığı barış politikasından etkilenerek çıkmıştı. Sovyetler Birliği, gerçekten silah endüstrisine dayanmayan bir ekonomiye sahipti ve gerçekten devlet olarak da toplum olarak da dünya barışını istiyordu. Savaş yanlısı değildi, bundan bir çıkarı yoktu. Çünkü nihayetinde ülkesinde hiçbir yerde örneği bulunmayan kendi anlayışları çerçevesinde sosyalist bir kalkınma modeli inşa etmeye çabalıyordu.
Türkiye’nin NATO’ya üye olmak için Güney Kore’ye asker gönderdiği bir dönemde Türk Barışseverler Cemiyeti kuruldu ve neden asker göndermeye karşı olduklarını açıkladılar ve anında takibata uğradılar. Cemiyet kapatıldı, tutuklamalar oldu. Arkasından 1951 yılında TKP’ye yönelik yapılan büyük operasyonda Türk Barışseverler Cemiyeti’nin de yönetici ve üyelerinin çoğu –Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü Değmeer, Sevim Belli, Mihri Belli, Mübeccel Kıray, Arif Damar, Enver Gökçe, Ruhi Su, İlhan Başgöz, Orhan Suda, Ulvi Uraz, Yılmaz Çolpan, Şükran Kurdakul, Nejat Özon, Aclan Sayılgan ve Behice Boran gibi isimlerin içinde olduğu– toplamda 187 kişi tutuklandı.
Sonrasında 1977’de eski diplomat Mahmut Dikerdem’in başkanlığında kurulan Barış Derneği deneyimi oldu. Yine bilim insanları, yazarlar, hukukçular, aydınlar ve sanatçılardan oluşan bir grubun 1977’de İstanbul Barosu’nda yaptığı konferansla kuruldu dernek. İlk Merkez Yönetim Kurulu’na seçilen Mahmut Dikerdem, Enis Coşkun, Bedir Aydemir, Zülal Kılıç, Ali Sirmen, Bahtiyar Erkul ve Cüneyt Başbuğu’nun yanı sıra Ataol Behramoğlu, Aydın Engin, Aziz Nesin, Beria Onger, Erdal Atabek, Fakir Baykurt, Kadir İnanır, Orhan Apaydın, Orhan Taylan, Sadun Aren, Semra Özdamar, Vedat Günyol gibi isimler yer aldı. İstanbul Belediyesi başkanının eşi Reha İsvan vardı. Daha birçok kişi yer almıştı dernekte.
Dernek, nükleer silahların yasaklanmasını, Birleşmiş Milletler kararlarına ve Helsinki Nihai Senedi’ne saygı gösterilip uyulmasını, aynı zamanda Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını ve 1 Eylül Dünya Barış gününün kutlanmasını talep ediyordu. Bu içerikte bir dilekçe TBMM’ye sunuldu.
Fakat onlar da Türkiye barış talebini toplumsal bir talep haline gelmesini, en azından toplumunda kalıcı bir iz bırakacak bir düzeye gelmesini sağlayamadılar. Soruşturmalar başladı ve 12 Eylül’de de tutuklanmalar oldu. Meşhur Barış Derneği davası tertiplendi ama yaklaşık iki yıllık tutukluluktan sonra hepsi beraat etti.
Ezcümle toplumsal bir hareket haline gelemedi barış mücadelesi.
2000’lerin başından itibaren, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, taraflarca ‘düşük yoğunluklu çatışma’ veya ‘kirli savaş’ olarak adlandırılan çatışmaların durdurulması, Kürt sorunun müzakereyle barışçıl bir çözümünün imkanı doğar mı arayışı sonucunda çeşitli barış mücadeleleri deneyimleri yaşandı. Ben de hep onların içinde oldum. Bu dönemde iyi kötü amacına ulaştığını düşündüğüm hareket “Irak’ta Savaşa Hayır” girişimidir. AKP iktidarının ilk yıllarıydı ve siyasileri Kürt illeri bölgesindeki çatışmaların durmasını arzuluyordu.
Bu siyasi iklimin verdiği cesaretle Ankara’ya, Irak savaşına karşı örgütlenmiş bir ekip olarak gittik, parlamentoda gayet iyi karşılandık. Bülent Arınç meclis başkanıydı ve onun odasında bir toplantı yapıldı. Bizim ABD’nin Irak’taki çıkarları için başlattığı bir savaşa Türkiye’nin katılmaması gerektiğine dair görüşlerimize gerçekten ikna oldular. Ve iktidar ABD’den gelen talebe karşın tezkere lehinde net tavır koymadığı için tezkere Meclis’ten geçemedi. Aslında savaşa katılma lehine kullanılan oylar daha fazlaydı ama Anayasa’nın 96. maddesinin öngördüğü salt çoğunluk olan 267 evet oyuna ulaşılamamıştı. Abdullah Gül’ün danışmanı Ahmet Sever’in sonradan yazdığına göre, AKP içinde, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Cüneyt Zapsu, Ömer Çelik, Egemen Bağış müdahaleden yana canla başla gayret göstermişti. “Hayır” oyu kullananlar arasında ise Bülent Arınç, Beşir Atalay, Mehmet Aydın, Ertuğrul Yalçınbayır, Zeki Ergezen, Azmi Ateş, Kemalettin Göktaş gibi tanınmış simalar yer almıştı. Tabii tezkere çıkmadı da ne oldu denebilir, çünkü İncirlik Üssü lojistik olarak kullanıldı, oradan kalkan uçaklar Irak’ı bombaladı. Türkiye de cephe arkası bir rol oynadı.
Ama buradaki diyalog ortamı, Kürt sorununun çözümü konusundaki girişime de kaynaklık etti. Bir Barış Girişimi grubu oluşturduk. 2005 yılı ağustos ayında bir imza kampanyası başlattık. 15 Haziran 2005 günü katılabilen imzacılarla birlikte Taksim Hill Otel’de yüz elli imzalı bildiriyi basına açıkladık. Ancak asıl amacımız, bu açıklamanın taraflarca nasıl değerlendirileceğini gözlemleyip doğrudan başbakanla bir görüşme yapmaktı.
Açıklamamız hükümet tarafından olumlu karşılandı ve Erdoğan’la görüşmek için Ankara’ya davet edildik. 10-12 kişilik bir heyet olarak gittik. Başbakanlık’tan gelen yanıtta, görüşmenin daha geniş bir heyete göre planlandığı ileri sürülerek, yüz elli imzacı arasında bizim saptadığımız beş kişi yanında (Osman Kavala, Nuray Mert, Hakan Tahmaz, Tayfun Mater ve ben), Ahmet Hakan Coşkun, Ali Bayramoğlu, Adalet Ağaoğlu, Yılmaz Ensaroğlu, Oral Çalışlar, Yücel Sayman ve Mustafa Karaalioğlu’nun isimlerinin de heyete eklenmesi istenmişti.
10 Ağustos 2005 günü Ankara’daki Başbakanlığın önünde çok geniş bir medya topluluğuyla karşılaşınca hepimiz biraz şaşırmış ve iktidarın toplantıyı en az bizim kadar önemsediğine kanaat getirmiştik.
Toplantı salonundaki uzun masanın başında Başbakan Erdoğan olmak üzere, bir tarafında bizler, bir tarafında da Abdullah Gül, Beşir Atalay, Mehdi Eker, Mehmet Elkatmış, Ömer Dinçer, Hüseyin Besli, İlhan Arslan ve Egemen Bağış’tan oluşan hükümet heyeti yer alıyordu.
Bana sözcü olarak başbakanın hemen sağ yanındaki koltuk ayrılmıştı. Uzun uzun Kürt sorununun müzakere ile çözülebileceğini, imza metnimiz çıktıktan sonra çeşitli kanallardan aldığımız duyumlar doğrultusunda PKK’nin silah bırakması konusunda hükümet bir proje ortaya koyarsa buna olumlu yaklaşabileceğini anlattım. Bu görüşmeden sonra Erdoğan’ın, o zamanlar medyada da manşetlerden verilen, “Kürt sorunu benim de meselemdir, ne olursa olsun bu konuyu müzakere ile çözmek için ne gerekiyorsa yapacağım” mealinde bir açıklaması oldu.
Bu ilk görüşmenin, bizim üzerimizde de büyük etkisi oldu. İlk kez bir hükümeti barış konusunda ikna ettiğimizin kıvancı ile toplantıdan ayrıldık. O gün dışarıda basına açıklama yaparken, bir gazeteci arkadaş, şöyle bir soru sordu, “Erdoğan’ın bu açıklamalarına kefil misiniz?” Çok akıllıca bir soruydu, biraz bocaladım doğrusu. Ben de, “kişisel olarak kefil olma sorusunu şöyle cevaplayabilirim: Bir başbakan, bakanlarının ve bizim önünde böyle bir açıklama yapıyorsa, buna inanmak ve gereğinin yapılması için çabalamak zorundayız” dedim. Ertesi gün bütün bunlar geniş şekilde gazete manşetlerinde yer aldı.
Aradan kısa bir zaman geçti. Başbakan bazı açılışlar için Diyarbakır’a gitti. Biz aslında başbakana, Diyarbakır’a gittiğinde belediye başkanı ile de görüşmesini, bize yaptığı açıklamaları orada da yapmasını, bunun olumlu bir etkide bulunacağını telkin etmeye çalışmıştık. Ama Diyarbakır’a gittiklerinde bekledikleri kalabalığı görmeyince Erdoğan da “tek dil, tek vatan, tek bayrak” hamasetiyle bir konuşma yaptı orada.
Ama neticede Ankara’daki görüşme ile bir kere söz ağızdan çıkmıştı ve Kürt sorununun barışçıl çözümü konusunda bir kapı açılmış, olumlu bir hava oluşmaya başlamıştı. Kamuoyunda ilk kez, karşılıklı çatışmaların durdurulması ve PKK’nin silah bırakması konusu aleni bir şekilde tartışılmaya başlandı. Sonrasında ise Oslo gizli görüşmelerine ve nihayet 2013’teki çözüm sürecine giden olaylar silsilesi başladı.
Ama söz konusu sürece TBMM hiçbir zaman dahil edilmedi. Büyük yanlış da oradaydı. Konu Erdoğan’ın, AKP’nin Kürt kesimiyle, Kürt siyasi hareketi ile iki taraflı bir süreç olarak görüldü ve yürütüldü. Bu sürecin de nasıl ilerlediği ve sonlandığı biliniyor. İki taraf da masayı devirenin karşı taraf olduğunu söylüyor ama gerçekte o masa Erdoğan tarafından devrildiğine dair işaretler var. Çünkü Erdoğan kendisinin bilgisi dâhilinde Kandil’e, İmralı’ya heyetler gönderilerek müzakerelerin yapıldığını inkar etti. Böyle olunca da masa dağıtılmış oldu.
Tüm bu inişli çıkışlı süreçte her şeye rağmen birkaç yıl boyunca çatışmalar durdu, ölümler yaşanmadı. Barışın mümkün olduğuna dair bir deney yaşanmış oldu. Ama gelin görün ki, aradan kısa bir zaman geçti ve çatışmalar yeniden başladı. Ve bugüne baktığımızda, Kürtlerin siyasi temsilcileri, belediye başkanları hepsi cezaevinde. Bu gelişi güzel tutuklamalar bir iktidar stratejisi olarak sürüp gidiyor.
Irak Savaşına Hayır çalışmaları ve Kürt sorununda barışçıl çözüm sürecinde, benim bildiğim kadarıyla, ilk kez sol, sosyalistler ile İslamcı, muhafazakar kesimlerle bir diyalog ve ortak iş yapma pratiği yaşandı. Siyasileri bir yana bırakarak, bu İslamcı yazar, gazeteci, düşünürler, kitle örgütleri temsilcileri şahsında, barış çalışmalarında ve sonrasında da yeniden çatışmaların başladığı dönemdeki yaklaşımları hakkında ne düşünüyorsunuz? Gerçekten en baştan “takiye” mi yapıyorlardı, samimi değiller miydi? Sizin gözleminiz nedir?
Irak’ta Savaşa Hayır hareketinde İslamcı arkadaşların hakikaten önemli rolü oldu. Soldaki barış yanlıların hükümetle ağırlıklı olarak bir teması yoktu. Ama bu arkadaşların hükümet nezdinde bir ilişkileri vardı ve samimiyetle Irak’taki savaşa karşı çabaladılar. Ama sonraki Kürt sorunundaki barış girişimlerinde bizimle kimler vardı diye düşündüğümde, çok az isim aklıma geliyor. Mesela Mehmet Bekaroğlu, Ömer Faruk Gergerlioğlu gerçekten içten samimi ve barış yanlısı arkadaşlardı ve canla başla çalıştılar. Fakat İslamcı hareketin bir hareket olarak bu meseleye ağırlık koyması gibi bir durum yaşandı mı diye sorarsak, hayır hiçbir zaman böyle bir şey olmadı. Bir tek Barış Bloku döneminde hakikaten tek tek barış yanlısı Müslüman arkadaşlarla, İhsan Eliaçık’la ve çevresindeki arkadaşlarla bir arada idik.
CHP milletvekilleri de o dönem kitlesel bir şekilde sürece katılmaya karar vermişti. Barış Bloku olarak Bakırköy’de bir miting yaptık. Gayet güzel kalabalık bir miting devam ederken, birkaç genç Öcalan posteri çıkardılar, yapmamaları gerekirdi ama bunu bahane ederek bütün CHP vekilleri bize verdikleri sözlere rağmen çalışmadan çekildiler. Sanki mitinge o birkaç genç damgasını vurmuş gibi, bu olayı gerekçe göstererek Barış Blokundan çekilmeleri büyük yanlış oldu aslında. Barış blokunu genişletmek, barış talebini meclise taşımak konusundaki bütün planlarımız suya düştü.
Bugün de bir avuç arkadaş, barış konusunda ısrarla çalışmaya devam ediyorlar. Ama dünden çok daha geri ve kötü durumda olduğumuz açık.
Gencay hocam, 1980 öncesi barış mücadelesinin ile Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için 2000’lerden sonra verilen barış mücadelesinin taleplerinin birleştiği bir barış mücadelesi mümkün mü? Örneğin NATO’dan çıkılsın talebi ile Kürt sorununun barışçıl çözümü talebinin ortaklaşmasının bir imkanı var mı?
Bana göre bu iki talebin yan yana gelmesi imkânsız. Kürt sorunun barışçıl çözümünü uluslararası NATO gibi paktlardan ayrılma talebi ile birleştirerek savunmaya kalkışmak sorunu daha da çözümsüz hale getirir. Zaten günümüzde Sovyetler Birliği gibi barış yanlısı bir ülke yok. Günümüz Putin Rusyası’nı başka ülkelere savaş açmaya açık bir oligarşi olarak niteliyorum. Bir tarafta ABD’nin sürekli savaşı, silah endüstrisini teşvik eden emperyalist politikaları, diğer tarafta da Rusya’nın nev-i şahsına münhasır oligarkı Putin var. Bunların dünyada da benzerleri çok.
Eğer Kürt meselesinin barışçıl çözümünü yeniden gündem yapmak mümkün olursa, bana göre bu ancak, mesela bir Şanghay İşbirliği Örgütü tarzı gayrı demokratik ittifakların içinde değil Batı ittifakı içinde yer alan bir Türkiye’de mümkün. Onun için kanımca Kürt sorunu, NATO’dan çıkmak gibi büyük yeniden yapılanmalar gerektiren eş zamanlı taleplerle iyice çıkmaza sokulmadan, parlamento çatısı altında, bütün önyargıları bir yana bırakarak ortak mutabakatla çözülebilir. Bunun için de demokrasiyi, eşit yurttaşlık ve çoğulculuk ilkelerini içselleştirmiş, ayrıca yerel yönetimlerin idari yetkilerini artırmayı benimsemiş güçlü bir iktidara ihtiyaç var. 2013 deneyimi, Kürt sorununun çözüm sürecinin kapalı kapılar ardında, AKP’nin gayrisamimi bir projesi olarak yaşandı. Bu hata tekrar edilmemelidir. Kuşkusuz bunun şu anda zemini yok ama bu sorun çözülmeden Türkiye’nin belini doğrultması da mümkün değil..
Seçimlerde ırkçı, milliyetçi Meclis çoğunluğu oluştu. Millet İttifakı’nın Kürt sorunu Meclis’te konuşulmalıdır, yönlü açıklamaları da seçim sonrasında değişen dengelerle güme gitmiş durumda. Öbür taraftan da, NATO 2030 Konsepti’nde ifadesi bulan ve Ukrayna’da fiilen süren Rusya ve Çin’e karşı ABD’nin başını çektiği bir adı konulmamış bir dünya savaşı süreci var. Bu küresel ve yerel moment dikkate alındığında Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü bakımından bir şans görüyor musunuz? Ya da böyle bir şans nasıl yaratılabilir?
Gerçekçi bir yanıt istiyorsanız, bana göre, yakın gelecek için ümit görünmese de bunun için mücadele etmek gerekir. Bugünkü siyasi konjonktürde bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama bunu başka çaresi de yok. Türkiye ekonomik ortamında gerçek boyutlarını bilmediğimiz savaş harcamaları ile seçim ekonomisinin birleştirilmesi daha fazla bir çöküş durumu yaratacak gibi görünüyor. Sınırlarımız dışında ve içinde sürdürülen savaşa ne kadar para harcanıyor, bunun bütçesi nereden karşılanıyor, sorularına bile cevap verilmiyor. Türkiye’nin Suriye sınırları içinde kurduğu askeri ve sivil yönetimin Türkiye halkına kaça mal oluyor bilmiyoruz. Ya da Libya gibi yerlere askeri güç göndermenin maliyeti nedir? Türkiye’nin belini büken Kürt sorununun çözümüne yönelik hangi stratejiye hizmet ettiği belli olmayan kanlı maceranın bedelini başta emekçiler olmak üzere Türkiye halkları ödüyor. Bunları sol ve kendini sosyal demokrat olarak tarif eden siyasi partilerin sabırla halka anlatması gerekiyor. Sol partiler bunu yapmaya çalışıyor ama CHP’nin bugünkü siyasi kadrolarıyla, milliyetçi zehirlenme ile malul bir topluma güçlü bir barış çağrısında bulunmasını beklemek hayalperestlik oluyor. Ne yazık ki CHP toplum ortalamasının bakışını ileriye taşıyabilme, kimi ezberleri kırabilme cesaretini gösteremiyor.
Barış yanlısı Kürt gençleri de, “biz yıllardır barış için çabalıyoruz, fedakarlık ediyoruz ama bizi 6’lı masaya yaklaştırmadılar bile” diyor. Bu psikolojinin derinleştiğini görüyoruz. Dolayısıyla tekrar bir masanın etrafında buluşalım, bu konuyu görüşelim fikrini Kürt toplumu içinde de yaygınlaştırmak zor.
Genel seçimlerden sonra önümüzdeki dönemde yerel seçimler var. İktidar açısından olduğu kadar muhalefet açısından da kritik. Bu dönemde yeni dengeler oluşabilir mi sizce?
Kamuoyuna, medyaya çok fazla yansımasa da, Erdoğan hükümetinin, önümüzdeki yerel seçimler öncesinde, Kürt toplumu ile yeniden bir müzakere zemini hazırlayarak, türlü vaatlerle, Kürt siyasi hareketinin büyük kentlerde kendi adaylarını çıkarması yolunda bir telkini yürümekte olduğunu görüyoruz. Hatta İmralı ve Kandil’le bile belli kanallar üzerinden böyle temasların yapıldığı iddia ediliyor. Bunlar ne kadar gerçeği ifade ediyor bilemeyiz. Ama bunun karşılığı olabilecek bir pazarlık unsuru olduğunu görmek lazım. Erdoğan, bugün söylediğinin tam tersini günün akşamında söyleyebilecek bir siyasi ahlaka sahip. Eğer parti çıkarı, hatta bizatihi kendisinin ve çevresinin bir çıkarı varsa, yeni yollar deneyebileceğini biliyoruz. Bu “ustalığa” sahip bir siyasi lider.
Bu bakımdan bu olmayacak bir iş değil. Bunun sonuçları ciddi de olabilir. İmralı’daki Öcalan, hala Kürt toplumu üzerinde siyasi etkisi olan bir kimliktir. Böyle telkinlere prim vermeyeceğini kanıtlamış olan Selahattin Demirtaş ise sesini kitlelere ulaştırabilecek koşullara sahip değil. HDP böyle bir sürece dahil edilmese bile –ki ben HDP’nin hiçbir zaman, bu koşullar altında, AKP ile Erdoğan ile pazarlık masasına oturmasını, ne etik olarak ne de siyasi olarak doğru bulmuyorum– Kürt siyasi hareketi içinde, “artık yeter, madem muhalefet bizi bu kadar dışlıyor, bizim için, Kürt sorununun çözümü için, değil mi ki geçmişte bir kere müzakere süreci yaşadık, şimdi de benzeri bir süreci gerçekleştirebiliriz, buna değer” diyenlerin olduğunu da biliyorum. Bunun nasıl tecelli edeceğini henüz kestirmek mümkün değil. Ama yerel seçimler yaklaştıkça, sürpriz gelişmelerin yaşanabileceğini, tuzaklarla dolu bir atmosfere girebileceğimizi seziyorum.
Her ne olursa olsun, barış isteyen herkesin, “muhalefet kaybetti” ezikliğini bir an önce aşıp, iktidarın tuzağına düşmeden, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için yeniden kafa yormaya başlaması gerekir diye düşünüyorum.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER