14 Mayıs seçimleri, haftasonu yapılacak ikinci tur başkanlık seçimleri ile devam edecek. Seçimlerin Türkiye’nin “1. Yüzyılı”nı kapatıp “2. Yüzyıl”ının kapısını açacak tarihsel bir eşik olduğu herkesçe ifade edildi. AKP-MHP faşist ittifakı parlamento seçimlerinde birinci çıktı. Başkanlık seçiminde de muhalefetin adayı Kemal Kılıçdaroğlu ikinci oldu. Hafta sonu ikinci tur seçimleri olacak.
Bu seçim süreci özellikle toplumsal muhalefet güçleri bakımından birçok yönüyle tartışılacağı kesin. Seçimlere Yeşil Sol Parti ile giren HDP’nin yaşadığı oy kaybı, ittifaklar politikası, başkanlık seçimlerinde aday çıkarılmaması ve Millet İttifakı tarafından yükseltilen göçmen karşıtı ırkçı kampanyaya rağmen Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesi gibi konular ilk akla gelen başlıklar.
14 Mayıs seçimlerinde Yeşil Sol Parti İstanbul milletvekili seçilen Halkların Demokratik Kongresi Eşsözcüsü Cengiz Çiçek ile saha deneyimleri üzerinden yaşanan sürecin nedenlerini ve gidişatı konuştuk.
14 Mayıs seçimleri siyasal alanda ciddi krizleri işaret etti. Bunlar hiç kuşkusuz önümüzdeki dönemde nedenleri ve sonuçları ile etraflıca tartışılacaktır. Siz İstanbul’da adaydınız ve sahadaydınız. Genel durum kadar HDP/Yeşil Sol Parti’nin oy kaybı yaşadığı illerin başında İstanbul geliyor. Sahadaki gözlemlerinize dayanarak sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genel olarak bu seçim sürecine daha önceki seçimlerden farklı olarak çok dezavantajlı durumda başladık. Bir gerekçe olarak değil, nesnel bir gerçeklik olarak bunu belirtmek istiyorum. Hem HDP olarak hem de tek tek bileşenlerimiz bakımından uzunca yıllardır iktidarın darbeci politikalarının muhatabı olduk. Ama bunun arkasına saklanacak bir yaklaşımımız da olmamalı. Bizler geleneğimiz itibariyle en zor koşullarda bile durumu kendi lehine değiştirecek feraseti gösterebilmeyi savunuyoruz.
Sonuçlar üzerinden tartışılacak çok şey var. Ortaya çıkan sonuçlar bazı temel başlıklardaki tartışmaları yeniden masaya yatırmamızı gerekli kılıyor.
HDK ve HDP paradigmasının en temel hedeflerinden birisi de Kürdistan devrimci dinamiğiyle Türkiye’deki devrimci dinamiklerin stratejik ittifakını buluşturulması, toplumsallaştırılması ve güçlendirilmesiydi. Gerek stratejik hedefler üzerinden gerekse de konjonktürel durumlar bakımından stratejik ve taktik uyumluluğu sağlayarak paradigmanın bu topraklarda büyümesini sağladı. Günün sonunda bu paradigmadan korkan, AKP-MHP bloğunu da aşan bir devlet gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Yüzyıllık statükocu devlet aklının en fazla korktuğu şey, HDK ve HDP şahsında ifadesini bulan Türkiye ve Kürdistan devrimci mücadelesinin stratejik ortaklığıydı. Bu tek tek örgütlerimizin kapasitesinden fazla bir güç, sinerji ve toplumsal kabul ortaya çıkardı. 7 Haziran’dan bugüne devletin bütün araçlarıyla üzerimize gelmesinin nedeni de bu.
Bence HDK ve HDP sürecini de 14 Mayıs öncesi ve sonrası olarak değerlendirmek durumundayız. Bugüne kadar stratejik ve taktiksel hamleleri ile Türkiye ve Kürdistan halkında hatırı sayılır bir umut ve demokratik, meşru direniş geleneği yaratan bir pratiğin sahibiyiz. Bu bakımdan enseyi karartmamalıyız, bu onur bizim. 14 Mayıs seçimlerindeki stratejik hedefimizin yani tek adam rejimini yıkma hedefimizin yanlış olmadığı açık. Biz iki egemen bloktan birini tercih etmedik, 3. Yol, 3. Cephe dememizin nedeni de budur. Bu hedef doğrultusunda milyonlarca insan bu partinin etrafında bir araya geldi. Hala bugün tek adam rejiminden, diktatörlükten kurtulmak gibi bir umudu varsa bu ülkenin, bizim paradigmamızın, direnişimizin bir sonucudur. Bunun haklı onurunu yaşamalıyız. Ama bunla yetinemeyiz. 14 Mayıs’ı sadece seçim süreci ile sınırlı, bu süreçte aldığımız kimi kararlarla sınırlı bir şekilde değerlendirmek, hatalı olacaktır. Çünkü bugün karşı karşıya kaldığımız sonuçlar bir birikimin, tarihsel sürecin ürünü. Zamanında ele almamız, düzeltmemiz, müdahale etmemiz gerekirken ertelediklerimizin bir sonucu olarak da görmek gerek. Stratejik hedefimizle taktiksel adımlarımızın –ittifak politikamızdan örgütsel yenilenme, halkla kurduğumuz bağın formuna ve içeriğine kadar, bu başlıklar çoğaltılabilir- arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktığını görüyorum. Tek adam rejimini, faşist iktidarı yıkmayı hedefe koymak kadar, kendi 3. Yol programımızı daha fazla öne çıkarmak, belirgin kılmak, netleştirmek zorundaydık. Daha fazla toplumsallaştırmak zorundaydık. Tarihsel olarak stratejik ittifakımızı ve onun üzerinden bina edilen güncel Emek ve Özgürlük İttifakı’nın parçalı duruşunu, ayrıksı ve uyumsuz hallerini aşmamız gerekirdi. Bu yetmezlikler iki aylık seçim zarfında kapatılabilecek şeyler değildi…
HDK-HDP ilişkileri bağlamında epeyce tartıştığımız, temsili siyasetin alanın daraltılması, toplumsal mücadele alanının genişletilmesi, özne kılınması gibi konularda hedeflerimizle orantılı başarılı bir pratiğin sahibi olduğumuzu söyleyemeyiz. Elbette geçmişte olduğu gibi bugün de ilk defa eksikliklere, yanlışlıklara düşmüyoruz. Alınan hatalı ya da yanlış kararlar sahada güçlü örgütler ve toplumsallıklar tarafından minimalize edilir, sıfırlanır, hatta tersine çevrilebilir. Bu güçlü bir toplumsal örgütle mümkün olabilir. Fakat yaşanan saldırılar karşısında örgütsel aklımızın, bedenimizin zayıf düştüğünü, daraldığını kabul etmek gerek. Bu alanlardaki zayıflama ve daralmalar doğal olarak niyetten bağımsız mevcut durumu kurtarma odaklı ve yer yer örgütsel hafıza kırımının da etkisiyle çalışmalarımızda biçimi, görseli daha çok önceleyen; içeriği, esası öteleyen siyaset tarzını da beraberinde getirdi. Özcesi çoğunlukla bizler de gösteri toplumunun kurbanlarına dönüştük diyebiliriz. Toplumun ihtiyaçları temelinde öz örgütlenmeler kurmaktan uzaklaştığımızı; ideolojik, politik dönüştürücü tarzla aramıza ciddi mesafeler girdiğini kabul etmek zorundayız. HDP kitlesinin bir seçmen durumuna dönüşmeye yüz tutması söz konusu ki, bu bizim demokratik, devrimci mücadelemiz ve iddialarımız bağlamında asla kabul edilebilir değildir. Sandık demokrasisine bu kadar umut bağlayıp, sonuçlarından da abartılı, gerçeklikten yer yer kopuk moral yüklenmeler ya da moralden düşmelerin kendisi bile tek başına devrimci zeminlerin, zihniyetlerin, düşünüş biçimlerinin ne oranda eridiği ve ne oranda sistem ölçülerine kaydığımızın göstergesidir.
Bir ülkenin sadece sandık sonuçları üzerinden güllük gülistanlık olmayacağı gibi tamamen karanlığa da teslim olamayacağını görmemiz gerekir. Karanlığı ya da aydınlığı belirleyecek olan halkın kendi özgürlük alanlarını ne kadar yarattığı, geliştirdiğidir. Bu konudaki başarı ya da başarısızlık, umut ile düş kırıklığı arasındaki açı farkı, temsili siyasete ne kadar angaje olup olmadığımız ile doğrudan ilgilidir.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda öne geçmek için Sinan Oğan ve Ümit Özdağ ittifakının oyunu almak için geliştirilen açık ırkçı, göçmen karşıtı kampanyaya sarılma durumu var. CHP ve Mİ’nın önceki yaklaşımı da göçmen karşıtı idi ama bu son etapta bunu en üst perdeden dile getirerek seçimi kazanma hamlesi var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Göçmenler veya mülteciler üzerinden yapılan hamasete baktığımızda da, bu konunun sadece seçim sonuçlarını etkileyecek bir araç haline getirildiğini görüyoruz. Bu halka, topluma kurulan bir tuzak aslında. 14 Mayıs seçimlerinin akabinde K. Kılıçdaroğlu hemen ve hızlıca göçmen karşıtı, milliyetçi söylemlere sarıldı ve bunu sadece biraz daha fazla oy almak, sandıktan birinci çıkmak için yapıyor. Son olarak Ümit Özdağ ile imzaladıkları protokole de baktığımızda Kürt sorununda kayyum politikalarını destekleyen, sığınmacı karşıtlığını köpürten AKP’nin üzerinden yükseldiği tekçi statükoculuk sisteminde ısrar eden bir manevra görüyoruz. Esasında manevra gibi görülen bu durum çıkmaz sokağa çıkmak gibi bir durumu ifade ediyor. Milyonlarca göçmen ya da mültecinin hayatı, oy uğruna tehlikeye atılıyor; yetmiyor halk da bu politikalarla zehirleniyor. Dolayısıyla toplumun doğasıyla oynama, kültürünün iğdiş edilmesi gibi tarihsel bir müdahale ortaya çıkıyor. Oysa AKP-MHP iktidarının Ortadoğu’daki savaş siyaseti, AB ile göçmenler üzerinden pazarlıkları, onları ucuz iş gücü olarak kullanması gibi politikaların karşısında durmak gibi ilkeli bir duruş işlerine gelmiyor. Böyle bir şeyi yapmaları durumunda sermaye ve silah tekelleriyle, devletler arası çıkar ilişkileriyle ve siyasi rantla aralarına mesafe koymaları icap eder ki bu da ideolojik mayalarına ters bir durumdur. O nedenle AKP’yi siyaseten teşhir etmek, onun politikalarını boşa çıkarmak gibi bir dertleri yok; olsa olsa milliyetçilik ve ırkçılık yarıştırması var. İki egemen blok milliyetçilik, ırkçılık konusunda birbiriyle yarışıyorlar. Ama görüyoruz AKP-MHP bloğu milliyetçilik konusunda çok daha mahir. Bu alanda uzun yıllardır sörf yapmış, belli bir kitleyi konsolide etmeyi başarmış bir yapı sonuçta. Burjuva muhalefeti bu durumu iki haftalık ikinci tur seçim propagandası ile lehine çeviremeyeceğini göremeyecek kadar çaresizlik ve siyasi körlük içinde ayrıca.
Bununla beraber AKP-MHP iktidarını herhangi bir burjuva iktidarı olarak değerlendirmemek gerekir. Bahsettiğimiz iktidar, Ortadoğu’da ve dünyada yükselen ırkçı-milliyetçi faşist rejimlerin en önemli temsilcilerinden birisi. 20. Yüzyıldaki faşist iktidarlarla karşılaştırmalı olarak değerlendirecek olursak Erdoğan rejimi 21. Yüzyıl faşizmine damgasını vuracak potansiyele sahip bir rejim olarak karşımızda duruyor. Sadece Türkiye ve Kürdistan’da değil Ortadoğu, Kafkasya, Kuzey Afrika için hatta küresel için de böyle bir durumu var. Savunma sanayinde kalkınma adı altında iç siyasette oy rantı devşirirken sınırlarının dışında cereyan eden savaşlara müdahale edecek, savaşı topraklarının dışına ihraç edecek düzeyde tehlikeli ve yayılmacı bir rejimden bahsediyoruz sonuçta. Bu bakımdan stratejik hedef olarak AKP-MHP bloğunun yenilgiye uğratılmasının Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halkları açısından tarihsel öneminin farkında olmak gerekir diye düşünüyorum. Bu durum salt bir iktidar devirme olarak değil aynı zamanda insanlığı yüzyılımızın en faşist karakterli rejimlerinden birisinden kurtarma mücadelesi olarak da görülmeli. Göçmen ya da mülteci halklar açısından da bu mücadele önemi elbette.
İşte görüyorsunuz milyonlarca yerinden zorunlu göç etmiş insan var. Bu insanların yaşam koşulları nedir, yaşadıkları tehditler nelerdir, bir kere olsun bu insanları dinliyorlar mı? Havuz medyasında her türlü ahkam kesiliyor haklarında. Ama buradalar, birlikte yaşıyoruz, varlar ama yoklar. Meçhule terk ediliyorlar. Kürdistan’daki faili meçhuller gibi; Kürtler gibi. Kendileri var, herkes onlar hakkında konuşuyor ama onlar kendi adlarına konuşamıyorlar. Göçmenler veya mülteciler, Kürtler meçhul kaldıkça sistemin kendisi de meçhul bir sistem olarak varlığını devam ettiriyor. Egemen, ulusalcı, ırkçı, faşist dil, akıl dediğimiz bu işte. Bu bakımdan egemen iki blok arasında hiçbir farkın olmadığı kesin.
Bu işin bizim tarafımızdan yüzleşilmesi gereken boyutu ise, göçmen ya da mültecilerin haklarını, hukukunu savunduğumuz kadar onların doğrudan öz örgütlenmelerine sunduğumuz katkının düzeyidir. Onlarla birlikte örgütlenmek, toplumsal alanda, siyasette görünür olmalarını kolaylaştırmak, diğer halklarla, toplumsal kesimlerle kendi öz örgütleri aracılığıyla dayanışmalarını sağlayabilmek, bu egemen iki bloğun ırkçı milliyetçi söylemlerini, politikalarını boşa çıkarabilmenin yegane yollarından birisidir diye düşünmekteyim. Ayrıca bütün bu kışkırtmalara rağmen, istenilen düzeyde toplumsal hayatı etkileyecek sorunlara yol açmamasını da bu topraklardaki halkların ferasetine borçlu olduğumuzu unutmayalım derim.
Daha önce değişik kesimlerce dile getirilen, HDP’nin Kürtleri yeterince temsil edemediği, nicelik bakımından güçsüz olan solun argümanlarına teslim olduğu eleştirisi vardı. Şimdi de bu eleştirinin bir benzerinin, HDP’ye daha yakın kesimlerce, hatta içinden dile getirildiğini görüyoruz. İttifak politikasının başarısızlığı üzerinden, HDP bileşenleri de dâhil olmak üzere, Kürt Özgürlük Hareketinin Türkiye’deki sol-sosyalist güçlerle ittifakın yanlış olduğunu savunan bir anlayış sosyal medyada ve gazetelerin köşe yazılarında dile getiriliyor. Bu yaklaşım ne kadar etkili tabanda ve siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu yaklaşımı?
HDP’nin nasıl bir stratejik aklın ürünü olduğunu kavrayamayan ya da hazzetmeyen bazı kesimlerin her zaman böyle sağcı, milliyetçi eleştirileri olmuştur. Seçim başarısızlığı elbette bu tartışmanın alevlenmesi için de uygun ortam sağlıyor. Kürt hareketinin ve Türkiye devrimci hareketinin toplumsal kabul düzeyi HDK-HDP paradigmasıyla daha da çok güçlendi. Bu paradigma hiçbir zaman farklılıkların inkârı, ötekileştirilmesi üzerinden kurulmadı; bilakis bu anlayışların panzehiri olarak kuruldu. Çokluk içinde birlik ilkesiyle bütün farklı kimliklerin, görüşlerin, yapıların, kolektiflerin ortak politik mücadelesini esas aldı. Bunda bir başarısızlık varsa, sorun paradigmada değil, bizdedir, pratiklerimizdedir. Stratejik akılda, paradigmada değil, bunu uygulamakla mükellef olan bizlerdedir sorun.
Örneğin Kürt halkının statü mücadelesi, anadilde eğitim başta olmak üzere Kürt kültürünün, dilinin özgür koşullarda gelişiminin sağlanması mücadelesi Kürt hareketinin varlık gerekçesi olduğu kadar, Türkiye’deki sol, sosyalist hareketlerin de en temel görevlerinden biridir. Burada bir geriye gidiş ya da mevzi kaybı varsa, bu öznelerin kendilerini, ortaklığı kurma biçimlerini, içeriğini masaya yatırması gerekir. Günün sonunda devletin, AKP-MHP iktidarının bizi hapsetmek istediği çizgi, sınır, HDP’nin sadece Kürt sorununa ve Kürdistan’a hapsetmektir. Oysa günümüzde emek sorunundan tutalım, doğa, kadın, inançlar sorununa kadar bütün bu sorunlarla doğrudan diyalektik bağı var Kürt meselesinin. Sorunlar o kadar birbirini belirleyen düzeyde iç içe geçmiş ki ayrıştırdığınız andan itibaren ayrıştırılan her sorun da çözüme değil çözümsüzlük girdabına hapsediliyor. Bu durum aşılmadıkça hem kapitalizmle hem de ulus devletçilikle mücadelede ciddi zafiyetler yaşamamız kaçınılmazdır. Örneğin artık en büyük Kürt metropolü İstanbul’dur ve İstanbul’daki Kürtler sınıfsal olarak farklı katmanlardadır. Ancak ağırlıklı bölümü emekçidir, işçidir, üretendir. Bu metropoldeki Kürtlerin ağırlıklı bir bölümünün emekçi olması tesadüf müdür, göçmen işçi olması normal midir? Elbette hayır; doğrudan Kürt sorunuyla ilgisi vardır bu da aynı zamanda sınıfsal bir meseledir. O halde İstanbul’da sınıf politikasıyla Kürt halk mücadelesini iç içe geçirmek, ele almak zorundayız. Kürt halkının kültürel, ideolojik, sınıfsal, kimliksel mücadelesi İstanbul’da daha güçlü kurulmamışsa burada bizlerin kendisini ele alması, sorgulaması elbette kaçınılmazdır.
Ama bizim bütün paydaşlıklardan azade Kürt sorununa ve Kürdistan’a hapsedilmek istenmemiz bir devlet politikasıdır ve HDP fikriyatı tam da buna karşı bir stratejik hamledir. Kürdistan ve Türkiye devrimci hareketlerinin buluşturulması, ortak mücadele zemininin inşa edilmesinden geri dönüş mümkün değildir. Yanlış olan bu paradigma değildir, yanlış olan bu kadar büyük bir hedefi, programı önüne koyan partilerin, grupların buna denk düşen bir siyasi mücadele kültürünü, tarzını, temposunu ve hatta dönüştürücü pratiğini sağlamaktan uzak olmalarıdır.
Bakın bu vesileyle HÜDAPAR konusuna da değinmek istiyorum.
HÜDAPAR meselesi, AKP’yi de aşan bir devlet aklının sonucu. Doksanlı yıllarda olduğu gibi belirli derin oluşumlarla ve paramiliter güçlere Kürdistan’da ihtiyaç duyan bir iktidar yok günümüzde. Zaten Kürt halkına dönük her yönelimi açıktan yapıyor. Örtülü yapılara ihtiyaç duymuyor. O nedenle HÜDAPAR’ın doksanlı yıllardaki görevinin aynısına da ihtiyaç duymuyor ya da salt bununla yetinmiyor. Artık, HÜDAPAR’ı salt doksanlı yıllardaki domuz bağı katliamları gibi yöntemlerle kullanmayacak belki de. Yeni dönemde Kürt hareketini baskılayıp Kürdistan’da gerilettikçe alana HÜDAPAR’ı ikame edecek. Nasıl mı? Üç ayak üzerinden yapacağını düşünüyorum. Birincisi Dinci politikalarını bölgede bu yapı üzerinden geliştirecek. Son dönemlerde HÜDAPAR üzerinden yaptığı mitingler sadece seçim yatırımı mitingleri olarak görülmemeli. Bölge halkının samimi inancını kullanarak güç devşirmeye çalışacak. İkincisi, Kürt dili ve kültürü üzerinden Kürdistan’da bir örgütlenme geliştirerek Kürt hareketinin Kürt halkıyla kurduğu duygu ve anlam bağını koparmaya çalışacak. Üçüncüsü, ilk yerel seçimlerde HÜDAPAR’lı adayları bölgede kimi yerlerde belediye başkan adayı göstererek “hizmet” hareketini geliştirecek. Kayyum atanmayacak bu belediyelere ve alternatif yerel yönetimler oluşturarak Kürt hareketinin bölgedeki yerel iktidarını zayıflatmaya çalışacak. Kendisini de Türkiye’de bir “hizmet hareketi” olarak sunan AKP Kürdistan’ın kendine bağlı hizmet hareketini oluşturmaya çalışacak. Bu politika ikinci yüzyılda Kürdistan coğrafyasındaki yüzyıllık politikanın ilk yapı taşları olarak görülmeli ve yeni dönemde Kürt siyasetinin bu yönelimleri gözeten bir bakış açısıyla politikasını düzenlemesi elzem görülüyor. Bütün bu okumalar günü geldiğinde ve “koşullar” gerektiğinde iktidarın HÜDAPAR’ı doksanlı yıllardaki gibi bir özel savaş örgütü olarak kullanmayacağı anlamına da gelmiyor elbette. Bu yapının Kürdistan’daki örgütlenme biçimi bile başlı başına bu politikalara alet olma potansiyelinin başlıca belirtisi.
Bunu bir devrimci sorumlulukla ele almalıyız. Kürdistan’da böyle bir tehlike varken Türkiye’nin batısında da başka bir kuşatma yaşıyoruz. İslamcı bir kimlikle tarih sahnesine çıkan AKP’nin Türkçülük ideolojisinin bayraktarlığını yaparak toplumu kuşatmaya çalıştığını görüyoruz. Türk İslam Sentezinin İslamcılık ayağını Kürdistan’da HÜDAPAR ile Türkçülük ayağını da Batı’da kendisi üzerinden geliştirmeye çalışıyor. Bunu nasıl boşa çıkaracağız? Bu esas bir sorun ve tarihsel-güncel bağlamda bunu ele almamız gerekiyor. Bunları salt bir seçim taktiği olarak değil, HDK-HDP şahsında gelişen paradigmaya karşı geliştirilen ve yıllara yayılması hedeflenen kapsamlı bir konsept olarak görmeliyiz. Bizler de HDK-HDP zeminindeki örgütler ittifakını toplumsal ittifak haline dönüştürmeyi başardığımız oranda bu hamleleri boşa çıkarabileceğiz.
HDP’nin temel eksiklerinden birinin de emek, sınıf siyasetinin oldukça geri olduğu partinin kurullarında bile ifade edilen bir başka eleştiri. Mesela siz şimdi en büyük Kürt metropolü olarak İstanbul’daki partinin Kürdistani bir siyaset geliştirmesi gerektiğini ifade ettiniz. Ama İstanbul’daki Kürt nüfusun büyük bir kısmının da işçi sınıfının üyesi olduğunu biliyoruz. HDP’nin Kürt sorununa ve Kürdistan’a hapsedilmesini de kolaylaştıran bir eksiklik de bu. Bu aslında HDK-HDP şahsında, mücadelenin yeni ufuklara doğru ilerlemesini de sekteye uğratan bir eksiklik. Ve yenilgi durumlarında herkesin evine çekilmesi gibi, kitlelerde de eski sınırlara çekilme eğilimi baş gösterebiliyor. Sınıfa geri çekilme, Kürt sorununa geri çekilme gibi… Bu konuda sizin görüşünüzü öğrenebilir miyiz?
Türkiye’de sosyalist olmanın kriterlerinin yanlış yerden kurulduğunu düşünüyorum. Kürdistan sosyalist hareketinin büyüme diyalektiğine bakıldığında, toplumdaki bütün suni dengeleri, hiyerarşik ve mülkiyetçi ilişkileri yıkmayı esas aldığını görürüz. Sadece devlet temelli olanları değil bütün egemenlik ilişkilerine ideolojik, politik yönelimler gerçekleştirmiştir. Sosyalizm bir dünya görüşü olduğu kadar pratikte bütün sömürü ilişkilerini, egemenlik ilişkilerini doğrudan yıkmayı esas alan bir harekettir de. Sınıf siyasetinde sadece fikir, söz olarak emekçilerin haklarını savunmakla sınırlı bir sosyalist politikanın kapsamı oldukça dardır. Sınıfın içinde, sınıfla beraber öz örgütlülükler yaratmaktır sosyalist politika. Elbette sosyalist, komünist hareketler bu ülkede çok fazla kuşatma ve baskı altındadır. Öte yandan Sosyalist ilke de şunu gerektirir; ülkenin en akut, can alıcı, belirleyici sorunları ile yüzleşmelisiniz, onlara dokunmalısınız, pratik çözüm perspektifiyle yaklaşamalısınız, toplumu bu sorunlar etrafında dönüştürme gibi bir pratik ödev yüklenmelisiniz. Kürt ve Alevi sorunu, Ermenilerin ve Çerkeslerin uğradığı tarihsel haksızlık gibi konularda resmi paradigmayla karşı karşıya gelmeyi ideolojik olarak da göze alamadığınızda, buradaki açmazları açmaya odaklanmadığınızda “sosyalist” olmanın konforunu yaşayıp durursunuz en fazla.
Bakın yeri gelmişken bir örnek vereyim; seçim sürecinde finans merkezi inşaatındaki işçilerle iki defa buluşma gerçekleştirdik. Hemen hemen hepsi Kürt işçiler. O zaman Kürdistan sosyalist hareketi, kendi dayandığı bu sınıfsal temele uygun bir siyaset geliştirmeyi de önüne stratejik bir görev olarak koyabilmelidir; çabaları yoktur demiyorum ama yeterli değildir. Çünkü orası gerçekten sistemle çelişkiler bakımından düşünüldüğünde en rafine yerdir. Sistemle en açık net sınıfsal ve kimliksel karşı karşıya gelişlerin olduğu yerlerdir buraları. Zaten özgürlük arayışları da sömürünün en derin olduğu bu mekanlarda ortaya çıkar. Diyalektikteki zıtların birliği misalidir bu durum. Yanısıra kent hayatının görece steril alanlarında nefes alıp veren bizlerin de oradaki emekçi ve göçmen işçilerden öğreneceği çok şeyler var. Yani işçiye dışardan politik bilinç taşımak gibi klasik tespitleri ters yüz eden yeni durumlarla, ilişkilerle karşı karşıyayız.
Düşünsenize 21. Yüzyılda İstanbul’da bir nehir gibi binlerce insan şantiyelere, fabrikalara akıyor. Bu fotoğraf bile sömürünün düzeyini gösteriyor. Aynı zamanda sosyalizm adına hareket eden bizlerin sınıfın kendisine ne kadar uzak düştüğümüzü de gösteriyor bu durum. Çünkü o nehrin içinde değiliz. Biz bu mesafeleri kapatmak zorundayız. Sınıfın içinde olmak onun fotoğraflarıyla değil kendisiyle buluşmak; sahiciliğiyle hem hal olmak gibi bir sorunumuz var.
Bu sorunlu hallerimizin bir sonucu olsa gerek HDK-HDP çatısı altında bir araya gelmiş yapılar sendikalarda bir birine rakip olabiliyor örneğin. Biz kendi kompartmanlarımızdan, iktidar alanlarımızdan taviz vermiyoruz ama işçiler hemen her şeylerinden vazgeçmek zorunda kalıyorlar: toprağından, yurdundan, emeğinden, bugününden, canından vazgeçmek zorunda kalıyor. Belki de düzene değil kendi içimizdeki düzene, suni dengelere, konfor alanlarına isyan ederek, müdahale ederek de işe başlayabiliriz. Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci hareketleri bu doğrultudan kendini güncelleyip güçlendirebilirse gelişim ivmeleri hız kazanacaktır diye düşünmekteyim. Özü itibariyle Kürt sorunu sadece bir kimlik, kültür sorunu değil sınıfsal bir sorundur. Kapitalist, emperyalist politikalar olmazsa dört parçaya bölünen Kürdistan ve Kürt statüsüzlüğü olmazdı. Kürdistan sosyalist hareketinin gelişim çizgisi bu çözümlemeler ve bunun pratik, ideolojik iz sürmeleri üzerinden gelişti zaten. Dirilişte olduğu gibi kurtuluş ve özgürlük yolu da buradan geçecektir. Doğrudan örgütlenme, öz örgütlenme hedefi en başta Türkiye ve Kürdistan’daki emekçiler açısından başarılması gerekir. Önümüzdeki dönemin en temel görevlerinden birisi de bu olmalıdır. Bunun için bizim de kendi sorunlarımız karşısında restorasyoncu anlayıştan kurtulmamız gerekiyor. Biz birçok açıdan belirli bir gelişim sınırına geldik ve yeni bir dönem, yeni bir yol açmamız kendi iç sorunlarımıza devrimci cesaret ve soğukkanlılıkla yaklaşıp, içerdeki suni dengelere yönelmemize de bağlı.
Son olarak oldukça gerici, sağcı bir parlamento bileşimi oluştu. Erkek egemen, milliyetçi-faşist, dinci bir çoğunluk… Hiç kuşkusuz bu durumun yaratacağı birçok zorluk olacak. Siz yeni parlamento dönemi hakkın ne düşünüyorsunuz?
Evet, parlamentonun zaten sistemin içindeki etkisizleştirilmiş durumu üzerine bir de bu kadar sağcı, faşist bileşene sahip olması hiç kuşkusuz demokrasi, özgürlük için Meclis zeminini kullanacak olan bizler açısından ekstra zorlukların çıkacağını gösteriyor. Ama mücadele zaten zorluklara karşı verilir. Kimse bize gül bahçesi vaat etmedi. Zor’un geliştiricilik gibi bir rolünün olduğunu bilen bir gelenekten geliyoruz. Zor koşullar yeni arayışlar, iddialı çıkışlar için de zemin hazırlar.
Yükselen milliyetçilik ve faşizm, kapitalizmin iç çelişkilerinin ve kaosunun derinleştiği dönemlerde geliştirilen bir egemenlik siyasetidir. Faşizmin yükselişi çelişkilerin keskinleştiği, kırılmaların an meselesi olduğunu da gösterir. Toplumsal sorunların hiçbir şekilde çözülmeden zorla bastırılarak sistemin, sömürünün çarklarının döndürülmeye çalışıldığı anlamına gelir. Bu durumun diğer yüzünde de devrimci siyasetin koşullarının mevcudiyeti, halk güçlerinin, emekçilerinin maruz bırakıldığı yaşam koşullarının dayanılmazlığı var. Bunlar devrimci siyaset açısından güçlü zeminler sunar. Bu açıdan nasıl AKP-MHP faşizmi 21. Yüzyılın faşist iktidarlarının bir temsilcisi ise kendimizi de bu yüzyılın faşizmine karşı mücadelenin özneleri, temsilcileri olarak görmeliyiz. Bundan hareketle bu parlamento karşısında halkın öz meclislerini kurmayı esas alan bir politik kuruculuk iddiasını daha fazla güçlendirebiliriz. Bu dönemin vekilleri de bu halk meclislerinin kuruluşunda içinde doğrudan görev, sorumluluk alan bir pratiğin sahibi olabilir, olabilmelidir. Bizim parlamentodaki gücümüz de bu alandaki başarılı pratiklere bağlı olacaktır. Son olarak 28 Mayıs seçimlerine giderken değişimden yana olan milyonlar olduğumuzu unutmayalım. Milyonlarız ve çok güçlüyüz. Ama eşitlikten dem vuran egemenlerle de eşit olmadığımızı biliyoruz. Eşitlik, adalet ve özgürlük için basacağımız bir mührümüz daha var. Asla ama asla pes etmeyeceğiz ve biz kazanacağız.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER