■ Politika’dan Yorum
15-16 Haziran 1970 tarihlerinde işçi sınıfımız, demokratik, sendikal haklarına el uzatan burjuvazinin kanlı ellerini kırmak için genel direnişe geçti. Burjuvazi ve onunla açıkça işbirliği yapan sarı sendika Türk-İş yöneticilerinin ortaklaşa hazırladığı yeni sendikalar tasarısına göre, başta DİSK olmak üzere işçi sınıfının demokratik sendikal örgütleri kapatılıyordu. Çünkü getirilmek istenen tasarıyla işkolunda çalışan sigortalı işçilerin 1/3’ünü örgütleyemeyen sendikaların kapatılacağı hükmü̈ getiriliyordu. Bu durumda Türk-İş dışındaki bütün sendikalar kendiliğinden fesholuyordu.
Devrin Adalet Partisi (AP) bakanlarından Seyfi Öztürk, amaçlarını Türk- İş’in Erzurum’da yapılan genel kurulunda “DİSK’in canına ot tıkayacağız!” diyordu. Yine aynı toplantıda konuşan AP’li eski bakanlardan Turgut Toker; “Sendikalar Kanun Tasarısı’nın yürürlüğe girmesiyle Türkiye’de Türk-İş’ten başka işçi konfederasyonu kalmayacak!” diyordu.
Burjuvazinin bu saldırı hazırlığına karşı işçi sınıfı ve onun devrimci sendikal örgütü sessiz kalamazdı, kalmadı da… İstanbul, İzmit ve Gebze’den şalterleri indirip sokaklara dökülen 100 bini aşkın işçi Genel Direnişe geçti. AP iktidarı bu direnişi kanla, ateşle boğmak için askerini, polisini işçilerin üzerine saldırttı. Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram adlı işçiler polis kurşunlarıyla katledildi. yüzlerce işçi yaralandı, tutuklandı. 15-16 Haziran Genel Direnişi işçi sınıfının mücadele tarihine şanlı bir sayfa olarak geçti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin “1. Yüzyılı”na işçi sınıfının damgasını vuran 15-16 Haziran Direnişi’nin üzerinden 53 yıl geçti. Darbelerle, katliamlarla, cinayetlerle, grev yasakları, hak gaspları ile geçen bir tarih oldu. İşçi sınıfının DİSK’in kuruluşu ile başlayan yükselişi 12 Eylül 1980 faşist darbesi ile çok büyük bir darbe aldı. Burjuvazinin sömürü daha da derinleştirmek için giriştiği neoliberal politikalara karşı 1978-1980 arasında işçi sınıfı aralıksız grevlerle direndi. Emekçi halkların anti-faşist direnişi ile bu grev dalgaları birleştirilerek halk iktidarı doğrultusunda tekamül ettirilemedi ve burjuvazi, etkilerini bugün de yaşadığımız bir askeri darbe ile “tarihin akışını” kesintiye uğrattı.
12 Eylül Darbesinden sonra işçi sınıfı bir kez daha eski örgütlülük düzeyine erişemedi. Devrimci, komünist örgütler yenilmişti, sendikalar yenilmişti. Ama hiçbir zaman bu yenilgi tarihi ile yüzleşilmedi. 12 Eylül’deki politik, örgütsel yenilgiye 89-90’larda “sosyalist kamp”ın dağılması ile birlikte küresel olarak ayyuka çıkan “tarihin sonu” ve “başka alternatif yok” dalgasının tazyiki altında ideolojik, teorik, kültürel gerileme ve yenilgi eklendi. Batı’dan ihraç edilen “tartışma süreçleri”, “yenilenme” çağrıları, kurulan yasal “parti olmayan parti” girişimleri ne “sosyalizmin sorunları”na dair teorik bir açılım üretti ne de “eski sol”un hastalıklarının aşıldığı politik örgütler yaratabildi. Bu zaman zarfında Büyük Zonguldak Ankara Yürüyüşü, KESK’in kuruluşu, Gazi Mahallesi Direnişi, 96 1 Mayıs’ı gibi toplumsal direnişin ve devrimci hareketin pik yaptığı anlar yaşandı.
Kürt özgürlük hareketinin 12 Eylül Darbesinden kısa bir süre sonra başlattığı serhildanları binlerce can pahasına Kürdistan’da otoriteleşme düzeyine geldi ve devletin de kabullendiği bir yenişememe durumu oluştu. Ne “düşük yoğunluklu savaş konsepti” ne en vahşi katliamlar son Kürt isyanının milyonlarca Kürdün ideolojik, politik ve örgütsel olarak özneleşmesini engelleyemedi. Esas olarak askeri gücün başarısına dayanan otoriterleşme koşullarında belediye seçimlerinde, bağımsız adaylar, “emek ve barış” ittifakları ile genel seçimlerde yasal siyasette hamleler yapıldı ve büyük başarılar elde edildi. 1999’da başta Amed olmak üzere birçok Kürt kentinin belediyeleri yıllarca yönetildi.
1999-2000 yılları yeni bir darbe dönemi oldu. Yıllarca Suriye’den Kürt özgürlük hareketine liderlik yapan Abdullah Öcalan’ın rehin alınarak Türkiye’ye getirilmesi ve 19 Aralık “Hayata Dönüş” adı verilen cezaevleri katliamları ile gerçekleşen iki darbe. Kürt özgürlük hareketi, “dört parçadaki” siyasi gücü sayesinde bu darbede tökezlese de yoluna devam etti. Öcalan’ın İmralı’dan geliştirdiği “Demokratik modernite” ve “konfedaralizm” programı ve stratejisi hareketin derlenişi ve yeniden şahlanışını sağladı. Yerel yönetimlerle özyönetim fikriyatı kitleselleştiği gibi siyasi bir stratejiye evrildi.
Fakat Batı’daki sol hareket 12 Eylül’de gerçekleştiremediği program, strateji vb. değişikliğini 2000’den sonra da gerçekleştiremedi. Aynı program, strateji ve araçlarla yola devam ettiler. Bu dönemde de “metal fırtına”, Gezi isyanı ve 7 Haziran gibi toplumsal hareketin pik yaptığı anlar yaşandı. Ama “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mottosu ile başlayan bildirgeler her şeyin eskisi gibi devam ettiği pratiklerle bitti.
Son kırk yılımızın “bir arpa boyu” olmayan özetinde eksik olan parçanın işçi sınıfı olduğunu hiç kuşkusuz dikkatinizi çekmiştir. Bu kırk yılda belli “kriz” anlarında pik yapan işçi sınıfı hareketi, 15-16 Haziran ya da 1978-1980 arasındaki gibi “DGM’ye Hayır”, “Faşizme ihtar” gibi hamleler gerçekleştiremedi. Gerçekleştirememesinin temel nedeni de –lafı hiç sağa sola bükmeden- işçi sınıfı içinde kökleşmiş, onunla hemhal olmuş bir devrimci, komünist partisi olmaması idi. İşçi sınıfına “tarih sahnesi”nde kendisine önder rolü verilmesine rağmen gerçek hayatta hiçbir role layık görülmedi. Ne Batı’daki sol, sosyalist ve komünist hareket ne de milyonlarca emekçi, işçi Kürtlerin partisi olan Kürt özgürlük hareketi bunu yapmadı.
TC’nin, herkesçe kabul edilen, “yüzyılın krizi”ni yaşadığı bir anda gerçekleşen seçimlerde “bu sefer kesin gidici” denilen siyasal İslamcı, neoliberal faşist AKP ve onun şefi Recep Tayyip Erdoğan zafer elde ederek, “2. Yüzyıl”a giriş yapıldı. Bu “tarihi seçim”, eşitsiz gelişim içindeki Batı ile Doğu arasındaki halk hareketi açısından kesin ve kati bir yenilgi oldu. Hem “pazarlıksız” destek verdikleri burjuva blok hem de kendileri tek tek yenildi. Bu yenilgiye dair tartışmanın köpükleri silindiğinde görülecek yegane gerçek, diğer herhangi bir kimlik derekesine indirilen işçi sınıfıyla kopan bağlar olduğu görülecektir.
Sol, sosyalizm işçi sınıfının ideolojisidir, teorisidir, stratejisidir. Kapitalizme, emperyalizme ve onun siyasi biçimi olan faşizme karşı mücadele ancak işçi sınıfının bir özne olarak zuhur etmesi ile zafere ulaşabilir. İşçi sınıfının çıkarlarını üstelenmeyen, varoluşunu onun toprağında kurmayan hiçbir gücün burjuvazinin egemenliğini aşmaya imkanı yoktur. Kapitalizmin “kader planı” budur…
Şan olsun işçi sınıfına… Şan olsun 15-16 Haziran Direnişine…