İşçi sınıfının evrensel şairi, Türkiye Komünist Partisi üyesi Nazım Hikmet Ran, 15 Ocak 1902’de Selanik’te doğdu. Varlıklı ve tanınmış bir aile ortamında yetişti. Gençliğinin ilk yıllarında şiirler yazmaya başladı. 20’li yıllarda Anadolu’da öğretmenlik yaparken Spartakistlerle ve Marksist düşünceyle tanıştı. 1923’te TKP üyesi oldu. Moskova’da KUTV’da yüksek öğrenim gördü. Öğreniminden sonra Türkiye’ye döndü, yaşamını örgütlü sınıf mücadelesinde yer almak ve o doğrultuda eserler vermekle geçirdi. Uzun yıllar zindanlarda kaldı. Ve uğruna şiirler yazdığı uğruna bedel ödediği memleketinden uzakta, sürgünde öldü.
Kendi cümleleriyle Nazım yoldaş, “Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.” Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Kemalist rejim tarafından katledilmelerini anlattığı “28 Kanunusani” şiiri, 1924’te Moskova’da sahnelendi. Nazım Hikmet aynı yıl Türkiye’ye döndü ve Aydınlık gazetesinde çalışmaya başladı, ancak Kemalist diktatörlük yazılarından ötürü hakkında 15 yıl hapis cezası istedi. Bunun üzerine tekrar Sovyetler Birliği’ne döndü.
1928’te çıkartılan af kanunuyla tekrar Türkiye’ye geldi. 1929 yılında hayatında önemli bir değişiklik meydana geldi. Şiirleri ve yazılarıyla edebiyat dünyasını çarpıcı bir şekilde etkilemeye devam ederken, Kemalist Şefik Hüsnü sekreterliğindeki yönetimiyle politik ve örgütsel görüş ayrılığına düştü. O dönemde TKP’nin başına çöreklenen Kemalist çizgideki Şefik Hüsnü yönetimi ile tartışmalar yaşadı. Yakup Demir (Zeki Baştımar) ve Marat (İ. Bilen) yoldaşlarla birlikte Suphici, Leninci, Bolşevik çizgiyi savundu. Bu yaşanmışlığı “Otobiyografi” şiirinde;
“…partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi…”
dizeleriyle ifade etti.
Dünyada yaşanan derin krizin etkisiyle Batı Avrupa’da esmeye başlayan faşizm rüzgârları Türkiye’yi de etkisi altına almıştı. Kemalist rejim her türlü muhalefet odağını ortadan kaldırmış, kapitalist yönelimli katı bir devletçilik politikası uygulamaya başlamıştı. Nazım’ın da bu terör ve sindirme politikalarından payını almaması mümkün değildi. Pek çok kez tutuklandı, sorgulandı, çeşitli baskılara maruz kaldı. Ancak Nazım tüm bu baskılara rağmen mücadelesini sürdürdü, fikirlerini şiirlerinde ve yazılarında dile getirmeye devam etti. 1938 yılında Harp Okulu öğrencilerine komünizm propagandası yapmakla suçlandı ve düzmece bir mahkemede yargılanarak 15 yıl hapse mahkûm edildi. Hemen ardından donanmayı isyana teşvik ettiği suçlamasıyla, 15 yıllık bir hapis cezası daha aldı, önceki mahkûmiyeti de hesaba katılarak cezası 28 yıl 4 aya indirildi.
Bu olay, Türkiye’de ve dünyada büyük yankı uyandırdı. Nazım Hikmet’in salıverilmesi için kamuoyu oluşturuldu. Dünya genelinde girişimlerde bulunuldu ama dünya savaşının etkisiyle bu çabalar sonuç vermedi. Nazım hapisteyken çok güçlü eserler verdi. Mektuplarıyla Kemal Tahir’i, konuşmalarıyla da Orhan Kemal ve İbrahim Balaban’ı yetiştirdi.
Yıllar ilerledikçe Nazım’ın maddi durumu ve sağlığı bozuldu. Para kazanmak için hapiste dokumacılıktan tercümanlığa kadar çeşitli işler yaptı. 1950’de sağlığının iyice bozulması nedeniyle, serbest bırakılması için açlık grevine başladı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte düzenlenen güçlü ulusal ve uluslararası kampanyaların etkisiyle Nazım serbest bırakıldı, fakat tutsaklığı sona ermedi.
Polis hayatının her anında peşindeydi. Evinin kapısından çıktığı andan itibaren izleniyordu. Bu koşullar altında normal bir yaşam sürmesinin imkânı kalmamıştı. Kısa bir süre sonra da askere çağrıldı. 50 yaşında ve kalbinden rahatsız olan Nazım Hikmet, çürük raporu ile ordudan atılmış olmasına rağmen tekrar “er” olarak askere çağrılmasının altında başka niyetler olduğunu anlamıştı. 17 Haziran 1951’de Karadeniz’de kendisini alacak bir gemiye rastlama umuduyla Tarabya sahilinden kalkan bir sürat motoruyla denize açıldı ve çok sevdiği memleketinden bir daha dönmemek üzere ayrılmış oldu. Maceralı bir yolculuğun ardından 29 Haziran’da Varna üzerinden Moskova’ya vardı.
25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılan Nazım, Sovyetler Birliği’nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet) ile Moskova’da yaşadı. Bulgaristan, Macaristan, Fransa, Almanya, Küba, Mısır gibi ülkelere gitti, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, Demokratik Almanya’da, Bizim Radyo’nun kuruluşuna bizzat katıldı ve daha sonra radyoda programlar yaptı. TKP Merkez Komite üyeliği görevini yürüttü.
Nazım Hikmet, 3 Haziran 63’te Moskova’da gazete almak için sokağa çıktığı esnada geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Egemen ideolojinin temsilcileri bugün Nazım Hikmet’in sadece yurtseverliğini ve duygusal yapısını ön plana çıkartarak onun mücadelesini önemsizleştirmeye, farklı bir noktaya çekmek isteyebilirler ama bu mümkün değildir. Çünkü, Nazım Hikmet, bütün hayatı boyunca mücadelesinin merkezine komünizm utkusunu ve işçi sınıfının savaşımını koymuş, mücadeleden kopmamış hep örgütlü olarak ön saflarda yer almış enternasyonalist bir savaş eridir. Nazım Hikmet’in asıl kimliği budur ve bu kimlik sanatının da ilham kaynağıdır. Nazım, aidiyetini bir şiirinin ilk mısralarında şöyle ifade eder;
“T. K. P.’m benim,
Seni düşünüyorum.
Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın,
En büyük ustalığımız,
En ince hünerimizsin.
Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun.
Dünyada bir anılır şanlı soyun var :
Sen küçük kardeşisin V.K.P.(B) ’nin.
Sen bana bugün
Mübarek alnındaki yara yerinle
Ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün.
Yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl.
Ömrümde yalnız seninle
Ve senin safında olmakla övündüm, (…)”
Nazım’ı anlamak ve anlatmak için bu ilkeli duruş yeterlidir diye düşünüyoruz. 1990’lı yılların başlarına kadar şiirleri ve diğer eserlerinin yayınlanması kendi ülkesinde yasak olan ve evinde Nazım eserleri bulunanların yüksek hapis cezalarına maruz kaldığı bir komünist şairin bugün çok geniş kesimler tarafından kabullenilmesi veya kabulleniyor gibi gözükmeye çalışmaları O’nun düşüncelerinin ve duruşunun eseridir. Buradan çıkarılması gereken sonuç şudur: Nazım’ın uğrunda mücadele ettiği düşünceleri de toplum içinde bu derece sahiplenilecek bir düzeye getirilmelidir. Nazım’ın bize olan vasiyet budur ve biz de bu vasiyeti yerine getirmeye çalışmalıyız.
POLİTİKA HABER YAYIN KOLEKTİFİ