14 Mayıs seçimlerine çok az zaman kaldı. Birçok kamuoyu araştırmasında başkanlık seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun önde olduğu sonucu çıkıyor. Seçim alanlarından yansıyan görüntüler de bunu destekleyen nitelikte. Başkanlık seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan’ı desteklemeyeceğini açıklayan Emek ve Özgürlük İttifakı da yazılı açıklama ile Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini duyurdu. HDP seçmeninin başkanlık seçiminde belirleyeceği olacağı önceden beri belli idi ve EÖİ’nın açıklaması ile Kılıçdaroğlu’nun kazanmasının daha da kesinlik kazandığı şeklinde yorumlanıyor.
Muhalefet cephesindeki bu gelişmelere karşı Saray ittifakının sözcülerinden ardı ardına “darbe” açıklamaları geldi. Önce İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ardından Erdoğan ve diğerleri tarafından 14 Mayıs seçimlerinde muhalefetin darbe yapmaya çalıştığı ifade edildi.
Saray sözcülerinin bu açıklamaları, defalarca hukuk dışı işlemler yapan Yüksek Seçim Kurulu, Anadolu Ajansı gibi kurumlar eliyle siyasi bir darbeye hazırlık yapıldığı anlamına mı geliyor? Böylesi bir plan nasıl boşa düşürülür? Muhalefet ne yapmalı? Bu soruları, daha önceki yazılarda iktidarın darbe yapma ihtimali konusunda uyarılarda bulunan TKP eski Politbüro üyesi ve Özgür Politika yazarı Veysi Sarısözen’e sorduk. Sarısözen’e göre “Adam kaybetti” ama Erdoğan ve avanesinin kanlı darbe yapma ihtimali var.
Seçimlere iki hafta kaldı. Önce S. Soylu’nun 14 Mayıs seçimlerinde muhalefetin darbe yapmak istediği açıklaması ardından da Erdoğan da K. Kılıçdaroğlu’nu Kandil’in desteğiyle cumhurbaşkanı olmaya çalışmakla suçladı. Bu arada da Amed ve İstanbul merkezli gözaltı ve tutuklama operasyonları oldu… Siz Saray’dan gelen bu açıklamaları nasıl yorumluyorsunuz? Saray’ın seçim sonuçlarını tanımama gibi ihtimali nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçime sayılı günler kala, bütün kamuoyu yoklamalarının ortalaması, Erdoğan’ın seçimi kaybedeceğini artık kesine yakın bir açıklıkla ortaya koydu. Özellikle Yeşil Sol Partinin “bir oy Kılıçdaroğlu’na, bir oy Yeşil Sol’a” açıklamasından sonra, Kürt seçmenlerin arasında varolan tereddüt sona erince, seçimlerin sonucu fiilen kesinleşti: “Adam kaybetti.”
Artık “Erdoğan mı, Kılıçdaroğlu mu?” sorusu yanıtlandı ve geriye şu soru kaldı: bu fiili sonuç, “korunabilecek mi?”
Bu saatten sonra “kamuoyu araştırmaları”nın söyleyebileceği yeni hiçbir şey kalmadı. Çünkü Erdoğan sandıktaki sonuçları “değiştirmenin” ilk adımı olarak kamuoyu araştırması yapan şirketleri, çok büyük ihtimalle baskı altına alacaktır. Devletin bütün kurumlarını ele geçiren Ergenekon-AKP-MHP-Hizbullah koalisyonunun son bir hamleyle kendini savunma imkanları olmayan bu Araştırma şirketlerine el atmasına hiç kimse şaşırmamalıdır. Bir iki şirket bu el koymaya göğüs gerebilirse, onları “demokrasi kahramanı” ilan etmeliyiz. Bu notu, artık araştırmaların sonucunu “dizi filmi” gibi izlemek yerine, alanlardaki halk kitlelerinin verdiği mesaj ile Saray’ın verdiği mesajlara bakmanın, bunları tahlil etmenin biricik doğru tutum olacağını anlatmak için ekliyorum. (Zaten seçim yasakları başladı ve kamuoyu araştırma sonuçlarının yayınlanması yasaklandı.) Nitekim halkın verdiği mesaj da, Saray’ın verdiği mesaj da, en bilimsel kamuoyu araştırmasından kıyaslanmaz şekilde bize gerçek sonucu veriyor. Tekraren yazarsak: Adam kaybetmiştir.
Sözünü ettiğiniz Soylu ve Erdoğan’ın açıklamalarının ilk anlamı “adamın kaybettiğini” en açık şekilde gösteriyor. Seçime giren hiçbir iktidar partisi, kendisinin aldığı seçim kararıyla, kendisine karşı “seçim darbesi” yapılacağını söylemez. Hele rakip parti adayının “falancanın desteği ile seçimi kazanma ihtimalinden” asla bahsetmez. “Kazanacağız demiyoruz, kazandık diyoruz” diyerek “kuyruğu dik tutar.” Bunlar kuyruklarını iki bacaklarının arasına sıkıştırdılar.
Ancak…
Halk deyişini hatırlayalım: Isıracak ‘bobi’ havlamaz. Fırtına estirecek olan ‘yağmadan gürlemez.” O halde soralım Soylu ve Erdoğan neden “darbe tehdidi” yapıyor? Her ikisi de, böyle en ağır Anayasa suçu işleyeceklerini alenen ilan ile kendi kendilerini neden böyle fütursuz ihbar ediyor? Gelin resmi yakından inceleyip, ardından yorumlayalım:
Binali Yıldırım, muhalefeti “işgalci” olarak nitelemekte. Soylu “darbeci” demekte. Erdoğan “terörist” damgasını vurmakta. Akar da işgalcilere, darbecilere ve teröristlere ne yapılacağını, kendisine “vur de vuralım, öl de ölelim” diye tezahüratta bulunan güruha, “o da yakında olacak” diyerek açık bir dille ifade ediyor. Ve nihayet Erdoğan “muhalefeti Cudi’ye, Gabar’a gömeceğini” söyleyerek Akar’ın “yakında” sözüne “açıklık” getiriyor. Malum bu sayılan dağlara 14 Mayıs günü seçim sandığı kurulmayacak. Belli ki Erdoğan “sandukalardan” söz ediyor.
Dünya tarihinde böyle kanlı bir darbe yapacağını resmen ilan eden bir başka iktidar olmamıştır. O halde soralım: Erdoğan ve avenesi böyle bir kanlı darbe yapabilir mi?
Mafyatokratik bir iktidar olduğunu düşünürsek, böyle bir ihtimalin varolduğunu hesaba katmamız gerekir. Suça bulaşmış bir çete her yola başvurabilir.
Ancak böyle bir darbe ancak “emir komuta zinciri” içinde yapılırsa başarıya ulaşır. Ordunun ve polisin zirvesinde ve kilit noktalarında tam bir anlaşma yoksa, “darbe” değil, “iç savaş” olur. 1962 ve 63 yıllarında Talat Aydemir’in iki darbe teşebbüsünde ve 15 Temmuz’da olduğu gibi devletin silahlı güçleri birbirleriyle çarpışır.
Üstelik durum bu iki “darbe teşebbüsünden” farklıdır. Sözkonusu darbe teşebbüslerinde orta yerde yalnızca devletin silahlı unsurları vardı. Bu defa seçim eşiğindeyiz ve darbe yapılacaksa devletin bir kısmına karşı devletin diğer kısmı darbe yapmayacak, darbe Erdoğan rejimine karşı çıkan halk çoğunluğuna karşı yapılacak. O halde darbeciler yalnızca devletin içindeki karşıtlarıyla değil, halk çoğunluğu ile karşı karşıya gelecek. Böylece söz konusu darbe teşebbüslerindeki “kısmi iç savaşın” bu defa topyekün bir iç savaşa dönüşme riski vardır.
Eğer delirmediyseler, iktidardaki adamlar böyle bir riski kolay kolay göze alamazlar.
Alırlarsa ve iç savaş yaşanırsa neler olacağını düşünelim. Bu yolla Erdoğan başta kalmayı başardığı gün, Türkiye geri dönüşü olmayacak kertede “bölünme” sürecine girer. Türk işgalci güçleri Suriye topraklarından çekildiği gibi, cihatçıları kovalayacak olan Suriye ordusu bir anda Hatay’a dalar. Roller tersine döner. Suriye’yi işgal eden, Suriye’nin işgaline uğrar. Yunanistan o gün Kıta ve Hava sahanlığını 12 Mile çıkarır, Türkiye Ege denizini tümüyle kaybeder.
Bazıları Türkiye’de “iç savaş olmaz” demekte. Rejim seçim sonuçlarını tanımıyorum dediği dakikada seksen milyonun katılacağı bir iç savaş olmasa bile, halk iradesini savunacak olan on binlerce insan ölüm pahasına direnecektir. Demokrasi adına direnenlerle seçimi çalmaya kalkanlar arasında meydana gelecek çatışmaların adı, onlar bastırılsa bile yine “iç savaş” olacaktır. Ve yukarıda sayılan ihtimaller ortadan kalkmayacaktır.
Bu ihtimalleri güçlendiren hali hazırdaki etkenleri unutmayalım. Çözüm masasını devirdiği ve stratejik müttefiki Batı yanlısı orduya ve Cemaate karşı darbe yaptığı zaman Erdoğan güçlüydü. Ekonomik kriz henüz patlamamış, rejime halk desteği erimemiş, Türkiye uluslar arası arenada tecrit olmamış, en büyük desteği olan NATO’dan ve Avrupa Konseyinden fiilen dışlanmamış, sosyo-ekonomik yapı mafyatokrasiye dönüşmemiş, Batı yanlısı sermaye ile Avrasyacı bu mafyatik sermaye arasında çelişki tırmanmamış, devlet aygıtı içinde ayrışma belirtileri ortaya çıkmamış ve nihayet iktidar güçleri henüz Üçüncü Dünya Savaşında Kürt özgürlük hareketi karşısında şimdiki yenilgiye uğramamıştı.
Bu koşullarda kafasında darbe yapma fikri olanı tımarhaneye atarlar. O halde “işgalciyi denize dökmek, darbeciyi ezmek ve terörist muhalefeti Cudi’ye gömmek” naralarının anlamı nedir? İktidar şu son haftada neden ansızın bu akıl almaz tehditleri savurmaya başladı?
Çünkü Kılıçdaroğlu ve partisi, onu destekleyen medya, bizlerin aylardan beri işaret ettiğimiz tehlikeye geçtiğimiz hafta işaret etti: Kılıçdaroğlu Yüksek Seçim Kurulu’na güvenmiyoruz dedi. Yardımcılarından biri Erdoğan’ın bu defa “oy verenlere değil, oy sayanlara önem verdiğini” söyledi. Henüz YSK’nın “sivil darbe cuntası” olduğunu dile getirmeseler de bu kuruma güvensizliklerini geçmişten farklı bir vurguyla dile getirmeleri Saray’ı harekete geçmeye mecbur etti.
“Darbe sopası”nı göstermeleri, seçmeni ve muhalefeti “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” amacı taşıyor. Orduyla, jandarmayla, polisle, bekçiyle, Hizbullah ve “silahlandığı duyurulan” AKP Gençlik Kollarıyla, SADAT’larla yapılacak “dehşet” uyandıran darbe “sis bombasıyla” rejim YSK’nın “sivil darbesini” gizlemeye çalışıyor. Erdoğan şu ara seçimi kazanmayı düşünmüyor. Mümkün olan “en küçük bir farkla” kaybetmek için canını dişine takmış mitingden mitinge, TV programından programına koşuyor. Çünkü fark ne kadar az olursa YSK kaybettiği halde Erdoğan’ı o kadar kolay Cumhurbaşkanı ilan edebilecektir.
“İşgalciler, darbeciler, teröristler” yaygarasıyla gizlenmek istenen YSK’nın yapmaya hazırlandığı işte bu “sivil darbedir.” Çok basit ve minimum riskle yapılacak olan asıl “darbe” YSK’nın sivil darbesidir. YSK bir “anayasal kurumdur”, verdiği karara hiçbir şekilde itiraz mümkün değildir. Eğer YSK halkın baskısı ile geriletilemezse, seçim gecesi saat 24’te on saniyelik bir açıklama yapabilir ve “Erdoğan kazandı” diyebilirse, hukuki yollarla yapılacak hiçbir şey yoktur. “Atı çalan Üsküdar’ı aşar.”
İktidarın YSK, AA vb. eliyle bir siyasi darbe yapma planını muhalefet partilerinde yeterince ciddiyetle ele alınıyor mu? Gözleminiz nedir? Ve böyle bir darbe nasıl engellenebilir ya da savuşturulabilir sizce?
Görüldüğü gibi rejimin elinde “anayasal bir kurumun”, oy oranlarında küçük bir kalem oynatmasıyla darbe yapmak varken, iç savaşı göze alması bugünkü veriler ışığında sıfır ihtimaldir.
YSK’nın sivil darbesini önleme yolunda Kılıçdaroğlu ilk ve ancak küçük bir adımı geçtiğimiz hafta attı. YSK’ya güvenmediğini açıkladı. Ancak bu adım yetersizdir ve tüm uyarılarımıza rağmen YSK’nın ipliğini pazara çıkartma konusunda vahim bir gecikme olmuştur. YSK’nın “sivil darbe” yolunda attığı adımlara karşı gereken sertlikte hiçbir tepki verilmemiş, seçmen kitleleri bu kurumun bir “sivil darbe cuntası” olduğu yolunda aydınlatılmamıştır. Erdoğan iki kardeşten birini Sayıştay’ın, diğerini YSK’nın başına getirdiği zaman da, İl ve İlçe Seçim Kurullarının başına hepsi avukatlıktan aceleyle hakimliğe sıçratılan ve avukatlık süreleri hakimlik stajı sayılarak AKP’iler geçirildiği, böylece YSK’nın “sivil cunta” ve İl, İlçe Seçim Kurullarındaki parti görevlilerinin zayıflatılması ve baskı altına alınmasıyla, bunların da “cuntanın darbe ağı” haline getirilmesi yolunda adımlar atıldığı zaman da, YSK diplomasız Erdoğan’ın üçüncü defa aday olmasını onayladığı ve Bakanların istifa etmeksizin adaylıklarını kabul ettiği zaman da, nihayet “seçim sonuçlarını” YSK’dan önce açıklama yasağını, saat 21’den 24’de çektiği zaman da muhalefet gök kubbeyi YSK’nın başına yıkmaktan kaçınmıştır. Bu son karar, muhalefetin verilerini seçmenle paylaşmasını geciktirmek, buna karşılık havuz medyasına göz yumarak seçmeni Erdoğan’ın kazandığına inandırmak ve saat 24’de Anadolu Ajansı vasıtasıyla yayınlanacak ilk manüple edilmiş, sahte sandık sonuçlarıyla YSK’nın “sivil darbesi” için zemin hazırlamasını sağlamak amacını güdüyor.
YSK’nın ipliğini pazara çıkarmadaki bu gecikmeye rağmen hala atılacak adımlar vardır ve YSK’nın seçim darbesini önlemek mümkündür.
Erdoğan ve Soylu’nun “darbe” tehditlerine ve YSK tarafından hazırlanan “sivil darbe” tehlikesine karşı yapılacak ilk iş, tüm muhalefetin sandıklar açıldığı andan itibaren “seçim zaferini kutlamak” amacıyla bütün ülkede seçmenleri alanlara çağırması, YSK ve İl, İlçe Seçim Kurullarının etrafında toplamasıdır. Darbecileri caydıracak ilk önlem budur.
İkinci büyük önlem ise, tüm muhalefet partilerinin, “darbe gerçekleştiği durumda sine-i millete çekileceğini” hemen şimdi ilan etmesidir. 1946 seçimlerinden sonra, DP, 1950 seçimleri öncesi, seçimlerdeki hilelerin tekrarlanması durumunda sine-i millete çekileceğini ilan etmiş, bu ültimaton karşısında İnönü rejimi halk iradesine boyun eğmiştir.
Bu önlemlerin Altılı Masa tarafından alınmasını beklemek büyük hata olacaktır. O nedenle Emek ve Özgürlük İttifakı partilerinin, bu ittifaka dahil olmayan tüm sosyalistlerin Millet İttifakını bu acil önlemleri almaya çağırmalı, onların tabanına var olan tehlikeyi ve bunu önlemenin yollarını zaman geçirmeden anlatmak için harekete geçmelidir.
İster “kanlı darbeye”, isterse “sivil darbeye” karşı kitleleri seçim kazanımını savunmaya yöneltecek güç Yeşil Sol Parti, onun bileşeni HDP ve ESP gibi partilerdir, o nedenledir ki rejim seçime az kala işte bu iki partiye karşı amansız bir saldırıya geçmiş bulunuyor.
Eğer Kılıçdaroğlu, Akşener ve diğerleri YSK’nın “sivil darbe” yeltenişine ve HDP ile ESP’ye karşı saldırılara şu anda olduğu gibi gereken tepkiyi göstermez, darbeyi boşa çıkartmanın önlemlerini almazlarsa, biz o zaman, seçim gecesi bir kere daha “Muharrem İnce” teslimiyetiyle karşı karşıya kalabiliriz.
Eğer Altılı Masa YSK’nın sivil darbe yeltenişine karşı gereken radikal önlemleri almazsa, biz bu muhalefetin rejimle uzlaştığını, Başkanlığı Erdoğan’a bırakma karşılığında, TBMM’de çoğunluğu elde etmekle yetineceğini anlayacağız. Kimisi buna “yumuşak iniş” dese de böyle bir uzlaşma “çürümüş faşizm”den ”zinde faşizm”e geçişten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Çünkü bu durumda olacak olanlar şöyle sıralanabilir:
Sivil darbeyle başkanlığı kaybeden Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanlığını da kaybeder. CHP’nin başına her an Ergenekon’la, o değilse AKP ile uzlaşmaya hazır olan Ekrem İmamoğlu geçer.
Akşener’in partisi de, Davutoğlu’nun partisi de, İmamoğlu’nun başında bulunduğu parti de, ekonomik, toplumsal ve dış politik kriz karşısında AKP’yle “beka koalisyonunda” birleşir. İşlevsiz TBMM, kaçınılmaz biçimde başkanlığı, Millet İttifakı’nın darbeye önlem almaması sonucunda gasp eden Cumhurbaşkanının etrafında toplanır. Sonra taşlar yerine oturur. “Süreç içinde faşizm” yeni bir evreye adım atar. Emekçi halkın sırtına ekonomik enkaz yüklenir, doğacak tepkiler Akşener’e verilecek olan polis ve jandarma tarafından amansızca bastırılır. Bu tepkileri önlemenin diğer yoluna yeniden girilir, Kürdistan savaşı tırmandırılır vs.
Ancak böyle bir “restorasyon” ya da “faşizmin güncellenip, gençleştirilmesi” dünyanın sonu değildir.
Bu defa “adam kazandı” deyip, Altılı Masa’nın eve gitmesinin bedeli sanılandan çok daha ağır olur. Çünkü milyonların Erdoğan rejimine öfkesi Altılı Masa’nın “ajitasyonuyla” ortaya çıkmamıştır. Altılı Masa kitleleri rejime karşı seferber etmemiştir. Halkın Erdoğan rejimine karşı öfkesi bu partileri yıllardır yattıkları “ölüm uykusundan”, Erdoğan rejimiyle yaptıkları ortaklıktan (savaş tezkereleri, dokunulmazlıklar v.s.) uyandırmış, harekete geçirmiştir. Seçim gecesi “adam kazandı, önümüzdeki seçimlere bakacağız” dediklerinde onlara oy veren kitleler bu partileri ezip geçecek ve topunun birleşmesi karşısında da Yeşil Sol Parti’ye, sosyalist harekete, yönelmeye başlayacaktır. Bu defa “adam kazandı, kanlı darbe” olacağına, “YSK’nın sivil darbesi” olsun diyenler, siyasi hayattan tasfiye olacaktır. Sistemin iki alternatifinin (Saray ve Millet İttifakının) son tahlilde yok olması demek, “üçüncü yolun” biricik demokratik alternatif haline gelmesi demektir.
14 Mayıs gecesi çok kritik bir gecedir. Erdoğan devrilebilir ve Demokratik Cumhuriyetin yolu o gece açılabilir. Ama o gece her şey demek de değildir. Altılı Masa’nın “kanlı darbeden” korkup, “sivil darbeye” razı olması dünyanın sonu olmayacak, mücadele bir yandan daha zor koşullarda devam edecek, ama diğer taraftan bu defa kitleler asıl o zaman sistemden kopacak. Erdoğan’a duyulan kitlesel öfke, bu defa topuna karşı bilinçli, örgütlü güce dönüşecek.
Artık “yeni bir seçim gecesinde” mi, yoksa devrimci durumun oluştuğu bir “kim kimi anında” mı olur, bilemesek de demokrasiye devrimci yoldan ulaşmak tek yol haline gelecek.
Sanırım bu analiz neden Yeşil Sol Parti’nin TBMM’de maksimum güce ulaşması gerektiğini de göstermiş olmalıdır.
Şimdi bütün bunları düşünürken, önümüzdeki kısa ve tehlike ve imkanlarla dolu zamanı en iyi şekilde değerlendirmek, dikkatimizi Erdoğan’ın devrilmesi amacında yoğunlaştırmak ve “seçim gecesi”nin önemini bilince çıkarmak gereklidir.
Emek ve Özgürlük İttifakı yazılı bir açıklama ile K. Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıkladı. Bu desteği siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın Kılıçdaroğlu’nu destekleme açıklaması, basit bir seçim manevrası değildir. Bu destek “üçüncü yol” dediğimiz “devrim sürecinin” önemli bir taktik evresiyle ilgilidir. Bu evre “diktatörlüğe son verme ve böylece devrimci sürecin eseri olacak olan Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne giden yolu açma” evresidir.
Önümüzdeki seçimin, bugüne kadar yapılan bütün seçimlerden farkı, eğer başarılırsa, devrimci bir öz kazanma ihtimal ve imkanıdır. Bu ihtimal ve imkanın ne ölçüde geniş ve derin bir kapsam kazanması halk kitlelerinin örgütlülüğü, bilinci ve kazanma azmine, Kürt özgürlük hareketi ile diğer sosyalist güçlerin kollektif devrimci, demokratik öncülüğüne bağlıdır.
Demek ki Yeşil Sol Parti’nin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesi, onun programına, sorunları çözüm planlarına değil, diktatörlüğü devirme hedefine bağlıdır.
Bazı arkadaşlar, “Erdoğan ve Kılıçdaroğlu” ikilemine hapsolunduğunu, bunun üçüncü yolla bağdaşmadığını, HDP’nin seçimlere kendi adayıyla katılmasının doğru olacağını düşünmüşlerdir. Bu taktik konusunda bir tartışmadır. Emek ve Özgürlük İttifakı bu yönde de bir karar verebilirdi. Ancak böyle bir taktik, diktatörü seçimin birinci adımında devirmeyi imkansız kılacak ve Erdoğan’a “Haziran ve 1 Kasım seçimleri arasındaki döneme” benzer “iki haftalık” bir zaman kazandıracaktı. İttifak bu “riski” hesaba katmış olmalıdır.
Ancak, her ‘destek’ taktiği gibi, Kılıçdaroğlu’nu destekleme taktiği de beraberinde bir başka “riski” bağrında taşımaktadır. İttifakın nispeten daha az örgütlü ve politk bakımdan deneyimsiz ve geri kesimlerinin “restorasyon” yanlısı güçlerin peşine takılması riskini. Böyle bir risk vardır. Bu riskin de göze alındığı anlaşılıyor. Ve biz devrimci mücadele sürecinde “risk” taşımayan tek bir adımın bile var olmadığını, olmayacağını çok iyi biliyoruz. Paçanın çamura bulaşmasını göze almadan burjuvazinin yarattığı balçık bataklığında karşı kıyıya geçmen imkansızdır. Ancak bataklıktan boğulmadan geçebilmek için, kitlelerin bilincinde “legalist ve parlamentarist” önyargılarla aktif bir şekilde mücadele etmek, hareketin içindeki bu türden eğilimleri etkisizleştirmek gerekir. Faşizm koşullarında mücadele ettiğimizi, böyle hayallere yer olmadığını bilmeliyiz. Çünkü bu hayaller son tahlilde, “kanlı faşist bir darbeye karşı YSK’nın sivil darbesine” razı olma gibi ağır sonuçlara yol açabilir.
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçim taktiğinde şu iki karar büyük bir önem taşımıştır: Seçime Yeşil Sol Parti’nin “tek listesinde” ve “tek adayla” girmek… Bu konuda İttifak’ta farklı yaklaşımlar da ortaya çıkmıştır. TİP seçime “ayrı” listeyle girerken, ESP tek adayı “boykot” etme kararı almıştır. TİP’in aldığı karar, Yeşil Sol Parti’ye kimisinin ifadesiyle 7-8 vekilliği kaybettirme ve belki de tüm muhalefetin TBMM’de çoğunluğu kazanmasını önleme riski taşımaktadır. ESP’nin boykot kararı ise pratikte bu ölçüde bir olumsuz sonuç yaratmayacaktır ve benim izlenimime göre ESP’li arkadaşlar bu adımı kendi ideolojik çizgileriyle “tutarlılık” adına atmış bulunuyorlar. Geçerken artık bu farklılıkların tartışma gündeminden çıktığını ifade etmeliyiz.
“Destek” konusunu konuşurken, ittifakımızın verdiği desteği Erdoğan rejiminin çarpıtmasına da değinmek gerekir.
Erdoğan Yeşil Sol Parti’nin “destekleme” kararını, “Kandil’in desteği” olarak çarpıtıyor. “Çıkartma gemisini uçak gemisi” diye yutturmanın, model model SİHA’ları “dış mihrak motorlarıyla” uçurtmanın, asgari ücrete yaptığı her zamdan sonra yeni bir zam daha yapmak üzere enflasyona mahkum olmanın seçim kazandırmaya yetmediğini gören rejim, yeniden “anti-Kürt” propagandaya dört elle sarılmıştır. Bu defa bu propaganda tüm Millet İttifakını hedef almıştır. İddia Millet İttifakı adayı Kılıçdaroğlu’nun “Kandil tarafından desteklendiği”dir.
Bu sunturlu bir yalandır. PKK ve KCK, onun sözcüleri Yeşil Sol Parti ve onu oluşturan Emek ve Özgürlük İttifakı “kendi adayını çıkartmama” kararı alana ve nihayet somut olarak Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini açıklayana kadar hiçbir şekilde “Kılıçdaroğlu’nu desteklemekten” söz etmemiş, bu yönde en küçük bir işaret vermemiştir.
“Kandil” Kılıçdaroğlu’nu değil, Kürt halkının, Yeşil Sol Partiyi oluşturan emekçilerin, sosyalistlerin, çevrecilerin, feministlerin, demokratların kararını, yani bu kararı verenleri desteklemiştir.
Şu artık anlaşılmalıdır: Silahlı yolu mu, barışçı yolu mu seçme meselesine Kandil, seçimde kimi destekleyeceğine Yeşil Sol Parti karar verir. Hayatında eline mantar tabancası almayanın savaş konusunda, hayatında oy kullanmayanın seçim konusunda karar vermesi eşyanın tabiatıyla uyuşmaz. Bu ikisinin arasındaki ilişkiyi ise, yüz yıldır mücadele eden halk kurar ve kurmaktadır.
Son olarak AKP’nin kimler tarafından desteklendiğine değinelim.
Her şeyden önce, o dönemde yapılan kamuoyu araştırmalarının gösterdiği gibi, Türkiye halkının yüzde 80’ni AKP’nin mecbur kaldığı “çözüm sürecini” destekledi. Kandil de AKP’ye “çözüm sürecine” uygun attığı her adımı destekledi. Abdullah Öcalan bu süreç boyunca baş müzakereciydi ve AKP’ye karşı herkesi hem uyardı ve hem de sürecin ilerlemesi için AKP de dahil herkesi teşvik etti. Çözüm sürecinin kendisi AKP’yi bırakalım Türkiye’ye büyük imkanlar sundu. 2015 yılına kadar ekonomi büyüdü, halkın refahı arttı, Türk lirası değerliydi. Türkiye’nin uluslararası prestiji büyüktü, Türkiye neredeyse AB üyeliğini kazanmak üzereydi, savaş büyük ölçüde durmuş kalıcı barış ufukta görülmüştü. Bu ortamın kendisi AKP’nin en büyük desteği oldu, oyları arttı.
Bunu geçelim. Çünkü AKP’yi 20 yıldır ayakta tutan “çözüm sürecine” verilen destek ya da kimilerinin hala üstünde tepindiği “yetmez ama evetçiler”in desteği değildir. Küresel güçlerin desteğidir.
Erdoğan daha yasaklıyken ve henüz Başbakan bile değilken, ABD’ye çağrıldı ve desteklendi. Aslında ABD’nin “ılımlı İslamcı” alternatifi olan Gülen Cemaati’nin “askeri vesayetçilere” karşı stratejik desteğini aldı.
Şimdi de Erdoğan’daki “eksen kayması” dönemine gelelim. Bu dönemde artık “Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’da” bütün devletlerin karıştığı “üçüncü dünya savaşı” hızla tırmanıyordu. Erdoğan artık Kürt halkının “ihtiyatlı desteğini” kaybetmişti ve stratejik desteği Gülen Cemaatini Ergenekoncularla birlikte ezmişti. Yönünü Rusya’ya ve dolayısıyla Çin’e çevirmeye başlamıştı.
Ne oldu? ABD’nin ve AB’nin desteğini kaybetti mi?
NATO’nun “stratejik düşman” ilan ettiği Rusya’ya yanaşmasına, NATO’nun içinde “Truva Atı” işlevi görmesine, bölgedeki “DAİŞ karşıtı Koalisyona” sözde dahil olduğu halde DAİŞ ve türevleriyle birlikte bu Koalisyonun taktik işbirliği yaptığı Rojava’nın bir çok kentini işgal etmesine, İran’a karşı ambargoyu alınan rüşvetler karşılığında delmesine, Rusya Ukrayna’da NATO’yla yaptığı savaşta, Türkiye’de ambargoyu delecek imkanlar vermesine, NATO üyesi Yunanistan’ı savaşla tehdit etmesine, Avrupa’ya “mülteci şantajı” yapmasına, Avrupa Konseyi’nin bütün ilkelerini ve AİHM kararlarını haydutça çiğnemesine, Avrupa devletlerinin bağrında eşi görülmemiş bir “casusluk ağı” kurmasına rağmen ABD ve AB, dolayısı ile NATO Erdoğan’a “destek” verdi. S-400 alarak NATO’ya karşı “silahlanma” adımı atmasına sadece Türkiye’yi F-35 üretiminden dışladı.
Oysa önde gelen ABD ve AB sözcüleri zaman zaman Türkiye’nin “güvenilir müttefik” olmadığını, NATO’dan ve Avrupa Konseyinden ihraç edilmesi gerektiğini açıklasalar da bu yönde tek bir adım atılmadı.
İşte bu adımın atılmaması, Erdoğan’a verilen en büyük stratejik destektir. Eğer bu adımlar atılsaydı, yukarıda ifade ettiğimiz dehşetli sonuçlar o gün doğardı. NATO şemsiyesinden mahrum hale gelen Türkiye Rojava’da işgal ettiği bölgelerde bir gün bile tutunamazdı. Suriye ordusu Türkiye’nin müttefiki “cihadistleri” önüne katar, onları Hatay’daki inlerinde imha eder ve bir daha da oradan çıkmazdı. Yunanistan aynı gün hava sahasını ve denizdeki kıta sahanlığını 12 mile çıkarır, Ege’yi Türkiye’ye kapatırdı. Bu ise Boğazların askeri stratejik önemini sıfıra indirirdi. Avrupa Konseyinden atılan Türkiye aynı gün ekonomik olarak çökerdi. Buna karşı Türkiye “mültecileri salmaya” kalktığında, hala matemini tuttuğu “Balkan Savaşında” uğradığı durumla yüz yüze gelir, Bulgar, Yunan, Romanya orduları o gün Türkiye sınırlarına dayanırdı. Ve Türkiye artık “ortak vatan” olma vasfını kaybedince, o gün Kürdistan Türkiye’den “ayrılırdı.”
Erdoğan hala iktidarda ise ve hala “darbe” tehdidiyle iktidarda kalmayı düşünüyorsa, işte ABD ve AB’nin onun iktidarına verdiği bu destek sayesindedir. Bu “desteği” çekin, ne Erdoğan’dan ne de Türkiye’den bir zırnık eser bile kalmaz.
Onun şansı, üçüncü dünya savaşı koşullarında var olan “nükleer dehşet dengesidir”. NATO-Rusya savaşında taraflar Türkiye’yi verdikleri destekle yanlarına çekmek için her şeyi yapıyorlar.
Siz bakmayın verdikleri desteğe. Halk Erdoğan’ı devirdiği gün, hem NATO, hem de Rusya ve Çin Kılıçdaroğlu’na aynı desteği onu yanlarına çekmek için verecektir.
Ancak bu destek iki ucu “pis” bir değnektir. Hangi ucu tutarsan kirlenirsin. Aynı zamanda hangi ucu bırakırsan, o değneği seni terbiye edene kadar sırtına indireceklerdir.
Bazen biz, hem faşist bir rejimde olduğumuzu, hem de ucu nükleer savaşa açık olan üçüncü dünya savaşının tam göbeğinde yaşadığımızı unutuyoruz.
Üçüncü yolu da sanki bir “seçim taktiği” gibi sığlaştırıyoruz.
Üçüncü yolun şu sırada ilk adımı diktatörü devirmek, bölgesel devrimin yolunu açmak, demokratik halk cumhuriyeti nitelikli federatif Ortadoğu Ortak Evi’ni inşa ederek bölgede bir barış etkeni yaratmak, dünya barışının sağlanmasında rol oynamak ve bu rolle birlikte sosyalizme ulaşmaktır.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER