Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” üzerine, TKP eski MK üyesi ve Kürdistan Yöre Komitesi üyesi Ömer Ağın ile görüştük. Ağın, yeni bir mücadele dönemine girdiğimizi işaret ederek, Öcalan’ın çağrısının toplumun demokratik örgütlenmesi yoluyla barışın ve özgürlüğün kazanılması için bir çağrı olduğuna vurgu yaptı.
Ekim 2024’te TBMM’de iktidarın ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Dem Parti vekilleri ile tokalaşması ve ardından Kürt halkının önderi Abdullah Öcalan’ın TBMM’de Dem Parti Grup toplantısında “silahları bırakma” çağrısı yapması için koşulların sağlanması gerektiği açıklamaları ile kamuoyuna yansıyan süreç, 27 Şubat’ta yapılan “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı ile yeni bir aşamaya geçti.
Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” için PKK’nın silah bırakma ve kendini fes etmesini de içeren çağrısı, sol sosyalist örgütlerden, partilerden bölge devletleri, ABD, AB gibi emperyalist devletlere kadar birçok düzeyde tartışılmaya devam ediyor.
Öcalan’ın çağrısı ile ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz Ömer Ağın, “Bugün yeni bir mücadele olanağı doğmuştur. Toplum demokratik bir şekilde örgütlenebilirse –ki hepimiz bunun yol ve yöntemlerini arıyoruz- o zaman insanlığın gelişimi için gerekli adımları atabilecek duruma geleceğimizi söyleyebilmek mümkün” dedi.
Kürt halk önderi A. Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
İlk başta şunu söylemek lazım, sayın Öcalan’ın yaptığı bu çağrı her şeyden önce hümanist, savaşı, şiddeti dışlayan bir açıklamadır. İnsanlık evriminin bütün sorunlarının çözülerek eşit, özgür, barışçıl bir topluma kavuşması için verilen mücadelenin hümanist ve şiddeti dışlayan bir mücadele biçimi olması gerektiğini vurgulaması çok önemlidir. Öcalan, Türkiye’nin Kürt sorununun ya da toplumdaki bütün eşitsizlik, adaletsizlik sorunlarının aşılması için barışçıl, hümanist bir mücadele önermektedir. Bu neden önemlidir? Her şeyden önce, barışçıl çözüm üretici güçlerin, insanın, doğanın tahribini engeller. İnsanlığın en büyük kazanımlarının korunması, sosyalist bir topluma geçiş için vazgeçilmezdir.
Demokratik toplum, gerçek anlamda insanlık tarihini başlatacak olan sosyalist toplumun inşası bakımından bir adım olacağı için önemli bir adımdır. Tarih boyunca insanlığın geliştirdiği üretim araçlarının korunması, geliştirilmesi ve yeniden üretilmesi, sömürü ilişkilerinin kaldırılması için mücadele edilmiştir. Kuşkusuz en önemli nokta sadece insanın maddi ihtiyaçlarının karşılanması değildir. İnsanlığın maddi ihtiyaçları yanında ikinci temel ihtiyacı olan manevi, kültürel ihtiyaçlarının karşılanmasının da garanti altına alınması ile sağlanabilir. Bu ise sömürüsüz, özgür, demokratik bir toplumda olur. Bana göre bu toplumun adı komünizmdir.
“Barış ve demokratik toplum çağrısı”, toplumun demokratik temelde yeniden kendini örgütlemesi çağrısıdır. Bu, toplumun karşı karşıya olduğu sorunların aşılması için bir başlangıç çağrısıdır. Kuşkusuz bu sorunların aşılması insanlığın karşı karşıya olduğu ceberrut yönetimlerin, baskı ve şiddetin ortadan kaldırılması ile mümkündür. Her türlü özgürlüğün, tartışmanın mutlak anlamda sağlanması gerekir.
Hiçbir zaman sadece bir etnik kimlik hakkının sağlanması demokrasi demek değildir. Demokrasi her toplumun ve her toplumda var olan insanlık değerlerinin korunması, emekçilerin, bütün ezilenlerin kendisini özgürce yeniden demokratik bir şekilde üretmesi demektir. Etnik kimlikleri özgür olduğu halde yeterince demokratik gelişme olmadığı için özgürlüğün olmadığı birçok toplum vardır.
Bugün yeni bir mücadele dünyası doğmuştur. Eski sosyalist toplum deneylerinin eksiklerinden –ki bunlar asla kapitalist ülkelerdeki durumla karşılaştırılamazlar, kıyaslanamazlar-, çıkarılacak derslerle insanlığın karşı karşıya olduğu sorunların yeniden ele alınması kaçınılmazdır. Öcalan’ın çağrısı bu bakımdan da önemlidir. Toplum demokratik bir şekilde örgütlenebilirse –ki hepimiz bunun yol ve yöntemlerini aramalıyız- o zaman insanlığın gelişimi için gerekli adımları atabilecek duruma geleceğiz. Konfederalizm, federasyon, bağımsız devlet gibi ulus-devlet eksenli formlar yerine demokratik mevzileri geliştirerek yeni değerler, yeni yollar önererek mücadele etmeyi önermektedir.
TKP MK’nın 4 Mart tarihli açıklamasında Öcalan’ın çağrısına tam destek veriliyor. TKP’nin 1980 öncesi Kürdistan Yöre Komitesi ve TKP MK üyesi olarak geçmiş politikalar ile kıyaslayarak bu açıklamayı nasıl değerlendirirsiniz?
TKP MK’nin açıklamasını sosyal medyada gördüm, okudum. Bana göre kapsamlı bir değerlendirme olmuş. Bu değerlendirmeye bağlı olarak, geçmişte benim de yöneticisi olduğum TKP’nin mücadele çizgisine, değerlerine, özellikle de Kürt sorunun çözümü konusunda öne sürdüğü ve sosyalizm için önerdiği yol ve yöntemlere bakarak bir şeyler söylemek gerekirse, Öcalan’ın çağrısı hakkında yapılan diğer açıklamalara göre en kapsamlı, geçmişe uzanan ve bugünü de değerlendiren bir açıklama olmuş.
TKP’nin geçmişte başardığı bazı adımların bugün Öcalan’ın genel teorisinde ve çağrılarında önemli yankılarının olduğunu düşünüyorum. Örneğin Öcalan, demokratik toplumun gelişiminin en önemli kriterinin kadınların örgütlülüğü ve özgürlüğü olduğunu söylüyor. TKP de 12 Eylül öncesinde kadın örgütlenmesine çok önem veriyordu. İlerici Kadınlar Derneği (İKD) kurulmuştu. Kadınların kendi kendilerini yeniden üretme, özgürlük ve demokrasi mücadelesine katkı yapmaları için o dönemin koşulları içinde –TKP illegal bir parti idi ve büyük baskıların yaşandığı bir dönemdi- önemli bir adımdı. Kürdistan’da da ilk kadın yürüyüşünü Amed’de İKD yaptı. Mardinkapı’dan Dağkapı’ya kadar yapılan bu yürüyüş, kadın haklarını ve özgürlüklerini savunan bir yürüyüştü.
Buna neden dikkat çektim, bir kişinin, hareketin geçmişi geleceğinin teminatıdır. Fakat teminat tek başına sadece bir dayanaktır. Yaşamın, işin gereklerini yerine getirmek için atılması gereken diğer adımlarla tamamlanmazsa elbette o iş başarılamaz. TKP’nin çağrı ile ilgili açıklaması, geçmişteki deneyimlerinden süzülen, deyim yerindeyse teminatlarına uygun olarak bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum.
Öcalan, çağrısında reel sosyalizmin etkisinde mücadeleye başladıklarını belirtiyor ama aynı zamanda reel sosyalizm pratiğinden de kimi özeleştirel sonuçlar çıkarıyor. Sosyalizmin, reel sosyalizm deneyiminde yeterince demokratikleşemediğini belirtiyor. Bu sorunları aşamadığından dolayı dağıldığını ifade ediyor. Bu kısmen doğru bir eleştiridir – kuşkusuz ki o dönemin “soğuk savaş” koşullarını ve uluslararası düzeyde sınıf savaşımının keskin durumunu bu tür değerlendirmelerde dikkate almak gerekir-. TKP’nin geçmişteki sloganlarından biri “Barış, Demokrasi ve Özgürlük” yani “Aşiti, Despirati, Vekiti” idi. Bugün de demokrasiden, özgürlükten, kadın özgürlüğünden, toplumun üretim üzerinden kendini örgütlemesinden bahsediyoruz. Bunun nasıl sağlanacağını araştırıyoruz. Bunları başarmamız kimlik sorunlarının, kültürel sorunların çözümü için de bir kapı olacaktır. Öcalan’ın çağrılarında bütün bu konulardaki birikimleri sahiplenen bir yön var. Yani herkesin olumlu, ileri yönlerini alarak onları geliştirme doğrultusunda bir çalışma içinde olmuştur.
TKP’nin likidasyona maruz kalmış olmasının, böylesi önemli bir süreçte onun oynayabileceği olumlu rolden bizi mahrum bırakmış olduğunu da belirtmem gerekir. TKP 104 yıllık tarihinde çok deneyim biriktirmiş bir partidir. Bundan sonra da tarihsel birikimlerine dayanarak kendini yeniden üretmesi, toplumun demokratik örgütlenmesi çabalarına da büyük destek olacaktır elbette. Nitekim TKP’nin 4 Mart tarihli açıklamasında böyle bir katkı yapabileceklerini gösteren bir yaklaşım söz konusudur.
Çağrı ile ilgili değişik çevrelerin yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi yeni bir dönem doğmuş, yeni dönemde herkesin kendini yeniden değerlendirmesi, gözden geçirmesi gerekiyor. Bu anlamda işin başındayız. Ama şöyle bir kaygım var. Geçmişte kimi sol örgütlerin, grupsal çıkarları için benmerkezci tutum ve yaklaşımları oldu. Özellikle Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda her türlü şovenizmden uzak bir politika yeterince geliştiremediler. Bunun kalıntıları bu çağrı konusunda da kendini gösteriyor. Tersine, çağrıyı demokratik mücadelenin geliştirilmesi bakımından ele alan hareketler de var. Bütün mesele, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi yeni bir aşamaya girmiştir, toplumu barış, özgürlük ve emeğin kurtuluşu temelinde örgütlemek için yeni bir yol haritası, strateji geliştirmeleri gerekiyor. Sadece kimlik, etnisite talepleri ile toplumu demokratik temelde örgütlemenin mümkün olmadığı açıktır. Lenin’in nitelemesi ile “devletsiz devleti”, yani halkın kendi kendini yönetmesinin bugünden inşası için demokratik örgütlenmenin başarılması gerekir.
Sözkonusu sürecin sorunsuz ilerlemeyeceği açık. Ancak bir kazaya uğramadan ilerleyeceğini farzederek, komünistlerin bu süreçte izlemeleri gereken yol ne olmalıdır?
Sizin de dediğiniz gibi, dikensiz gül bahçesi gibi bir mücadele ne geçmişte, ne bugün dünyanın hiçbir yerinde olmadı. Ama önemli olan nokta koşullara uygun, onları iyi analiz eden, geleceğe öneri sunan yöntemleri ortaya çıkarmaktır. Bu bakımdan her hareketin geçmişteki deneyimlerinden ders çıkarması gerekir. Bu sürecin olumlu ilerlemesi için demokratik güçlerin kendini yeniden üreterek, eleştiri ve özeleştiri temelinde demokratik bir ilişki geliştirmeleri, demokratik bir tartışma yapabilmeleri gerekir. Bu temelde herkesin kendi gücü oranında bu demokratik örgütlenmeye katkı yapması gerekir. Marx’ın 11. Tezi’ndeki gibi, bizim için önemli olan yorumlamak değil, dünyayı değiştirmek için çaba sarf etmemiz, bunun için yeni yollar bulmalıyız. Türkiye’de, Kürdistan’da, Ortadoğu’da demokratik eşitliğe dayanan toplumun birleşik yeni bir yapılanma yaratmak lazım. Yeni dönem yeni demokratik örgütlerin doğacağı bir dönemdir de. Varolan örgütlerin yeni döneme sadece adapte olması değil. Yeniden ideolojik, politik açılımlar dönemidir. Bu konuda herkes kendi payına düşeni yerine getirmelidir.
Toplumun yeniden örgütlenmesi için, demokratikleşme mücadelesine bölgesel düzeyde gerici, şovenist saldırıların demokratik yöntemlerle göğüslenmesi, demokratik savunma hakkını en ileri şekilde yaratmak da gerekir. Bu iki şey önemli birer mevzidir.
Siz 12 Eylül döneminde Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinde kaldınız. Burada Kürt hareketinin birçok önemli ismi ile birlikte o zor süreci yaşadınız. O süreçte deneyiminizle hareketin bugünkü yönelimleri hakkına ne söylemek istersiniz?
Diyarbakır zindanında toplam sekiz buçuk yıl kaldım, Esat Oktay Yıldıran’nın yönetimindeki işkenceli günlerde oradaydım. TKP üyesi yüz elli sekiz kişi idik, TKP’li olarak. İGD, İKD, ve Köy-Der’liler de vardı. Bir kitabımda o zindanda yaşananları anlattım. PKK davasından yargılanan arkadaşlarla birlikte kaldık, koğuşlarda, hücrelerde. Yapılan işkencelere, baskılara birlikte direndik, mücadele ettik. İnsanlık onuru için mücadele ettik. Birbirimize çok katkımızın olduğuna inanıyorum. Birçok sorumlu arkadaşla dostça ilişkiler kurma imkanı oldu.
O zamanlar hepimiz genç sayılırdık. Bilgimiz, tecrübemiz de ona göre sınırlı idi. PKK de yeni başlamıştı. Ama kadrolarının büyük çoğunluğu inandıkları şeyler için insanüstü bir mücadele ortaya koydu. Bedel ödemeden hiçbir şey olmuyor. Kendilerine dostluk elini uzatan kişilerin düşüncelerini, önerilerini çok önemserlerdi. Mesela 1983’te TKP kongresi olmuştu, o kongre belgelerini içeriye sokmayı başarmıştık ve onlara da ilettik. Onlarla tartıştık, görüşlerini aldık. Rıza Altun, Mustafa Karasu, Hamili Yıldırım, Mehmet Şener vardı (sonradan ayrıldı), Sakine Cansız, soyadını hatırlayamadığım İdris, Mustafa Sarıkaya vardı. Birçok arkadaşım oldu. Devrimci yoldaşlık temelinde birlikte komünler kurduk, birlikte direndik. O gün Diyarbakır zindanında kurulan bu yoldaşlık ilişkileri bütün yaşamım boyunca ve şimdi de benim için bir teminat oldu.