AKP, iktidarı boyunca muhalefeti tarih üzerinden ‘dövmeyi’ bir siyaset tarzı haline getirdi. Bunu özellikle de, başka konularda sıkıştığı zamanlarda yapsa da tarihi yeniden yazma çabasının sadece gündem değiştirmek için değil yeni bir halk ve bilinç oluşturmak amacını da taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Tarihçi sosyolog Osman Özarslan’ın dediği gibi, “Ulus olmak birlikte hatırlamak ya da birlikte unutmaktır diye bir tez var. Halkın kültürün çok derinlerdedir ama biz bu kültürel kodları sol ya da sağ bir siyaseti oluşturmak için yeniden karabiliriz.”
Bu nedenle Osman Özarslan ile iktidar ve muhalefet arasındaki kavgada tarihin neden ve nasıl kullanıldığını, 27 Mayıs Darbesi ve Menderes-Erdoğan analojisi örnekleri üzerinden söyleştik.
Siyasette tarih üzerinden birbirini dövme daha önceden de bu kadar revaçta mıydı? Yoksa tarihin bu kadar araçsallaştırılarak popülize edilmesi, AKP’nin ikinci cumhuriyetçiliğinden (2. Cumhuriyetçilik’i, ilk cumhuriyetin dışladığı İslamcı, muhafazakar kesimleri de rejime ortak etmesi, netameli bir alan olan Osmanlı mirasına açık ve net sahip çıkış vb.) mi kaynaklanıyor? Bir de Türk toplumu için “tarih bilinci zayıf” derler!
Şimdi ben en sondan başlayayım. Bir defa ben Cumhuriyet’in İslamcılığı dışladığını düşünmüyorum. Örneğin Yakup Kadri’nin romanlarına, Ziya Gökalp’in, Türkçülüğün Esasları’na ya da Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurmuş olduğu iktidarların yapısına baktığınızda İslamcılık baş köşede durur hep. Burada ben Ruşen Çakır’ın formülasyonu hep beğenmişimdir. Türkiye’de İslam hep bir yerdeydi, Rejimin sahipleri İslam’ın siyasallaşmasını önlemeye çalıştılar ki bu da kentli elitistlerle taşra popülizmi arasındaki bir gerilimden kaynaklanan bir şey. İslamcılık meselesi Abdülhamit döneminden başlayarak günümüze kadar Türkiye siyasetinin önemli renklerinden birisi hep olageldi. Ama bu belli düzeyde baskı altında tutuldu.
Hani bu Kapıcılar Kralı filmindeki Kemal Sunal’ın canlandırdığı karakter gibi. Yani aslında İslamcıların her şeyi yapması ama kapıcı dairesinde yaşaması beklendi. Ama belli bir noktaya geldiğinde de bütün o ilişkiler üzerinden İslamcılık memleketin sahibi oldu. Kapıcılar Kralı filminde kapıcının apartmanın sahibi olması bence tam en uygun analoji aslında.
Senin sorduğun öbür soruya gelirsek yani neden bu tarih meselesiyle bu kadar cebelleşiliyor? Yani tarih ile kafayı bozmak bu iktidarın mı sorunu? Aslında değil. Bugün aslında bizim çok fazla tarih bilmememizle de alakalı bir şey. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ine baktığımızda orada tamamen bambaşka referanslarla akan bir tarihsel algı olduğunu görürüz. Ya da Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdıklarına baktığımızda da yine benzer bir şekilde bambaşka bir tarih okumaya ilişkin referanslar, tarihsel metinler, tarihe bakış açılarını görüyoruz. Aslında bu biraz Osmanlı entelektüellerinin kaybolmuş olmasıyla ilgili. Ve 27 Mayıs’tan sonra ve tabii 12 Mart’tan sonra ve gene 12 Eylül’den sonra her ortaya çıkan iktidarın kendisi için bir tarih profili oluşturması ve tarihsel söylem geliştirmesiyle ilgili bir şey.
Ama AKP’’nin bu alanda bu kadar güçlü olmasının sebebi. Birincisi elinde İletişim Başkanlığı diye bir şey var, ikincisi de elinde çok ciddi maddi imkanlar var ve bu imkanlarla kendisi için kendi kafasına uygun bir şey tarih modellemesi yapmaya çalışıyor. Mesela Abdülhamid’i Beştepe’ye yerleştiriyor ya da Tayyip Erdoğan’ı Yıldız Sarayı’na yerleştirilebiliyor. Ya da işte Osmanlı Ocakları’nı Diriliş Ertuğrul dizisinin içerisine yerleştirebilir ya da Diriliş Ertuğrul dizisinin tiratlarını götürüp AKP Gençlik Kollarının metinlerin içerisine yerleştirebilir.
Türk siyasetindeki iki çizgi ve partizanlık (DP-AP’den gelen sağ-muhafazakar liberal çizgi ile CHP’de çivilenmiş ulusalcı seküler liberal çizgi) hala geçerli mi? Ya da AKP sağ merkez olmayı başardı mı ki, sağın tarihe göndermeler yaparak tarih kurmaya çalışıyor?
AKP ile birlikte sağ gerçek merkezine kavuştu. Türkiye’deki sağcılık büyük oranda taşra popülizminden oluşur. Kayseri, Konya, Rize gibi şehirlere baktığımızda oralarda yaşanan ilişkilerin toplamından çıkan şey AKP iktidarı. Ama bu Menderes-Demirel çizgisi Cumhuriyet çizgisi ile sağın çizgisi arasında hibrit bir durumdu. Ama AKP ile bu hibrit durum da ortadan kalktı ve tam sağ oldu. Bu yüzden de güçlü.
Marx, “Bırakınız ölüler ölülerini gömsünler” demişti. Oysa bizde sürekli ölüleri yardıma çağırma geleneği var. Bu kültürel bir olgu mu yoksa devşirme bir siyaset mi?
“Bırakınız ölüler ölülerini gömsünler”, Marx’ın Luka inciline atıfla, yanlış hatırlamıyorsam, 18. Brumeire’de kullandığı bir gönderme. Avrupa’da 1848 devrimleri yenildikten sonra, artık önümüze bakalım, ölüleri ve ölümü değil hayatı ve yaşayanları konuşalım demek istiyor. Ki, 18 Brumeire’in harika girişinde, şöyle birşey diyor, 1848’deki devrimciler barikatlarda çarpışırken kafalarında Fransız Jakobenlerin kızıl şapkaları vardı, ama Jakobenler de Fransız burjuvaları olarak eski rejime karşı mücadele ederken ellerinde Spartacus’ün meşalesi vardı, diyor. Sonra da şunu diyor: eski kuşakların ağırlığı yeni kuşakların üzerine karabasan gibi çöker. Sonra da tarihle ilgili meşhur sözünü söylüyor: Tarihsel özne, tarihin içinde özne olmaya çalışır, ama bunu verili koşullar içinde yapar. Buradan çıkmanın yolu da, ölülerin ölülerini gömmesine izin vermekten geçiyor, ki bugüne dönüp geleceğin siyasetini yapabilelim.
Marx, siyaseti ne kadar dünyevileştirmeye çalışmışsa da, ölülerin hatırasını, tarihsel sahneyi güncele çağırmak hep olmuş. Bugünlerde, definecilik ve arkeolojinin tarihsel arka planı üzerine bir çalışma yapıyorum. Tarihte ilk defineci ya da arkeolog olarak bilinen kişi, Babil Kralı Nabonidus. Saraya iç güveysi olarak gelmiş ve tahtını sağlama alabilmek için, Hammurabi ve Nebukednezzar’dan kalan kamu binalarını, sunaklarını kazdırıp ihya etmiş. Yani geçmişe sahip olmak, onun mirasçısı olduğunu iddia etmek siyaseten bir avantaj sağlıyor.
Bunun daha da ötesinde antropolojik yönleri de var. Ölü dediğiniz şeyin öldüğü zaman meselesi bitmiyor. Ölünün yaşayanlardan bir alacağı oluyor. Ve ölülerle kurduğumuz ilişkiler üzerinden biz bugünkü sosyal düzenimizi kuruyoruz. Ve düzen bozulduğunda da ilk önce ölülere saldırılıyor. Sofokles’in Antigone tragedyasında olduğu gibi, rejimin entropiye girmesi, Antigone’nin kardeşinin ölüsünü gömmesine izin verilmemesi üzerinden verilir. Ya da Türkiye’deki siyasi iktidar barış masasını dağıttığında, Kürtler için kutsal olan mezarlıklara saldırdı vb. Ölümün düzenlenmesi, ölenlerden kalan mirasa sahip olmak siyaset için önemli bir alan.
Burada başka bir şey daha var. Özellikle AKP gibi rejimler için, tarihsel sahnenin sahibi olmak çok avantajlı bir şey, çünkü tarihsel insanlar muhalefet etmezler. Sen onları istediğin gibi kullanırsın, işin bittiği yerde de bir kenara atarsın. Ama yaşayan canlı insanları sahnede tutmanın bir bedeli var. Göndermenin de bir bedeli var. Bunlar güncel siyasetin konusu. Mesela Said Nursi’ye git dediğinde gidiyor ama Bülent Arınç’a git dediğinde gitmiyor. Bu nedenle ölüler ve tarih en maliyetsiz aracılar.
27 Mayıs, Türk siyasetinde sağcı-muhafazakar liberal çizgi ile seküler liberal çizgi arasındaki kaşıkçı kavgasının bir konusu olmaktan çıkmadı. 72 ve 80 darbeleri konusunda böyle bir ayrılma pek olmadı. Ama 27 mayıs sağ liberalizme göre darbe, seküler liberallere göre karşı-devrime karşı devrim! Sence 27 Mayıs’ın niteliğini nasıl belirlemek lazım? Solda da 27 mayıs konusunda hala süren fikir ayrılıkları var mı?
27 Mayıs tabii ki bir darbe. Bu bence hiç tartışma yaratacak bir şey değil. Sonuç olarak, yani bu işi yapanların kim olduğuna baktığımızda bile, yani bu işi bir defa ordu yapmış. Ordunun bildirisini okuyan Alparslan Türkeş ve yanındaki ikinci kişi Ümit Özdağ’ın babası Muzaffer Özdağ gibi subaylar.
Yani darbenin bileşenlerinde bile baktığınızda faşizan diyebileceğimiz bir yapıya sahip. Ki sonraki yıllarda da zaten MHP faşizminin ana damarını, hem fiziki hem de fikirsel olarak oluşturacak olan tipler.
Ne yapmışlar bunlar? Önce radyodan bir bildiri okuyorlar, sonra bildiriyi Amerikan Büyükelçiliğin bahçesine atıyorlar. Bildiride ne yazıyor? Biz NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız. Hatırlarsanız Bildiri’nin birinci maddesi bu. Yani bu ne demek oluyor ki? Bütün bu 1950-60 dönemi boyunca, Menderes iktidarının emperyalist dünyaya karşı vermiş olduğu bütün taahhütlerin arkasındayız diyor. Yani Türkiye’nin NATO’ya girmesi, bütün o anlaşmalar, dış borçlar, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi ve -çok kritik bir şey-Seferberlik Tetkik Kurumu’nun şimdiki adıyla Özel Harp Dairesi’nin kurulması. Biliyorsun Kıbrıs olayları üzerinden birtakım faaliyetler yürütüyorlar. Sonra 6-7 Eylül olaylarını bunlar düzenliyorlar. Sonrasında 12 Mart’ta, 12 Eylül’de bir sürü kritik noktada bunlar sahnede. Yani bildiğimiz Türk Gladyosu olarak devlet adına çok önemli provokatif işler yapıyorlar.
Peki ordu, Menderes iktidarının emperyalist dünyaya vermiş olduğu taahhütleri sürdüreceğini taahhüt etmişse, aradaki mesele ne?
Aslında bizim sormamız gereken soru biraz bu. Şimdi burada da karşılaştığımız şey aslında çok net bir şekilde şu: Özellikle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası deneyimi ve Şeyh Said isyanından sonra, yani 1925-26’dan sonra Cumhuriyet net bir şekilde bir tek adamlık rejimine doğru gidiyor. Seküler Batılı, Almanya ve İtalya’yı model olarak kendine alıyor. Burada da iktidarının merkezine işte sonradan “zinde kuvvetler” diyecekleri burjuvazi, entelektüeller, bürokrasi ve orduyu yerleştirecek kentli bir devrim oluşturmaya çalışıyor. Bunun için yüzünü Doğu’ya tamamen kapatıyor, tamamen Batı’ya dönüyor. Sonrasında da işte bildiğimiz bütün o cumhuriyet devrimleri yada reformları denilen adımları atıyorlar. Burada Cumhuriyet’in yapmaya çalıştığı şey, herşeyden önce, oryantal bir imparatorluğun kalıntılarını tasfiye etmek için bir bütün olarak köylüyü dönüştürmeye çalışmak. İkincisi de kentli yani burjuva bir devlet kurmaya çalışmak. Tabii ki bunu başaramıyorlar. Yani hala bile başarılı mı, şüphelidir bence.
Dolayısıyla aslında Menderes iktidara geldiğinde yaptığı şey buraya müdahale. Cumhuriyetin 25 yılda yapmaya çalıştığı, Batı ve emperyalist odaklarla burjuva kültürü üzerinden entegre olmaya çalışan bir tek adamlık rejiminin yerine köylü popülizmine dayanan, seçilmiş otoriterlikden beslenen ve gene emperyalist merkezlerle daha üst perdeden ilişkilenmeye çalışan bir sistem kurmaya çalışıyor. Dolayısıyla aslında 27 Mayıscıların dünya emperyalist merkezleriyle bir derdi yok. Onların derdi, Türkiye’deki Menderes rejimiyle birlikte oluşmuş olan köylü popülizmi tasfiye etmek ve bunun yerine yeniden seçkinlere dayanan bir tür Platoncu Cumhuriyet fikrine dayanan bir devlet kurmaya çalışmak.
Bugün mesela Ümit Özdağ’ın çok rahat bir şekilde Suriyeliler üzerinden bütün seküler bloğu etkileyebilmesinin sebebi ne? Benzer bir şey. 27 Mayıs Darbesi’nin geliştirdiği söylem, 1960’larda “hacı ağalar geldi, iktidarı ele geçirdi ve işte bizim ayrıcalıklarımızı elimizden aldı” oldu. Köylü, kentli ya da elitler arasında gerilim inşa etme. Ve tabii ki burada bütün bu yıllar boyunca Menderes zaman zaman örneğin Ahmet Emin Yalman’ı ya da Said Nursi’yi tutuklanmış olsa bile Necip Fazıl ya da birtakım tarikatlarla her zaman arasını iyi tutarak seçmeni kontrol etmeye çalıştı. Bu bakımdan bence şey çok niteliksel olarak bir fark olduğunu düşünmüyorum.
Siyasette merkez-çevre gerilimi üzerinden bir okuma yapılıyor genel olarak. Benzer bir şey de AKP için de aslında söylenmişti. AKP de işte o seküler uluslaşma süreçlerindeki dışta kalan Anadolu burjuvazisini, Müslüman yeşil sermayeyi bir şekilde merkeze taşıyarak piyasaya endekslenmesi gibi bir okuma yapılmıştı. Yani böyle bir analoji böyle kurulabilir mi?
Şimdi bu senin söylediğin konudaki analizi yapanları ıskaladığı bir şey var: AKP’nin iktidarıyla birlikte merkeze taşınan çevre değil, çevrenin temsiliyeti. Bence arada çok önemli bir fark var. HAS Parti’nin kurucusu olan Numan Kurtulmuş, şöyle bir iddia ile başlamıştı; Zeytinburnu’nda deri atölyelerinde çalışan kadınların, başörtülü kadınların sesi olacağız demişti. Yani aslında AKP iktidarının ilk yıllarında gerçekleşmiş olan şey yeşil sermayenin iktidara taşınması idi ve bu sermaye aracılığıyla da belirli bir kesimin temsiliyetinin taşınması idi bence. O yüzden “çevre” aslında merkeze hiç bir şekilde taşınmıyor. Çevreyi temsil eden insanları -ki bunlar da iş insanları, avukat, müteahhit vb.- merkeze taşıyor. Tabi burada çok karikatür tipler ortaya çıkıyor. AKP iktidarının Menderes’in iktidarında gördüğü şey, tam da Menderes’in tarikatlar ve taşra popülizmi üzerinden kendisi için kurduğu seçimlere dayalı otoriterliği iyi modellemesi.
Peki Menderes’in son döneminde Sovyetler Birliği ile kurduğu ekonomik ilişkileri darbe açısından nasıl bir etkisi olmuştur? Bu da Menderes-Erdoğan analojiside kullanılan bir argüman. Erdoğan da Rusya’dan S-400’leri aldı, Akkuyu Nükleer Santral inşaatını Ruslara verdi, Rus gazına bağımlı, Suriye meselesinde Ruslarla bir sürü ittifak kurmaya çalıştı falan. Menderes’in Sovyetler ile ilişkisi nasıl?
Menderes 1950’de iktidarı aldığında Amerika ile borç anlaşması yapıyorlar. Bunların bir kısmı nakit bir kısmı ayni olarak ödeniyor. Ordu için teçhizat alınıyor. Traktör yok köylünün elinde, traktör ve tarımsal malzeme ithal ediliyor. İktidara yakın çevrelere ucuz kredi veriliyor şimdiki yöntemlere benzer bir şekilde. Fabrikalar kuruluyor, İstanbul’da, İzmir’de iktidara yakın burjuvazi geliştiriliyor. Mesela işte DYO Boya. bunlardan birisidir.
1953-54 yılı mevsimsel olarak da çok verimli geçiyor ve tarımsal ürünler inanılmaz bereketli oluyor. Hatta bir takım tarikat çevreleri “Gördünüz mü? Bakın Menderes ne kadar bereketli bir adam. Yağmurlar, mevsimler bile iyi geçiyor” gibi fetvalar veriyor.
Sonra yanlış hatırlamıyorsam 1954 seçimlerinde de ezerek birinci oluyor. Fakat 55-56’dan sonra işler tersine dönmeye başlıyor. Rejimin kendi içindeki muhalefet de 56’dan itibaren harekete geçiyor. Ahmet Emin Yalman’ın, Said Nursinin tutuklanması da gene o yıllara tekabül eder. Yavaş yavaş kendi içinde de bir iç çatışma yaşanmaya başlıyor. 58-59’lara gelindiğinde işte bu dış borca dayalı büyüme balonu patlıyor. Menderes Amerika’ya gidip borç para istiyor. Amerika’da yüz vermiyorlar kendisine. Bunun üzerine bir yetkiliyi Rusya’ya gönderiyor. Kruşçev de “biz yardımcı oluruz” diyor.
Menderes bunu Amerika’ya karşı bir manevra, blöf olarak kullanmak istiyor belki. Dönemin Soğuk Savaş ve anti-komünizm dönemi olduğu düşünülürse. Fakat tabi burada gözden kaçırdığı bir şey var bence Menderes’in, bir defa zaten onun kurdurmuş olduğu işte Seferberlik Tetkik Kurulu -sonradan Özel Harp Dairesi adını aldı- Amerika’nın tam da bu meseleler çözmek için zaten kurdurmuş olduğu bir aparattır. Rejimleri kendisine göbekten bağlayıp binmek için. Rusya’yla 1960’ın temmuzunda görüşmek üzere randevulaşıyorlar. Ama Mayıs’ta darbe gerçekleşiyor ve bu görüşme hiçbir zaman gerçekleşmiyor.
Bunu günümüz meselesi üzerinden değerlendirsek, ben günümüzdeki meselenin çok böyle olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir defa dünya iki kutuplu değil artık çok kutuplu. Değişik bloklar var ve bunlar Türkiye’yi gibi boşluklarda yaşayan ve hukuki alanlardaki boşlukları istismar etmeye çalışan, bunu alışkanlık haline getirmiş olan iktidarlar için büyük alanlar yaratıyor. Şimdi mesela Finlandiya ve İsveç NATO’ya girmeye çalışıyor. İsveç ve Finlandiya Türkiye silah ambargosu uyguluyor. Türkiye de diyor ki “Senin elinde işte Ragıp Zarakolu var. Ragıp Zarakolu vermezsen ben de sana NATO’ya üyelik vermem”. Benzer bir hikaye hatırlarsak Deutsche Welle muhabiri Deniz Yücel üzerinden Alman hükümeti rehin alınmıştı. Rahip Brunson üzerinden Amerikan hükümeti rehin alınmaya çalışılmıştır falan.
ABD’nin Menderes’e sırt çevirmesi nereden kaynaklandı?
Bu konuda da bir sürü spekülasyon var. Birincisi Adnan Menderes kendisini çok hızlı tüketmiş bir adam. Yani içerde skandallarla yaşamış birisi. 27 Mayısçıların çok iyi kullanacağı “Bebek Davası”, “Köpek Davası”, ondan sonra muhaliflerine karşı çok fütursuz davranmış olması, Ahmet Emin Yalman gibi Amerikancı entelektüelleri bir hamlede ezmeye çalışması ve tabii ki başı ilk sıkıştığında da büyük bir tutarsızlık sergileyerek Rusya’ya koşması…
Bütün bu yıllar boyunca, Menderes’in iktidarına karşı birikmiş olan çok ciddi bir öfke de var. Yani işte bu bütün 1960’lı yıllar boyunca öğrenci hareketleri, işçi hareketleri, sendikal hareketler, 1945-60 arasında TKP’nin yeraltı örgütlenmesinin bakiyesinin bütün o 68 Mayısı Baharı boyunca harekete geçirilmesi gibi olgulara baktığımızda aslında hakikaten tükenmiş bir iktidar.
Aslında iktidarda 3. Milliyetçi Cephe hükümeti var ama Menderes-İnönü analojisi daha revaçta. Menderes’in kaderi ve İnönü’nün korkusu hala toplumda bu kadar canlı mı? Bir de Türk seçmeninin yüzde 80-90’nin sağcı, muhafazakar olduğu tezi var. Ve bu yüzden de sağla iyi geçinmek, sağcı adaylar çıkarmak sağı yenmek için tek yol gibi bir teslimiyet.
Ben, karşıya karşıya olduğumuz şeyin 3. MC olduğunu ve buna karşı talep etmemiz gereken şeyin de 2. ya da 3. Cumhuriyet değil 3. Meşrutiyet olması gerektiğini düşünüyorum. Ama tabi Türkiye’de siyaset sinizm üzerinden yapıldığı için modernizm nostaljisi, günceli değilde tarihi mesele haline getirmek işin kolay yönü. Kılıçdaroğlu’nun “kaçacaklar” söyleminde olduğu gibi tarihe yeni özne ortaya çıkarmak yerine mevcut öznenin yıkımını beklemek, bunun için bir tür muska, tıslım hazırlamak gibi bir şey olduğunu düşünüyorum.
- Meşrutiyetinin esprisi şu, Abdülhamit’e karşı olan ama birbirine karşı da düşman, Bulgarlar, Sırplar, Ermeniler, İttihatçılar, vb. toplanıyorlar ve Gezi Parkı gibi bir piknik yerinde zabıta ile insanlar arasındaki ortaya çıkan bir takım olayların sonucunda olaylar büyüyor ve İstanbul’u, Balkanları sarıyor. Abdulhamit yeniden anayasayı ilan etmek zorunda kalıyor. Seçim oluyor, meclis kuruluyor, bir tür parlamenter sisteme geri dönülüyor. Ta ki 1913’teki Türk darbesine kadar.
Bunu kazanan şey, istibdada karşı bütün unsurların birleşmesi idi. İstibdada karşı bütün unsurlar birleşince 2. Meşrutiyeti ilan ettik. Ama istibdada karşı unsurlardan birisi, 1913’teki gibi, tek başına merkezi ele geçirip iktidar olduğunda da, 1914’te birinci dünya savaşına girdik, 1915’te Ermeni Tehciri yaşandı, öyle devam etti.
İstanbul ve Ankara seçimleri bunun bir örneği olarak da okunabilir. Ankara ve istanbul’da muhalefet sağcılık yaptığı için kazanmadı, sosyalistleri, HDP’yi kapsayacak bir alan açıldığı için, iktidar yenilmek durumda kaldı.
Dolayısıyla Türk halkı sağcıdır ya da solcudur demek büyük bir indirgeme. Ulus olmak birlikte hatırlamak ya da birlikte unutmaktır diye bir tez var. Halkın kültürün çok derinlerdedir ama biz bu kültürel kodları sol ya da sağ bir siyaseti oluşturmak için yeniden karabiliriz. Ve bunu gündelik olarak yaparız. Örneğin AKP’nin ilk yıllarındaki “çözüm süreci”ni ele alırsak, bu dönemdeki söyleminde elitlere karşı, namus, ahlak, “ama onlara da işkence ettiler, çocuklarının önünde babalarına işkence yaptılar, Diyarbakır Cezaevi örneği var, buraları da unutmamak gerekir” gibi söylemlerle bir temsiliyet oluşturdular ve bunun üzerinden 5-6 yıl süren bir liberal bir ortam gelişti.
Türk halkı sağcı ise, 1970’lerde daha sağcı olması gerekirdi. Ama o zaman neden faşist Ecevit gibi biri kendini “ortanın solu” diye ileri sürdü? Çünkü kentleşme ve sanayileşme ile birlikte 68 gençliği, sosyalist hareket ve sendikal hareketler güçlenmişti, karizmatik devrimci gençlere karşı halkçı “Karaoğlan” diye çıktı.
Ben burada asıl meselenin CHP’nin yönetici kadrolarının kendi tarihsel ve sınıfsal kodlarının olduğunu düşünüyorum. CHP hala kentli zengin sınıfların partisidir. Ki zaten Cumhuriyet’in temel kodlarına dokunulduğunda geleneksel reflekslerine çok kolay dönmesi bundan. “Sınır ötesi operasyon” olduğunda genel başkanının gidip Erdoğan’ın arkasında durması, mülteciler sözkonusu olduğunda Ümit Özdağ’ın bile sağında bir pozisyon alması. halkın değil CHP yöneticilerinin bir sorunudur.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER