Başkanlık ve parlamento seçimlerinin yapılacağı 14 Mayıs’a çok az zaman kaldı. Burjuva ittifaklar içinde su yüzüne çıkan çekişmelerin gösterdiği gibi, olası bütün senaryolar yeni krizler ve belki de yeni seçim süreçleri bizi bekliyor.
Burjuva egemenliğinin Cumhur ya da Millet İttifakı eliyle restorasyonun niteliği nedir ve sosyalistler ne yapmalı kapsamında yaptığımız söyleşi dizimizin bu bölümünde siyaset bilimci Dr. Zafer Yörük sorularımızı cevapladı. Yörük, yaşanan “organik kriz” koşullarında Milet İttifakı’nın İslam kutbu lehine bozulan Türk-İslam dengesinin yeniden tesisini vaat ettiğini belirtiyor.
Emek ve Özgürlük İttifakı, Kılıçdaroğlu’na seçimlerde vereceği destek karşılığında 1961 Anayasası’nın, “ilerici-demokratik bir vizyonla” yenilenebilmesi güvencesini almış olması gerekir diyen Yörük, “Ama buradan kimse sosyalistlerin müfettişliği ya da ‘vesayeti’ altında bir yakın gelecek tahayyülü çıkarmasın. Tarih boyunca böyle durumlarda çoğunlukla aksi söz konusu olmuş, burjuvaziye akıl hocalığına soyunan sosyalistler kendilerini düzenin kontrol ve vesayeti altında bulmuşlardır. Bu sapmanın panzehiri, düzenin temellerinin radikal ve stratejik eleştirisinden uzaklaşmamaktır” diyor.
Türkiye’nin kimine göre “100 yılın krizi” kimine göre “neoliberalizmin krizi” ya da birikim modeli krizi veya hepsi bir arada bir kriz yaşadığı hem egemenler cephesinden hem de sol-sosyalist güçler tarafından ifade ediliyor. Buna dayanarak da 14 Mayıs seçimleri ya krizin derinleşmesi ya da çözümün kapısını açacak eşik olarak kritik hal alıyor. Siz Türkiye’nin krizini nasıl tanımlıyorsunuz?
Aslında uzun süredir bir kriz var da o daha çok sol entelijansiyanın krizi. Türkiye solunun, siyaseti okumada vulgar bir Marksizm yorumunun ötesine geçememiş olmasının doğurduğu bir kriz bu. Althusser’in adlandırmasıyla ekonomizme, diğer yandan da mazoşizm derecesinde aşırı özeleştiriye neden olabilen bu söylem gereğince ‘objektif koşullar’ her daim kapitalizmin krizini gösterirken ‘subjektif koşullar’ yetersiz kalmaktadır. Yani ya kendimi bildim bileli – aşağı yukarı son elli yıldır – sürekli kriz içindeyiz ya da bu kriz aslında sol söylemin krizi.
Çünkü kriz kelimesi, tıpkı ‘faşizm’, ‘travma’, ‘devrim’ hatta ‘orgazm’ gibi aşırı telaffuz edildiğinde ağırlığını ve anlamını yitiren önemli bir kavram. O nedenle dikkatli ve ekonomik kullanmak gerekiyor. Antonio Gramsci, ‘organik kriz’ kavramını belki tam da bu sol jargondaki kriz enflasyonunun önünü almak için üretti. Gramsci’nin sözünü ettiği, düzenin maddi ya da ideolojik anlamda toplumsal uzlaşmayı üretmekte aciz kaldığı bir topyekun kriz halidir. Organik kriz, aynı anda ekonomik, politik, sosyal ve ideolojiktir; hegemonya krizidir. Egemen zümrenin, düzenin temel çelişkilerini ne zor kullanarak ne de ikna yoluyla çözümleme ya da örtbas etme kudretini kaybettiği katastrofik bir durumu tarif eder. Bu durumlarda genellikle devletin kurumsal yapıları, siyasi partiler, ekonomi politikaları ve bunlarla birlikte değerler sistemi de toplum tarafından reddedilir. Yine de egemen düzenin çökmesi sonucunu getirmeyebilir. Bu durumları Gramsci, “fetret devri” olarak dilimizde de bulunan interregna terimiyle adlandırır: “Eskinin öldüğü ve yeninin henüz doğmadığı” bu dönem içinde “geniş bir hastalıklı semptomlar manzumesi” de açığa çıkacaktır.
Aslında Türkiye uzun süredir bu tanıma uygun bir ‘organik kriz’ içinde ama bununla ne kastettiğimi açmak ileriki soruları yanıtlarken daha yerinde olur. Ama bunları böyle söylüyor olmam kesinlikle sorunuzu geçersiz kılmak amaçlı değil. Ekonomik ve sosyal problemler yumağı, bir zamandır politik bir sorun olarak tezahür etmiş bulunuyor ve 14 Mayıs seçimleri öncesi zor da olsa şekillenmekte olan muhalefet bloğu bariz bir umut ışığı sunuyor.
Türkiye’nin yaşadığı krizden çıkması için egemen güçler arasında farklı değişim programları(“restorasyon”) tartışması sürüyor. Bu burjuva değişimin sağcı bir temelde gerçekleşemeyeceği, sola açık olması gerektiği görüşü ya da beklentisi var. Sizce Mİ’nın öngördüğü burjuva değişim programının ekonomik ve siyasi programı “sola açık” bir demokrasi öngörüyor mü?
Hayır, öngörmüyor. Neyin restore edileceğini araştırdığımızda bu sonuç ortaya çıkacaktır. AKP rejiminin sorunu, yüz yıllık cumhuriyetle uyuşmazlığı nedeniyle 150 yıllık Türk-İslam sentezi dengesini İslam lehine bozmuş olmasıdır. Millet İttifakı, bu dengeyi yeniden sağlama vaadini sunuyor. Böylelikle, bu coğrafya üzerinde Sünni Müslüman bir ulus-devlet yaratma projesi çerçevesinde şekillenmiş olan ‘tarihsel blok’un restorasyonu vaadini sunuyor. Milli, İslami ve Kemalist bileşenlerine bakınca başka bir şey görünmüyor. ‘Milliyetçi cephe’ zamanını bilenler için, adında ‘millet’ bulunan bir ittifaka aşırı umut yatırımı yapmak doğru olmaz.
Yine de seçimler sonrası sürecin Erdoğanist tahribatı durduracak kısmi bir onarım/tadilat içermek zorunda oluşu demokratikleşme izleğinde bir ilerleme anlamına gelecektir. Millet İttifakı, bize asıl olarak başkanlık sistemi yerine çoğulcu bir parlamenter sistem vaat ediyor. Bununla birlikte kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve yolsuzlukların sonlandırılması gibi vaatleri var. İttifakın içinde CHP’nin seçmen kitlesi gibi solun ilerici ve demokratik önerilerine açık unsurlar da çokça mevcuttur. Diyanet ve tarikatlara kamu desteğinin kesilmesi, seküler ve bilimsel eğitim, bölgesel ‘sert güç’ maceracılığının terk edilerek ‘cihanda sulh’ ilkesinin dış siyasete egemen olması ve ‘yurtta sulh’ adına hem Kürt barışı yönünde hem de sosyal barışı sağlayıcı yani gelir dengesizliğini emekten yana onarıcı adımların atılması gibi başlıklar, Millet İttifakı içindeki demokratik unsurlarla birlikte savunulacaktır.
Eğer ‘restorasyon’ zihniyeti içinden konuşmak şartsa, o zaman solun asgari talebi 1961 anayasasının ihyası olmalıdır. Sağcı siyasi figürlerin idamını takip etmesi nedeniyle yıllardır ‘darbeci’ diye üzerinde tepinilmesine rağmen bu anayasa, cumhuriyet tarihinde görülmüş tek demokratik düzenleyici metindir. Öncesi ve sonrası otoriter/faşizan anayasalardır. Zaten bir ülkede bu kadar sıklıkla anayasa sil baştan yazılıyorsa kronik bir demokrasi problemimiz olsa gerekir. 1961 anayasası, sermayenin sınırsız ‘özgürlüklerini’ emeğin hakları adına kısıtlayıcı maddeler içerir (örneğin grev hakkını güvence altına alırken lokavtı alenen yasaklar) ve bu nedenle 60 yıldır Türk sağının sistematik saldırısı altındadır. 1971 ve 1980 darbelerinin birinci hedefi o anayasanın ilgası ve imhası olmuştur.
’61 Anayasası, ilerici-demokratik bir vizyonla yenilenebilirse Türkiye, ‘üçüncü meşrutiyet’ ve restorasyon gibi takıntılarını aşma imkanını bulabilir. Bu ilerici-demokrat güncellemenin mahiyeti olarak ilk akla gelenler; kadın hakları başta olmak üzere bütün dezavantajlı kesimlerin temel hak ve özgürlükleri, ekolojik felaket riskine karşı doğa tahribatını yasaklayıcı hükümler ve Kürt kimliğinin dili, kültürü, coğrafyası ve siyasetiyle yasal güvence altında tanınmasıdır. Bunlar, esas olarak ülkeye demokratikleşme rotası üzerinde adım attırma ve yeni iktidara ekonomik, sosyal ve siyasal krizi aşma yolunda üretilecek çözümlerdir. Kuşkusuz, bu asgari anayasal yenilenme talepleri öncesinde, tutsak Kürt siyasetçiler başta olmak üzere siyasi tutsakların serbest bırakılması ve düşünce ve ifade özgürlüğünün güvence altına alınmasından ibaret acil taleplerimiz mevcuttur. Emek ve Özgürlük İttifakı, Kılıçdaroğlu’na seçimlerde vereceği destek karşılığında bu acil taleplerin karşılanacağı güvencesini almış olsa gerekir.
Ama buradan kimse sosyalistlerin müfettişliği ya da ‘vesayeti’ altında bir yakın gelecek tahayyülü çıkarmasın. Tarih boyunca böyle durumlarda çoğunlukla aksi söz konusu olmuş, burjuvaziye akıl hocalığına soyunan sosyalistler kendilerini düzenin kontrol ve vesayeti altında bulmuşlardır. Bu sapmanın panzehiri, düzenin temellerinin radikal ve stratejik eleştirisinden uzaklaşmamaktır.
Kapitalizmin küresel durgunluğu ve Türkiye’nin küresel emek işbölümündeki rolü ışığında, ABD/AB ile Rusya/Çin arasındaki rekabet ile Türkiye’nin “restorasyon” olasılığı arasındaki ilişki ve çelişkileri nasıl yorumluyorsunuz?
Bu, zor bir jeopolitik sorusu aslında. Genellikle Avrasyacı mı olalım Atlantikçi mi kalalım gibi bir ikilem içinde tartışılıyor. Erdoğan’ın dış siyaset manevraları, Avrasyacı blokla yakınlaşma ya da Atlantikçi kamp içinde el yükseltme olarak yorumlanıyor. Millet İttifakı bu salınmaları bırakıp ABD’nin kollarına geri mi dönecek ya da Rusya, İran ve Çin’le flörtünde vuslata erecek mi soruları da bu soruya içkin. Bu dış siyaset yönelimlerini Ukrayna ve Suriye savaşları başta olmak üzere dış gelişmeler belirleyecek. Ama Atlantikçilik, NATO’culuk ya da ABD hegemonyası jargonunu bir yana bırakıp Avrupa Birliği’yle entegrasyonun ülkeyi hukuki ve siyasi açıdan demokratikleşme yönünde ilerletecek bir proje olduğunu düşünüyorum. Rusya, İran, Çin bloğuna bakınca ve ‘değerli yalnızlık’ lafının çakma mazlumlukla eşanlamlı olduğu tecrübeyle sabit iken girilecek en doğru rotanın AB olduğu görülüyor. Bu konuda Yunan solu içinde gerçekleşen tartışmayı takip edenler bilir. AB yanlısı sosyalistler, AB’yi idealize etmiyoruz ama AB’yi Sosyalist Avrupa Birliği’ne dönüştürme yolundaki enternasyonalist emek mücadelesinden kendimizi soyutlamamalıyız diyerek yollarına devam ettiler. İdealleri elden bırakmadan somut koşulların somut tahlilinden çıkarılacak doğru rota böyle görünüyor. Bundan ötesi, pembe komünist hayaller olmak bir yana günümüzün uluslararası konjonktürü içinde ciddi anti-demokratik tehlikeler içeriyor.
Devletin jeopolitik, stratejik, diplomatik vb. seçimi ne olursa olsun sermaye sınıfı ve siyasi iktidar dış ticarette rekabetin temel şartı olarak ucuz emek çözümünü her durumda ve devirde dayatacaktır. Sosyalistler ise sermayenin milleti ve devletiyle bölünmez rekabet gücünü riske atsa da emeğin örgütlenme, grev, toplu sözleşme, sosyal haklar ve insan onuruna yakışır ücret haklarını savunacaktır. Öte yandan milli sınırları ihlal etmek pahasına sermayenin ve malların serbest dolaşımına dayalı küresel ekonomi içinde emeğin de küresel dolaşım gereğini ve hakkını savunacaktır. İşçi sınıfının vatanı yoktur; o halde Türkiyeli yoksulların ve emekçilerin dünyanın her yerinde çalışma hakkı olmalıdır. Aynı durum, Suriyeli, Afgan ya da Afrikalı yoksulların Türkiye’de yaşama ve çalışma hakları için de geçerlidir.
Öyle ya da böyle burjuva değişim süreci ister siyasi ve ideolojik hegemonyanın tesisi olarak ister zor yoluyla birikim modelinin hayata geçirilmesi olarak gerçekleşsin, orta ve uzun vadede sol-sosyalist hareket açısından nasıl bir durum yaratır? Ve sol-sosyalist hareket bu duruma ne kadar hazırlık yapıyor?
Ufukta beliren ‘milli’ iktidar değişimi, 150 yıllık tarihsel blok’un AKP iktidarı altında bozulmuş dengesini yeniden tesis etmeyi amaçlıyor. Türk-İslam terazisinde ağırlaşan İslam kefesini kontrollü bir Kemalist geri dönüş yoluyla hafifleterek milliyetçilikte eşitlemek şeklinde bir ‘balans ayarı’ hedefleniyor. Sosyalist sola, özellikle de Kürt siyasal hareketine yönelmeleri ise iradi değil mecburi. Yüz yıldır varlığını inkâr ettikleri Kürt halkının oy desteğine seçimden seçime ihtiyaçları olduğu için mecburi. Yani sağı ve soluyla Millet İttifakı bileşenlerinin önemli bir kısmının Kürt halkı ve Kürt siyaseti hakkındaki derin ve gerçek fikirleri, geçtiğimiz günlerde Yavuz Ağıralioğlu tarafından ifade edilmiştir. Gramsci’nin sözünü ettiği “hastalıklı semptomlar”dan biri olarak tezahür etmiştir.
Önümüzdeki restorasyon senaryosu; kriz yönetimi, semptom tedavisi ya da yara pansumanı benzeri tedbirlerle düzenin aksayan yönlerini onarmak, eskiyen malzemeleri yenilemek, eldeki yapıyı değişen koşullara uygun bir tadilattan geçirmek anlamında bir reformasyon süreci öngörüyor. Bu bağlamda Millet İttifakı’nın belli başlı vaatleri, sosyalistlerin ve emek güçlerinin acil şartları ve orta vadeli talepleri üzerine bundan önceki sorulara cevaben konuştuk. Restorasyon, Türk-İslam sentezi temelinde oluşmuş ‘tarihsel blok’u, İkinci Kemal önderliğinde cumhuriyetin ikinci yüzyılında sürdürülebilir bir formata eriştirmeyi amaçlıyor. Ama son tahlilde bu, ideolojik saplantıların sosyoloji, siyaset ve ekonomiyle kavga etmesi anlamına gelir ve saplantılar yenilgiye mahkumdur. Düzenin organik krizi onun omurgasını oluşturan tarihsel blok’un ‘dışından’ içeriye yönelen basınçtan kaynaklanmaktadır. 100 yılın gerçek krizi budur. Sol sosyalist hareket Türkiye siyasetini ve sosyolojisini doğru okuyabilirse kurtuluşun restorasyon siyasetinde değil egemen düzenin Ötekilerine yönelerek bir karşı-hegemonya oluşturmakta olduğunu görecektir.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER