14 Mayıs seçimlerinin belirleyici mottosu “Erdoğan gitsin” olduğu aşikar. Bunun doğal bir tepki olduğunu düşünmemek gerekir; bilakis uzun zamandır belli argümanlarla beslenen ve hakim kılınan ya da tersinden herkesin işine gelen kamuoyu imalatının bir ürünü “sağduyu”. Bununla beraber “Erdoğan gitsin” diyen farklı sınıfsal pozisyonlara sahip seçmenlerin seçim sonrasına ertelediği birçok acil ihtiyaçları var. 14 Mayıs sonrası oluşacak hükümet ve Meclis tablosu bu ertelenen acil ihtiyaçlarını karşılamak için ne kadar elverişli olacak?
Seçimler ve sosyalist strateji üzerine yaptığımız söyleşi dizimizde sorularımızı cevaplayan İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim görevlisi Görkem Doğan yaşanan kriz başlıklarının Erdoğan’la başlamadığını belirterek “sopa değil havuçla yönetilmesi dışında seçimle çözülecek bir kriz yok” diyor. Görkem’e göre, “Kapitalist devletin yürütmesinin bayatlayan reisinden dolayı dökülen makyajlarının tazelenmesi var.”
Türkiye’nin kimine göre “100 yılın krizi” kimine göre “neoliberalizmin krizi” ya da birikim modeli krizi veya hepsi bir arada bir kriz yaşadığı hem egemenler cephesinden hem de sol-sosyalist güçler tarafından ifade ediliyor. Buna dayanarak da 14 Mayıs seçimleri ya krizin derinleşmesi ya da çözümün kapısını açacak eşik olarak kritik hal alıyor. Siz Türkiye’nin krizini nasıl tanımlıyorsunuz?
Bu kriz tespitleri üzerinden siyaset okumayı sevmiyorum. Her kapitalist devlette yürütmenin başından beklenen temel işlevlerden biri de yönetilenlerin kritik bir kısmının rızasını devşirebilmesidir. Kuşkusuz bunu yaparken egemen sınıf fraksiyonlarının bazılarının ve onlara tekabül eden devlet kliklerinin de temsilcisi olarak hareket eder. Erdoğan ve AKP bu görevi on beş yıl neredeyse kusursuz sürdürdükten sonra giderek ağırlaşan bir biçimde tökezlemeye başlamıştır. Bu fonksiyonları yerine getirmeye dair son beş yılda ortaya çıkan eksiklikler, yetersizlikler Cumhur İttifakı iktidarının ve onun Reisinin siyasi zayıflığının nedenidir. Kuşkusuz bu eksiklik ve yetersizlikleri koşullandıran yapısal diyebileceğimiz esas olarak sermaye birikim rejimi ve bunun bir yansıması olarak daha teknik düzeyde para politikasında ve maliye politikasında içinden geçilen darboğazlardan ve yanlış tercihlerden bahsedilebilir. Ama bunların da son tahlilde 2008 finansal krizi sonrasına tüm dünyaya damga vuran küresel durgunluk ile olan bağı yadsınamaz. Yani 7 Haziran seçimi sonrası bir MHP CHP koalisyonu kurulup başkanlık referandumu hiç yapılmasa da bugün bir yüksek enflasyon ortamında olacağımız öngörülebilir. Farklı olarak öyle bir hükümet çoktan IMF ve diğer küresel mali kuruluşlara başvurmuş olurdu.
Dolayısıyla kriz Erdoğan’ı bağlayan yönüyle, biraz da argümanımı uçlaştırıp sivrilterek söylersem, Erdoğan’ın yürütme mekanizmasının başında geçirdiği yirmi yılda yüzünün ziyadesiyle eskimiş olması sorunundan, seçimleri Sünni Türkçe konuşan Müslümanlarla diğerleri arasında nüfus sayımına çeviren kutuplaştırıcı söyleminin bayatlayıp etkisini yitirmesinden ve tüm bunların küresel ağır çekim resesyon ortamında kendisine hep seçim kazandıran istihdam yaratıcı politikaların zorla uygulanmaya çalışılmasının yarattığı enflasyonist ortamda gerçekleşmesinden başka bir şey değil. Sermaye birikim rejiminin krize girmesi sorunu ise Erdoğan’la kaim değildir. Erdoğan’ın kişisel tasarruflarından doğru değil Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme eklemlenme biçiminin tarihsel eğilimleri üzerinden anlaşılabilir. Daha somuta inersek ise, kötü şöhretli beşli çetenin üyeleri Nihat Özdemir Mehmet Cengiz gibi isimler her devrin adamıdır. İslami sermayenin büyükleri Erdoğan’dan önce vardılar.
Krizin devlet mekanizmasını ilgilendiren politik yönü de Erdoğan’la kaim değildir. NATO üyeliği sonrası seferberlik tetkik kurulundan tohumlanıp TC devletinin sert çekirdeğini oluşturan, her askeri darbede yürütmeyi yeniden şekillendiren kontrgerilla yapılanmasının ideolojik birlik sorununun yarattığı kriz Soğuk Savaşın bitişinden beri var ve doksanlarda devletin paçalarından akmaya başlamıştı. Erdoğan bunu gizlemeyi becerdi; onu yürütmenin başında yirmi yıl tutan en önemli marifetlerinden biri budur. Erdoğan etkisizleştikçe hem doksanların hayaletlerinin kuytulardan çıktığına, hem de pisliğin devletin paçalarından yeniden akmaya başladığına şahit olduk. Dolayısıyla bu da Erdoğan’ın kişisel siyasi tercihlerinin sonucu değildir ancak o siyasi tercihleriyle sorunun parçası olmak durumunda kalmıştır. Kendisi bu kadar yolsuzluk iddiasıyla sarılı birisi başka türlü yapabilir miydi, emin değilim.
Müstakbel yürütmenin ise Atlantikçi tutumu net, nitekim Kılıçdaroğlu son model teknolojik devrimi görmek için yaptığını iddia ettiği turunda günümüz imalat sanayinin Güneydoğu Asya’daki esas merkezlerine gitmedi ABD, İngiltere ve Almanya’ya gitti. Dolayısıyla yeni yürütme cumhuriyetin kuruluşundan beri olduğu gibi kolektif batının iktisadi öncelikleri doğrultusunda sermaye birikim rejimini sürdürecek politikalar izleyecektir, kontrgerillayla hesaplaşma konusunda doksanların başının Demirel İnönü hükümetlerinin ötesinde bir söylem görmüyoruz, ulusal sorunda da Erdoğan’ın gittiğinin ilerisine gidileceği değil çözüm yordamının daha şeffaf olacağı söyleniyor, başka da bir şey söylenmiyor. Bu bakımdan Erdoğan’la kaim olmayan “kriz” başlıklarının sopa değil havuçla yönetilmesi dışında seçimle çözülecek bir kriz yok. Kapitalist devletin yürütmesinin bayatlayan reisinden dolayı dökülen makyajlarının tazelenmesi var. Küresel tedarik zincirleri kısalırken komşularıyla yatırım çekmek için rekabet edecek (bu tür rekabete yazında dibe doğru yarış deniyor) dolayısıyla daha kötü koşullarda, daha düşük ücretlere daha çok çalışacak emekçilerden demokrasiye geri döndük coşkusuyla rıza devşirilmesi meselesi var.
Yanlış anlaşılmasın Erdoğan’ın kutuplaştırma siyasetinin şeytanlaştırılan tarafında olan benim gibi kentli diplomalı demografiden bir “solcu” gerek çalıştığı yerde “liyakatle” yükselmek gerekse de ifade özgülüğünü kullanmak noktasında epey rahatlar ama zaten bu şeytanlaştırılma sorununu yaşamayan kesimler çalıştıkları madende göçük altında kalmaya, OSB’de ücretsiz mesaiye kalmaya bu arada iş cinayetiyle burun buruna yaşamaya, zeytinliğinden olup onun yerine acele kamulaştırmayla inşa edilen OSB’ye çalışmaya sürülmeye devam eder. Kılıçdaroğlu zaten küresel tedarik zincirlerini ülkemize çekmek için rekabet edeceğimizi söyledi. Bu rekabetin ne anlama geldiğini yukarıda söyledik.
Türkiye’nin yaşadığı krizden çıkması için egemen güçler arasında farklı değişim programları (“restorasyon”) tartışması sürüyor. Bu burjuva değişimin sağcı bir temelde gerçekleşemeyeceği, sola açık olması gerektiği görüşü ya da beklentisi var. Sizce Mİ’nın öngördüğü burjuva değişim programının ekonomik ve siyasi programı “sola açık” bir demokrasi öngörüyor mü?
Siyasi tarihçiyim, mesleki deformasyon sonucu “sola açık” gibi ifadeler bana Cemal Aganın cumhurbaşkanıyken yapmayı sevdiği 27 Mayıs Anayasası sola açık mı tartışmasını hatırlatıyor. Demokrat Parti iktidarı da, kontrol ettiği yürütme mekanizmasını, küresel sermaye birikim rejiminde üstlendiği yeni role göre kendini yeniden yapılandıran İstanbul Burjuvazisinin isteği doğrultusunda dönüştürmekte ayak diremişti. Küresel kapitalizmle eklemlenme biçiminde o dönem Ford bayiliğinden montaj sanayi kurmaya terfi ettirilen ve ellilerin ortasında Demirdöküm gibi fabrikalar kuran Koçlar planlı ekonomi istediğinde DPliler plan değil pilav lazım dediler bu galiz espri anlayışlarının bedelini de Zorlu, Polatkan ve Menderes kelleleriyle ödedi. Yeni rejimin anayasası sola açıktı çünkü küresel kapitalizmin Türkiye gibi ülkelerle o dönemki eklemlenme biçimini ithal ikamecilik rejimi üzerinden gerçekleşiyordu. Bu yüzden planlı kalkınma dolayısıyla ekonomiye devlet müdahalesi teşvik edilmekteydi. Rejim o anlamda “sola açıktı”. Bunun da olumlu sonuçları oldu ama kendiliğinden olmadı. O zaman toplumsal hareketler egemen sınıftan bağımsızlaştıkları ölçüde (karikatür bir benzetmeyle Türk İş değil DİSK oldukları ölçüde MTTB değil Dev Genç oldukları ölçüde) kendilerine alan açtılar; bunun da bedelini Satılmış Tepe, Mehmet Çavdar, Vedat Demircioğlu, Battal Mehetoğlu, Taylan Özgür gibi en ağır biçimde ödemekten de çekinmediler. Bu CHP sayesinde değil ona rağmen olmuş bir alan açma faaliyetidir.
Bugün de 2008 krizi sonrası ana akım iktisatta parasalcı dogmatizm çoktan salası okunup tabuta konmuştur. Bugün dünyaya baktığınızda her türden Post Keynesçilik Modern Parasal Kuram (MMT) gibi yaklaşımlar artık ana akımda yer buluyor, IMF iktisatçıları tarafından bile dile getiriliyor. Bireyin girişimciliğiyle kendi refahını temin etmesinin kutsanması da ilk dot.com balonunun patlamasından beri mevtadır. Kurumsal hayırseverliklere dayalı sosyal politika önlemleri Dünya Bankası gibi kurumlarda revaçtadır. Yani AKP’nin başa geldiği 2002 dünyasında değiliz Britanya’nın başbakanı bir Hintli, ABD’nin başına babası Afrika kökenli olan biri seçildi. Nancy Fraser’ın deyimiyle neoliberal ilericilik kolektif batının muktedir söylemlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla bu küresel sistemle entegre bir yürütme Cemal Aganın tahayyül dünyasının ölçüleriyle “sola açık” olur. Ve bu Türkiye’de ilk defa olmaz. Bunu değerlendirecek bir toplumsal hareket cevvalliği noktasında ise iyimser olmadığımı belirtmeliyim kendi kaderini egemen sınıfın bir başka iktidar kurgusuna bu kadar eklemlemiş bugünün Türk İşleri (artık adları DİSK) Cumhur İttifakının temsil ettiği Anadolu Sağcılığının seçmen düzeyinde Türkiye’nin üçte birinin altına düşmeyeceği ortadayken faşizm geri gelir ha diye tabanını korkutarak “güleryüzlü” kapitalizmin eteğinin altından ayrılmamaya çalışacaktır. Nitekim buna benzer örnekleri ABD ve İtalya’da, kısmen de Fransa’da görüyoruz Trumpçılık, Neofaşizm ya da sağ popülizm korkulukları özellikle ilk iki ülkede aynı adı taşıyan Demokrat Partilerin yamacından ayrılanların şeytanlaştırılmasına yarıyor. İtalya gibi tarihsel olarak komünist hareketin güçlü olduğu bir ülkede bugün sosyalist solun esamisi okunmuyor.
Soruyla doğrudan alakalı değil ama fikrimi daha iyi açıklamak için şunu da eklemeliyim. Özellikle tüketim toplumları gezegenin geleceğini tehdit edecek şekilde doğayı metalaştırma karşılığında vatandaşlarına refah sağlıyor ve böylece bir anlamda “sola” açık olma marjı da satın alıyor. Esas mevzu bir hareketin egemen sınıfı ne kadar tehdit ettiğidir. Bu tehdit de kuramınızın kitaba uygunluğundan ziyade eyleminizin yerleşik iktidar örüntüsünü maddi olarak ne kadar sarstığı ile alakalıdır. Bu örüntüyü hakikaten tehdit ediyorsan hiçbir rejim başkalarına açık olsa da sana ve hatta sadece sana gram açık olmaz. Julian Assange’ın hukuksuz tutsaklığından Fred Hampton’ın yargısız infazına bildiğimiz örnekler bize bunu anlatmalı.
Kapitalizmin küresel durgunluğu ve Türkiye’nin küresel emek işbölümündeki rolü ışığında, ABD/AB ile Rusya/Çin arasındaki rekabet ile Türkiye’nin “restorasyon” olasılığı arasındaki ilişki ve çelişkileri nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’de Atlantikçilik sermaye kesimlerinden, STK dünyası ve entelektüellere oradan da devlet bürokrasisine kadar yaygın bir güçtür. Avrasyacılık etkisi bu yapının yanından geçemez, bu yapıyla karşılaştırılamaz bile. TSK içinde toplumda karşılığı pek olmayan bir eğilimin de Ergenekon ve Balyoz Dava süreciyle, her ne kadar iddianame oluşturma ve yargılama aşamasında hukuksuz usuller kullanılması nedeniyle bu davalarda yargılananlar neden sonra beraat etse de, dişi ve tırnakları sökülmüştür. Buna rağmen Millet İttifakının değirmenine su taşımaya çalışan ideolojik söylemlerinden biri de Demokrasiler ve Otoriter rejimler arasında bir ayrım yapıp Cumhur İttifakı iktidarını bir olağanüstü rejim tipi gibi tanımlayıp onu Avrasya eksenine yerleştirmek. Sosyalist solu bu anlatıya ikna etmek için Marksist faşizm analizlerinden kimi kavramlar aparılarak bu anlatıya eklendiği de oluyor. Bu üzücü bir durum ve kuramsal şarlatanlıktır. Ortada bir yanda Putin, Xi, Reisi, Erdoğan diğer yanda Sanna Marin, Annalena Baerbock, Jacinda Ardern olan bir ayrım yok. Türkiye’de emek, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde saf tutanların da böyle bir saflaşmada kendilerini taraf sanmaları sadece içinde oldukları mücadelelere zarar verir.
Olgulara bakarsak Çin Rusya aksı denen heyulanın kolektif batının zorlamasıyla oluştuğunu görürüz. Bu zorlamanın kaynağı, ekonomi politik temeli 9 şiddetinde sallanan 89 sonrası kurulmuş batı merkezli tek kutupluluğu kolektif batının sürdürme azim ve iradesidir. Bu azim ve iradenin yarattığı saldırganlık aslında uzlaşmayan çıkarları da olan Çin ve Rusya’yı birbirine ittiği gibi, çok kutupluluk şiarıyla hareket etmeye meyyal Afrikadan Latin Amerikaya oradan Orta Doğu ve Hindistan’a pek çok ülke de bu tür ikilikleri reddederek örneğin son dönemde Rusya’ya yönelik yaptırımlara katılmıyor. Üstelik bu tür ülkeler bu jeopolitik hengâmede ortaya çıkan bölgesel fırsatlara atlıyorlar. İşte Türkiye’nin son dönem politikası Avrasyacı olmaktan ziyade böyledir ve Suudi Arabistan, Brezilya, Pakistan, Cezayir gibi ülkelerinkiyle karşılaştırılabilir. Bu politika açılan jeopolitik ve iktisadi fırsatları yerli egemen sınıflar lehine değerlendirerek çok kutupluluğa utangaç selamlar çakmaktan ibarettir denilebilir. Çin’in araya girmesiyle İran’la diyaloğun yolunu açan, Rus enerjisine tavan fiyat uygulamayı reddeden Suudiler ne kadar Avrasyacıysa Cumhur İttifakı da o kadar Avrasyacıdır.
Soruya gelecek olursak bu küresel ayrımların önümüzdeki seçimde doğrudan belirleyici olacağını düşünmem. Rusya Erdoğan ile durumundan memnun olabilir onun seçim kazanması için doğalgaz alacaklarının ötelenmesi gibi kendini çok zora sokmayacak bazı hediyeler verebilir o kadar. Ben kendi hesabıma devrimci bir hareket için Türkiye’deki esas tehlikenin Atlantikçi etki olduğunu düşünürüm, bu hem doğrudan karşımızdaki güvenlik aygıtı açısından böyledir, hem de saflarımıza ideolojik sızmaların kaynağı açısından.
Öyle ya da böyle burjuva değişim süreci ister siyasi ve ideolojik hegemonyanın tesisi olarak ister zor yoluyla birikim modelinin hayata geçirilmesi olarak gerçekleşsin, orta ve uzun vadede sol-sosyalist hareket açısından nasıl bir durum yaratır? Ve sol-sosyalist hareket nasıl bir hazırlık yapması gerekir?
Seçimler ve sosyalizm mücadelesini, ukalalık saymazsanız, ben rabıtalandırmaktan imtina etmiş olayım. Seçimler esas olarak ve son tahlilde egemen sınıfın yürütme işlerini üstlenecek mekanizmanın kurgusunda hangi egemen sınıf fraksiyonlarının ne ağırlıkta yer tutacağını belirler ve bunların devlet mekanizmasındaki uzantılarının görev dağılımını ve işbölümünü sağlar ve bunların arasındaki sorunları bir süreliğine çözer. Sosyalist sola da siyasi propaganda ve hatta temsil olanağı sağlayabilir eğer ve sadece eğer gücünüz ve toplumsal karşılığınız varsa, sosyal mücadelelerle iç içeyseniz ve buralarda önderleşenler siyasi kadrolarınızı oluşturuyorsa. Yapısal dönüşümler, afet sonrası ortaya çıkan canlı sivil toplum dünyası sosyalist solun etkinliği için saydığım şartları ikame edemez. Fakat bu rejim yukarıda ifade ettiğimiz gibi “sola açık” olacağı için bir tür solun (bu kendine sosyalist diyor bile olabilir) geliştiğini de görebiliriz, yerli Annalena Baerbock’larımız olabilir. Önümüzdeki dönemin mücadele başlıkları ve görevleri açısından ise haddim olmayarak daha önce Umut-Sen ve Komiteler dergisinin sitesinde yayınlanan “Anadolu’daki küresel fabrikayı birlikte örgütleyelim” ve “2023 ve Ötesi Dünyada Savaş ve Darboğaz Zamanları ve Bunlara Karşı Mücadele” başlıklı iki yazıyı sizin aracılığıyla sosyalistlerin dikkatine sunmak isterim. Bizim esas mücadele programımızı buradaki sorunlar ve bunlara yanıtlar geliştirmek oluşturuyor.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER