Dünyayı kasıp kavuran koronavirüs (Kovid-19) bir yılını geride bıraktı. Dünyanın dört bir tarafına hızlıca yayılan virüs, bugüne kadar milyonların ölümüne neden oldu. Hala da can almaya devam eden virüs kontrol altına alınmış değil. Pademi etkisiyle yaşananları, “yaşam hakkı ihlali” olarak değerlendiren Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, pandemi sürecinde devlet yönetimlerinin sorumluluğuna dikkat çekiyor. Fincancı ile pandeminin yarattığı sorunları, devletlerin sorumluluklarını ve çıkış yolunu konuştuk.
Pandemiye neden olarak görülen kapitalizm koşullarında gerçekleşen sömürü ve tahakküm ilişkilerinin insan sağlığı üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sömürü yalnızca insanın değil, aynı zamanda doğanın ve doğadaki tüm canlıların sömürülmesi anlamına geliyor. Geçtiğimiz günlerde, vizonların üretildiği bir şehirde bir anda başka bir mutasyon ortaya çıkmasıyla beraber insanlık, burada üretilen vizonları katletme kararı aldı. Dolayısıyla doğal ortamlarından alıp kendi çıkarımıza göre kullandığımız diğer canlılar, doğal ortamlarını yok etme sonucunda doğal ortamlarını terk ederek, insanlarla daha fazla iç içe yaşamak zorunda kalan canlılar da doğal ortamın tahribatıyla ortaya çıkan susuzluk, temiz havanın yok olma süreçlerinin her biri kapitalizmin sömürü çarkının bir parçası. Bu da karşı karşıya olduğumuz bu küresel salgın dışında başka küresel salgınları da göğüsleyecek olmamız anlamına geliyor. Eğer böyle bir sömürü sürdürülürse ve doğayı daha fazla tahrip etme davranışıyla karşı karşıya olursak ki kapitalizmi değiştirmeden yani bu ekonomik sistemi ortadan kaldırmadan bu sömürüyü sonlandırabilmek, sömürü sonlanmadıkça da dünyanın, doğanın ve doğadaki canlıların sağlıklı ve güvenli ortamlarda yaşamasını olanaklı kılmak çok görülmeyecek. O yüzden zaten başlı başına içinde yaşadığımız doğayı tahrip ederek, bu sömürüyü derinleştiren kapitalizm, tüm canlıların sağlığını bozuyor. Dolayısıyla bu sömürü sona ermeden bizim sağlıklı kalabilmemiz de olanaklı değil. Zaten bu sömürü düzeni; üretim devam etsin, artı değer biriksin ve kar artsın diye yaşayacak kadar sağlıklı kalabilmemize izin veriyor.
“Yaşayacak kadar sağlıklı kalabilmemize izin veren” bu sistem, geçen bir yılda salgınla mücadele konusunda nasıl bir yol aldı?
Küresel salgının başlamasıyla birlikte atılması gereken temel adımlar vardı. Özellikle insanların toplu bulunduğu alanların kapatılması gerekirdi ama bunu tüm ülkeler son derece sınırlı yapabildi. Bunun sonucunda da bir yıla ulaşan bir küresel salgınla hayatta kalmaya çalışan insanlar ve onun ötesinde ne yazık ki hayatta kalamayan, kaybedilen insanlarla karşı karşıya kaldık. İnsanlar çalışmaya, toplu alanlarda bulunmaya, toplu taşımalara binmeye zorlandılar. Bu koşullarda da hastalığın yaygınlaşması ve bu hastalık sonucu ortaya çıkan sağlık sorunlarını gidermek için başvurulan sağlık kuruluşlarının yoğunluğuyla birlikte, hastalıkla daha fazla karşı karşıya kalan sağlık çalışanlarının yüksek ölümleriyle yüzleşmek zorunda kaldık. Geçen bir yıl içinde yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yerinde salgını yönetememe hali vardı. Bu tam da kapitalizmin bize bu sömürüde hayatta kalacak kadar olanak tanıması ve sınırlarımızı kendi kâr alanlarını büyütecek kadar bizi daha da daraltacak biçime dönüştürmesiyle ilgili. Egemenlerin, kendi kârından asla vazgeçmediği gibi bu dönemi de fırsata çevirerek kendi kârını arttırması da söz konusu oldu. İşin bir başka boyutu ise ne yazık ki dünyada neo-liberal sistemin dayattığı bir sağlık sistemi kurulmuş olması. Sağlığı piyasaya açma yaklaşımı üzerinden 30 yıldan fazla bir zaman geçti ve bunun yarattığı tahribatı küresel salgında hep beraber ne yazık ki insan ölümleriyle deneyimledik. Ama bu hiç de bir değer olarak düşünülmüyor. Çünkü üretim sürdüğü ve kâr etmeye devam ettikleri sürece bu sistemi de sürdürme kararlılığındalar.
Özelleştirilen sağlık hizmetleri birçok ülkeyi bir pazar aracı haline getirdi. Salgın sürecinde özellikle İspanya çok konuşuldu ve bazı sağlık kurumları yeniden kamulaştırıldı. Sağlık alanının özelleştirilmesi, Türkiye’de salgınla mücadeleyi nasıl etkiledi?
Türkiye’de özel hastaneler başta pandemi hastanesi olarak ilan edildi ve Sağlık Bakanlığı, herhangi bir ödeme yapılmayacağına dair genelge de yayınladı. Ancak daha sonra bu açılma politikaları, ekonomiyi de destekleme ve ulusal çıkar tanımlamasıyla beraber bu genelge sanki yokmuş gibi bir duruma dönüştürüldü ve genelge unutuldu. Aslında o genelge üzerinden başka bir genelge çıkmış değil dolayısıyla özel kurumların da pandemi hastanesi olarak kullanılması ve herhangi bir ücret alınmamasına dair düzenleme devam ediyor. Fakat özel hastaneler bununla ilgili bir adım atmadılar. Aslında bir kısım daha küçük ölçekli özel hastaneler, sorun yaşadıkları için kamulaştırılsın diye devletin gözünün içine de baktılar. Sonra tekrar genelge hatırlatıldığında birtakım adımlar atıldı. Özelleştirilmiş bir sağlık sisteminde çok ciddi sorunlar yaşanılacağı muhakkak. Bu aynı zamanda sağlık hizmetinde bir ayrımcılığa da yol açıyor. Çünkü özel hastanelerden hizmet alabilecek durumda olanlar yoğun bakım yatağı bulabilirken ya da hastanede yatıp en azından hastalık sürecini izlem altında geçirebilirken; bu olanaktan yoksun olanlar, kamu hastanelerindeki yoğunluk nedeniyle evlerinde takip edilmek zorunda kalıyorlar.
Pandeminin başında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de bir kriz yaşandı ve tüm toplumsal yaşam alanını etkiledi. İktidar “yeni normallerden” söz etti ve adeta tüm sorumluluk halka yüklendi. İktidarın salgın politikası geçen bir yıla bakacak olursak nelere yol açtı?
Doğru bir kapanma stratejisi izlemediler. Hele ki üretimin devam ettiği koşullarda çalışanlar, hem toplu olarak bulundukları fabrikalar ve atölyelerde bu hastalığı daha fazla aldılar hem de kullanmak zorunda kaldıkları toplu ulaşımlarda virüsle kaçınılmaz olarak daha fazla karşılaştılar. Aldıkları bu virüsü eve taşımaları, evde de hane halkını bu virüsle enfekte etmeleri doğal bir sonuç. Dolayısıyla burada bireysel bir sorumluluktan değil merkezi bir sorumluluktan söz etmek mümkün, bunu önlemediler. Kendi açıkladıkları verilere göre dahi 20 bine dayanmış ölüm sayılarıyla bunların önemli bir kısmının önlenebilir olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Bir filyasyon mekanizması işletilmiş olsaydı sıfırıncı vakaya kadar ulaşma imkânımız olacaktı. Dolayısıyla hastalık yayılmadan önlenebilecekti. Oysa bu yoğunluk nedeniyle temaslı taramalara bile yetişemediklerini biliyoruz. Önlenebilir ölümlerle karşı karşıyaysak bir yaşama hakkı ihlalinin de söz etmek mümkün.
Dünya Sağlık Örgütü, Kovid-19’u pandemi olarak ilan etti. Siz de TTB olarak bazı açıklamalarınızda “sindemi” kavramını birçok kez kullandınız. Bölge illerinde sağlığa erişim konusunda yaşanan sıkıntılar, sindemiyi tarifliyor mu?
Sindemi; ekonominin yanı sıra özellikle sağlık kurumlarının yapılanma biçiminden, insanların yaşadıkları ortamdaki olanakların ve doğanın da dahil olduğu bir bütüncül bakış, bunların her birinin etkisi başka ek sağlık sorunlarının buna eklenmesi gibi bir değerlendirmeye işaret ediyor. O açıdan önemli. Biliyoruz ki özellikle son yılarda daha da ağır bir biçimde sınıfsal eşitsizlikler bölgede de derinleşti. Bir çatışma sürecinin devamlılığı aynı zamanda insanların kendi olanaklarıyla yaşayabildikleri koşulları da ortadan kaldırdı. Yine yaylalara ulaşmayla ilgili sınırlamalar oldu. Temel geçim kaynakları olan hayvancılıktan tutun ekin alanlarının tahribatına kadar pek çok sıkıntı yaşadılar ve bu ağır bir yoksullaşmaya neden oldu. Bu ağır yoksullaşmanın sonucu insanların aynı zamanda yaşam ortamlarından zorunlu göçüne de yol açtı. 80-90’lara benzer şekilde göç yaşandı. Ayrıca uzun süren sokağa çıkma yasaklarının da bu göçte çok büyük bir payı var ve daha görece büyük şehirlerde insanların çok sınırlı koşullarda, sınırlı olanaklarla yaşamaya zorlanmasına neden oldu. Kalabalık evlerde yaşamak zorunda kaldılar. Bu yaşadıkları işsizlikle birleşti. Çünkü büyük şehirlerde işsiz bir çoğunluk ortaya çıktı. Bütün bunlar doğal olarak insanların aynı zamanda bu sindemi öncesi sağlığını da bozan süreçlerdi. Çünkü zaten sağlığı ciddi şekilde etkilenmiş olan bu insanlar, çok ağır koşullarda ucuz emek olarak kullanıldılar ve ağır sorguya maruz kaldılar. Ek hastalıklarının yanı sıra yaşadıkları bu sınıfsal eşitsizliklerin ortaya çıkardığı sağlık sorunlarıyla beraber, küresel salgınla karşılaşma bu insanların sağlığını daha da bozucu bir boyuta ulaştırdı. Bir de bunun yanı sıra sağlık kurumlarına erişimle ilgili de sorun oldu. Özellikle kamu sağlık hizmetlerinin çöküşüyle beraber insanların sağlık hizmeti alamadığı bir boyutta kaldı ve bu sorunu arttırdı.
Geçen süre içinde alınan tüm kararların yarattığı sonucun sorumlusu olarak iktidar topu, oluşturduğu bilim kuruluna attı, bilim kurulu ise iktidardan bağımsız açıklamalar yapmadı. Peki, bahsettiğiniz yaşam hakkı ihlalinden kim sorumlu?
Bu neo-liberal politikanın hayata geçirilmesinin mimarı AKP ve dolayısıyla başından itibaren özellikle de AKP iktidarı dönemindeki tüm Sağlık Bakanları bu çöküşten sorumlu. Bugün yaşadıklarımızın sorumluları olarak her birinin anılması gerekiyor ve her birinin zaman içinde bu sorumluluk nedeniyle yargılanması gerekiyor, çünkü bunun bedeli yaşam hakkı ihlalidir. Bugün geldiğimiz ve durduğumuz yer insanların yaşamlarını yitirmesine neden olmuştur. Diğer yandan İçişleri Bakanlığı’nın genelgeleriyle yönetilen bir salgın söz konusu olduğuna göre burada yalnız Sağlık Bakanı’nın değil İçişleri Bakanı’nın da sorumlu olduğunu görmek gerekir. Bilim Kurulu’nun ise bilim insanları olarak bilimsel ilkeler çerçevesinde önerilerde bulundukları muhakkaktır, ancak bu önerilere uyulup uyulmadığına dair zaman zaman kendilerinin de değişik ortamlarda ifade ettikleri bir gerçek vardı. Onlar önerilerde bulunuyordular ama bu önerilere uyulması söz konusu olmuyor. O zaman bu önerilere uyulmamasında, merkezi bir karar veriliyor olmasında başta kimin sorumluluğu vardır diye düşünecek olursak tabii ki özellikle ‘Başkanlık Sistemi’yle birlikte bir tek adam yönetimine de dönüşmüş olan Türkiye’de, Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğu vardır. Dolayısıyla bütün yaşam hakkı ihlallerine baktığımızda zincirleme bir sorumluluktan söz etmek mümkün.
Aynı zamanda kalıcı hastalıklara da neden oldu bu süreç…
Evet, bu da diğer yanı. Sadece yaşam hakkı ihlali değil, bu hastalığın kalıcı birtakım zararlara yol açtığı da bilinen bir gerçek. Özelikle en fazla bilinenlerden biri insanların akciğerlerde kalıcı bir solunum sıkıntısıyla karşı karşıya kalması. Yalnızca ölüme yol açmaktan değil, bu kalıcı zararlardan dolayı da sorumluluklarının tanımlanmış olması gerekiyor.
Sizi aynı zamanda insan hakları mücadelesindeki kimliğinizle de tanıyoruz. Bahsettiğiniz üzere sorumluluğu bulunan devlet yöneticilerinin, yaşam hakkı ihlali çerçevesinde nasıl bir yargılama sürecine tabi tutulması gerekir?
Bir bütün olarak baktığımızda hem kapitalizmin dayattığı sömürü düzeni hem de bu sömürü düzeninin yararlı bulan bütün devletlerin yönetimleri bu süreçte ortaya çıkan zararlardan sorumlu sayılmalı. Yeni bir dünya düzeni diye tanımlıyorsak, bu devlet yöneticilerini yargılayabileceğimiz büyük bir uluslararası ceza mahkemesiyle bu davaları önümüze getirmemiz ve belki bugün egemenlerin hukuku içinde yargıya yansıması olanağı olmazsa bile en azından toplum vicdanında yargılanmalarını sağlamamız gerekiyor. İnsan hakları mücadelesi içinden yakından bildiğim bir model uluslararası mahkemeler. Bu mahkemeler sadece savaşlar, toplu katliamlar, işkenceler, ağır insan hakkı ihlalleri ile sınırlı olmamalı. Uluslararası ceza mahkemeleri aynı zamanda kar hırsıyla yönetilen bir dünyada dünyayı tahrip edenlerin sorumluluğunu da ele alan bir yandan bakmalı. Dolayısıyla kimleri dahil edebiliriz. Aslında toplumun bütün bileşenlerini dahil edebiliriz. Ekosisteme dair sözü olandan ayrımcılığa dair sözü olana ve bir bütün olarak sağlık politikalarına yaşamla ilgili tüm politik süreçlere müdahil olanların bir arada olacağı devasa bir uluslararası mahkeme belki bunun ötesine geçebilir.