14 Mayıs seçimlerine yaklaştıkça tartışma adaylar ve listeler üzerine yoğunlaşıyor ister istemez. Fakat bütün ibreler 14 Mayıs’ın belki yeni seçimlerin ve yeni siyasi krizlerin başlangıcı olacağını gösteriyor.
AKP’nin özellikle iktidarının ikinci yarısında (2008 krizinden sonra) toplum üzerinde yarattığı baskı, gelir adaletsizliğin ayyuka çıkması, güvencesizlik koşulları bütün umutların AKP sonrası döneme ertelenmesine neden oldu. Fakat geçiş olacak mı, nasıl olacak? Millet İttifakı ne vaat ediyor? Halkı nasıl günler bekliyor?
Bu ve benzeri sorular etrafında başlattığımız söyleşi dizimizin bu bölümde SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen sorularımızı yanıtladı. İşleyen, Millet İttifakı’nın beşli çete vurgusu, özelleştirmelere dair tartışmaların aslında “ifşaattan çok bir gölgeleme” yaptığına dikkat çekiyor. Bu gün yaşadığımız krizin “ana mimarı beşli çete değil, ya da birkaç yolsuz, hırsız bürokrat değil” “neoliberalizasyon süreci” olduğuna dikkat çekiyor. İşleyen, “Meclisin veya düzen siyasetinin içinden değil” “solun sokakta örgütlü gücünü büyüttüğü, bir mücadele alanı yaratabildiği şartlarda bu geçiş ve çatışma ortamında halkın çıkarına dönüşümlerin sağlanabilmesinin imkanı vardır” diyor.
Türkiye’nin kimine göre “100 yılın krizi” kimine göre “neoliberalizmin krizi” ya da birikim modeli krizi veya hepsi bir arada bir kriz yaşadığı hem egemenler cephesinden hem de sol-sosyalist güçler tarafından ifade ediliyor. Buna dayanarak da 14 Mayıs seçimleri ya krizin derinleşmesi ya da çözümün kapısını açacak eşik olarak kritik hal alıyor. Siz Türkiye’nin krizini nasıl tanımlıyorsunuz?
Türkiye, 20 yıllık AKP iktidarında aslında 12 Eylül sonrası oluşturulan Türk-İslam ideolojisinin siyasi krizinin ve Özal ile başlayan neoliberal politikaların en korkunç sonuçlarını yaşadı. Kuşkusuz Türkiye’de siyaset, NATO’ya girildiğinden bu yana emperyalizmin güdümünde ülkeyi şekillendirmek isteyen egemen sınıflar ile toplumsal muhalefetin devrimci dinamikleri arasında bir mücadele olarak şekilleniyordu. Fakat 12 Eylül darbesinin hem solu siyasetten silme girişimi hem de devletin ideolojisini, ekonomik yapısını radikal şekilde değiştirmesi, Türkiye’yi neoliberal küreselleşme krizine karşı tamamen dirençsiz bıraktı, hem devlet hem toplum yapısında ideolojik ve sınıfsal müdahalelerle neoliberal çürüme sürecini hızlandırdı. AKP, bu çürümenin vücut bulmuş halidir.
Fakat açık ki bugün yaşanan ekonomik kriz, bütününde neoliberalizmin krizidir. Evet AKP özellikle tek adam rejimine geçildiğinden bu yana rant, yolsuzluk, yağma, talan ve özelleştirme politikalarını doğrudan kendi siyasi tekeline almıştır. Bu anlamıyla neoliberalleşme politik olarak da tek merkezde konsolide olmuştur. Ancak bu, yaşadığımız sorunların temel çelişkisi olarak AKP’yi göstermez. AKP emperyalizmin güdümündeki faşist bir devlet yapısının açığa çıkmış sonucudur. Dolayısıyla iktidar bunları yaparken her krizde emekçiden değil büyük sermayeden taraf olmuş, dolar krizinde de pandemide de batılı kapitalist ülkelere kıyasla bile açık bir sınıf tercihi ile emekçi halkı ağır yoksulluk şartlarında tek başına bırakmıştır. Bununla da kalmayıp, halkı güvencesiz bırakırken tarikatları, cemaatleri güçlendirip, kendi boşalttığı kamusal yaşamın içerisine dahil etmiştir. Yalnızca yıkmamış, bu yıkımı kendi karşı devrim süreci ile de birleştirmiştir.
Türkiye’nin yaşadığı krizden çıkması için egemen güçler arasında farklı değişim programları (“restorasyon”) tartışması sürüyor. Bu burjuva değişimin sağcı bir temelde gerçekleşemeyeceği, sola açık olması gerektiği görüşü ya da beklentisi var. Sizce Mİ’nın öngördüğü burjuva değişim programının ekonomik ve siyasi programı “sola açık” bir demokrasi öngörüyor mü?
Kuşkusuz, Millet ittifakı bileşenlerinin sunduğu restorasyon planı Türkiye’de gerçekçi bir dönüşüm yaratamaz. Her ne kadar kendine özgü çelişkiler ve krizler ortaya çıkarsa da Türkiye’nin yaşadığı kriz, bir sistem krizidir. Bu sistemin tahkiminin mimarları, krize bir çözüm bulamaz. Bırakalım müttefiklerini, bugünün CHP’sinin de zaten içinde bulunduğumuz sistemle çelişen, çıkış öneren bir stratejisi yoktur. Ekranlarda neoliberalizm eleştirisi yapılırken, diğer yandan ABD’den, İngiltere’den kredi sözleri almaya çalışan muhalefetin, başarısı tartışılır olsa da aklının nerede olduğu bellidir.
Tabii ki bugün ana muhalefet lideri, bu büyüklükte bir yoksullaşmanın ortasında, sınıfsal çelişkilerin bu denli açık olduğu bir atmosferde ekranlarda sermayeden yana, neoliberalizmden yana konuşmalar yapmayacaktır. Dünya liderlerinin, büyük sermayedarların bile gelir vergisinden bahsettiği, pandemi sonrası kamu harcamalarının yükseldiği bir atmosferde, bizi 2002 model bir neoliberalizasyonun beklemediği aşikar. Üstelik, yaşadığımız krizin belli başlı siyasi çıktıları oluştu, muhalefet seçim politikalarında bu çıktılardan kaçamadı; örneğin beşli çete vurgusu, özelleştirmelere dair tartışmalar, vs. Fakat burada aslında ifşaattan çok bir gölgeleme var. Türkiye’nin yaşadığı krizin ana mimarı beşli çete değil, ya da birkaç yolsuz, hırsız bürokrat değil. Onlar sonuç.
Asıl sorunu yaratan, küreselleşme süreci içerisinde özelleştirmelerle kamusal alanın doğrudan sermayeye bırakıldığı, emekçi sınıfların istikrarlı şekilde güvencelerinin elinden alındığı neoliberalizasyon süreci. Muhalefetin bu süreçten bir kopuş hedefi yok, onun yerine geçecek değil onu iyileştirmeye dönük hedefleri ve ona göre müttefikleri var. Açıklanan restorasyon programı açık ki TÜSİAD tarafından açıklanmış. Bir taraftan geçmiş 20 yılda sembolleşmiş “kötülükler” lanetlenirken, öbür taraftan yine sermayenin rahatça büyüyebileceği, hatta krizin yumuşadığı bir ortamda daha istikrarlı ve sorunsuz şekilde hareket edebileceği bir süreç hedefleniyor. Bu süreç, yeşil dönüşüm, teknolojik dönüşüm gibi altı boş sıfatlarla makyajlanıyor. Fakat özünde yine yurt dışından gelecek kredilerin uzun vadede şekillendireceği, bu krizi atlatırken muhtemelen yeni krizlerin tohumlarını atacak bir sürece gireceğiz.
Kuşkusuz AKP 21 yılda yalnızca sermayenin büyümesine çalışmadı, kendi etrafında doğrudan kamu kaynaklarına dayanan müthiş bir servet ağı oluşturdu. Bu ağın ortadan kalkması bir rahatlık getirecek ve kısıtlı da olsa kamusal harcamalara dair daha cesur davranma şansı getirecek. Bu da radikal bir hamle değil, bu yolla kendi yarattığı krize merhem olacak geçici harcamalara girişti. Fakat sermayenin büyümesinin, alım gücünün bu yönde gitgide küçülmesinin önüne geçilmedi. AKP’nin bugün düşük faizli kredilerle sağladığı yalancı rahatlama, orada doğrudan para dağıtarak gerçekleşti, bir benzerini de muhalefetin restorasyonunda görüyoruz.
Kapitalizmin küresel durgunluğu ve Türkiye’nin küresel emek işbölümündeki rolü ışığında, ABD/AB ile Rusya/Çin arasındaki rekabet ile Türkiye’nin “restorasyon” olasılığı arasındaki ilişki ve çelişkileri nasıl yorumluyorsunuz?
Kuşkusuz muhalefetin restorasyon planında Türkiye’nin bağımsızlığına dair tek bir vurgu dahi yok. Olamaz da. Türkiye’de düzen içi tüm aktörler ABD emperyalizmine teşne, onun boyunduruğunu aşmayı hedeflemeyen bir çizgidedir. Özellikle geçtiğimiz yıllarda AKP’nin Suriye krizinde Rusya ile girdiği işbirliğinde de muhalefet içerisinden “doğru Amerikancılık” öğretmeye kalkanlar oldu. Yarın da girilecek soğuk savaş, çok kutuplulaşma ekseninde restorasyon muhalefeti batı kanadında kalacaktır. Esasen AKP de buradan çıkmayı hedefleyen herhangi bir adım atmamıştı. En “Rusçu” denildiği dönemde, Montrö boğazlar sözleşmesini ABD çıkarına yırtmaya çalışmış bir iktidardan bahsediyoruz.
Girilecek dönem, zayıflayan emperyalizmin zaafları ve çelişkileri üzerinden, yerine sosyalist bir alternatifin güçlenmediği, Çin’in ekonomik, Rusya’nın jeopolitik öncülüğü ile şekilleniyor. Bu anlamda olumludur. Ancak Türkiye açısından, yarın iktidara gelecek herhangi bir düzen partisi ve onun yakın-uzak müttefiklerinin, zayıflamış da olsa Amerikan emperyalizminden kopuş gibi bir projesi olmayacaktır.
Öyle ya da böyle burjuva değişim süreci ister siyasi ve ideolojik hegemonyanın tesisi olarak ister zor yoluyla birikim modelinin hayata geçirilmesi olarak gerçekleşsin, orta ve uzun vadede sol-sosyalist hareket açısından nasıl bir durum yaratır? Ve sol-sosyalist hareket bu durumda nasıl bir hazırlık yapmalı?
Yarın gelişecek bir iktidar değişimi, emekçi sınıflar açısından köklü dönüşümler getirmeyecek. Keza demokratikleşme başlıklarında da. Bunun yanında AKP’nin seçimle dahi olsa bir günde ele geçirdiği devleti bırakmayacağını ve bu geçişin “çatışmalı” geçebileceğini ön görebiliriz. Ancak sol sosyalist güçler açısından Erdoğan’ın gidişi önemli bir fırsattır. Ancak solun sokakta örgütlü gücünü büyüttüğü, bir mücadele alanı yaratabildiği şartlarda bu geçiş ve çatışma ortamında halkın çıkarına dönüşümlerin sağlanabilmesinin imkanı vardır. Meclisin veya düzen siyasetinin içinden değil, dışından gelişecek baskı, gelecek süreçte somut kazançlar yaratabilir. Muhalefetin vaatleri dahil, halk açısından hiçbir olumlu gelişme, örgütlü bir devrimci muhalefet olmadan somutlaşamaz. Kaldı ki bir tür geri dönüş olarak ifade edilen bir restorasyon projesi ileri sürülüyor. Özünde faşist bir niteliğe sahip olan devletin devrimci bir dönüşümü olmaksızın oluşacak nisbi demokrasi ortamının da kalıcılaşması hiç mümkün değildir. Böyle bir mücadele halkın örgütlü gücü üzerine yükselecek, düzen muhalefetine entegre olup, “içeriden” değiştirme hayalleri olamaz. Ancak yarın 20 yıllık karanlığın, baskı ve faşizm ortamının dağılmaya başladığı, görece demokratikleşme sürecinde, kendi gücünün farkında olan bir örgütlülük buradan kendi payına bir dönüşüm elde edebilir.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER