Türkiye işçi sınıfının tarihinde 15-16 Haziran günleri, örgütlenme özgürlüğünü savunmak için fiili meşru mücadele biçimleri ile önüne konan barikatları aştığı, başta gençlik olmak üzere diğer halk kesimlerinin de katılımıyla “genel direniş” boyutu kazanan toplumsal bir eyleme tanıklık eder. İşçi sınıfı tarihi çalışmaları yapan Zafer Aydın’ın deyimiyle, “işçi sınıfının bütün gücüyle kendini ortaya koyduğu” bir iki gün yaşandı. Öyle bir iki gün ki, egemenlerin bilincinden hiç çıkmayacaktır.
İşçilerin Haziran’ı, 68’in İşçileri ve Kavel, Paşabahçe, Derby direnişleri ile kitapların yazarı olan Zafer Aydın ile 15-16 Haziran direnişinin gelişimini, etkilerini ve ayrıcı yönlerini konuştuk.
15-16 Haziran Direnişi’nin Türkiye işçi sınıfı tarihinde, Türkiye siyasal hareket tarihinde çok önemli bir gün olduğu biliniyor. Hafızayı tazelemek açısından işçi sınıfının bu büyük tarihsel eyleme kalkışmasına götüren süreci anlatır mısınız? Eylemin talebi neydi? Tarihsel hafızayı tazelemek için buradan başlayalım istiyorum.
15-16 Haziran Türkiye’nin hem sosyal hem siyasal tarihinde iz bırakmış eylemlerden biri. 1970’te eylem gerçekleştiğinde işçi sınıfının o güne kadarki en kitlesel eylemi idi. Yüz yıllık Cumhuriyet tarihine de ise 89 Bahar Eylemleri ve Gezi Direnişi ile birlikte damga vurmuş, iz bırakmış önemli eylemlerden biri.
Eylemin önemi tabii sadece kitlesel bir hareket olmasından kaynaklanmıyor. Bu da önemli bir faktör. Ama esas olarak eylemle birlikte işçi sınıfı bütün gücüyle, varlığını ortaya koydu. Türkiye’nin sosyal ve siyasal süreçlerinde önemli sarsıcı etkiler yarattı. O güne kadar sınıfa dair, ortadaki bilgiyi büyük ölçüde değiştirdi. Yani işçi sınıfını hesaba katmadan herhangi bir adım atılmayacağı gerçeğini ortaya çıkarttı. Dolayısıyla bu yanlarıyla önemli bir hareket olarak işçi sınıfı tarihinde belli bir yere oturdu.
Aslında 1967’de DİSK’in kurulması eylemi tetikleyen ana faktördü. Çünkü DİSK’in kuruluşu ile birlikte işçi haklarını geliştirme mücadelesinin çehresi büyük ölçüde değişti. DİSK, Türkiye işçi hareketi içerisinde farklı bir sendikal anlayışı savunan, yani çalışma şartlarının ancak mücadeleyle geliştirilebileceğine dair bir perspektife sahip sendikalar tarafından kuruldu. Dİ̇SK’in kuruluşu bunu bir bir anlamda taçlandırdı. Dİ̇SK’in kuruluşu işçilerin açısından sevindirici bir gelişmeydi. İşçiler DİSK’in sayesinde hem ekonomik, demokratik haklar elde ediyorlardı hem de DİSK ile birlikte çalışma yaşamında insanca muamele görme, makine başında özne olarak kabul edilme gibi özellikler kazandılar. Dolayısıyla işçiler DİSK’i sevdi ama egemenler DİSK’i sevmedi. Sermaye DİSK’i etkisiz hale getirmek amacıyla önce işyerlerinde bazı kumpaslar kuruldu. DİSK üyesi sendikalar yetkili olmasına çoğunluğa sahip bulunmasına rağmen o işyerlerinde sarı sendikalar yetkili hale getirilmeye çalışıldı.
Buna yapılan itirazlar da bakanlıkta ve mahkeme salonlarında kayboluyordu. İşçinin iradesini tescil etmek üzere, 4 Temmuz 1968’de Derby’den başlayarak işyeri işgal eylemleri gerçekleşti. Bu eylemler temel olarak işçilerin iradesine saygı gösterilmesi amacıyla gündeme geldi. İşçi diyordu ki, “benim hangi sendikaya üye olacağıma devlet ya da işveren değil ancak ben karar verebilirim”. İşverenler bu konudaki yani işçilerin iradesine müdahale etme, sendika seçme özgürlüklerine müdahale etme ısrarında devam edince arkasından 68’de Kavel, 69’da Singer ve Demirdöküm, 70’de ECA, Sungurlar gibi pek çok yerde işyeri işgal eylemleri gerçekleşti.
Bu işyeri işgali eylemleri ile gördüler ki işçinin iradesini tek tek işyerlerine boğmak mümkün değil. O zaman bunu bir yasal düzenleme yoluyla halledelim diye düşündüler. Ve TÜRK-İŞ, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi koalisyonunda bir yasa tasarısı hazırlandı. Hazırlanan yasa tasarısı sendikal faaliyete üçte bir oranında örgütlenme barajı getiriyordu. Bu yasa tasarısı tabii genel olarak işçilerin anayasal ve yasal olarak kazandığı sendika seçme özgürlüğünü daraltan bir öz taşıyordu. Ama öte yandan da doğrudan DİSK’i hedef alıyordu. Zaten DİSK’i hedef alması da gizli saklı bir şey değildi. O dönem hem Çalışma Bakanı hem de bu yasa özelinde Meclis’te kurulmuş komisyonun başkanı, TÜRK-İŞ Genel Kurulu’nda yaptıkları açıklamalarda açık açık TÜRK-İŞ’ten başka konfederasyon kalmayacağını ifade etmişlerdi.
Dolayısıyla buna karşı DİSK bir karar aldı. Aldığı karar çerçevesinde İstanbul’da ve Kocaeli’nde işçiler üretimi durdurdular. Üretimi durduran işçiler fabrikaların dışına çıktılar ve sokaklarda, caddelerde, meydanlarda bölgesel mitingler yaparak taleplerini, sözlerini çoğaltmaya çalıştılar. DİSK’li işçiler sokağa çıkarken tabii başka fabrikaların işçileriyle de buluştu. İşçilerle, gençlerle, kadınlarla buluştu, avukatlarla buluştu, doktorlarla buluştu. Dolayısıyla bu yönleriyle de hareket bir toplumsal hareket olma özelliği kazandı.
15-16 Haziran hareketine genelde böyle kendiliğinden, işçilerin tepkisiyle oluşmuş ve bentleri aşmış bir hareket olarak kabul ediliyor. Bu değerlendirmeyi doğru buluyor musunuz?
Şimdi burada kendiliğindencilik kavramını ister hareketin sadece sendikal yönüne dikkat çekerek bir tespit yapılmış olsun, isterse eylemin herhangi bir yönlendirme olmadan ortaya çıktığı yönüyle yapılmış olsun, tam anlamıyla doğruyu ortaya koymuyor. Kuşkusuz bu denli bir kitlesel hareketin kendiliğindenci yönleri vardır. O olur da zaten. Yani dünyanın neresinde olursa olsun bu kadar kitlesel bir hareket, ortaya çıkıyorsa, o hareketi organize edenlerin öngörülerinin dışında bazı gelişmelere kaynaklık eder. Nitekim 15-16 Haziran’da da böyle olmuştur. Ama eğer şöyle bakılıyorsa, bu eylemin arkasında bir irade var mıydı, yok muydu? Bu eylemin arkasında bir irade vardı. DİSK’in iradesi ise vardı. DİSK bu yasa tasarısı gündeme geldiği andan itibaren yasaya karşı pozisyon almıştır.
Öte yandan eğitimlerinde, sendika kongrelerinde, toplantılarında üyelerini yapılacak düzenlemeye karşı bilgilendirip nasıl bir tavır alacağının tartışmasını yapmıştır. 1970 yılında topladığı Genel Kurul’da düzenlemeye karşı eylem iradesini karar altına almıştır. Ve DİSK Yürütme Kurulu bu konuda Genel Kurul tarafından yetkilendirmiştir. Mesele Mart ayında çok enteresan bir toplantı var. DİSK, üye sendikaların yöneticilerini toplantıya çağırıyor. O toplantıya çağırdığı yazıda “ileride gerçekleşecek eylemlerde sorumluluk üstlenebilecek işçileri de toplantıya getirin” diyor. Şimdi bu bize neyi gösteriyor? Birincisi daha geniş bir katılımla karar almaya çalışıldığını. Yani alacağı karara doğrudan ya da dolaylı etkilenecek insanlara da kararın parçası haline getirmeye çalıştığını. İkincisi ise, daha Mart ayında bir eylem iradesi olduğunu ortaya koyuyor. Eylemin esas kararının alındığı 14 Haziran Merter toplantısı. Burada formel bir sendika toplantısında karar alma biçimi gibi bir süreç işlemiyor. İşyeri temsilcileri çıkıyor, konuşuyorlar ve yasaya karşı tepkilerini, eylem önerilerini ortaya koyuyorlar. Ve toplantının sonunda Kemal Türkler orada yapılan konuşmaları özetleyerek kararı oluşturuyor. Alınan karar öz itibariyle şu: Birinci ve ikinci günler, yani 15 ve 16 Haziran günleri işçiler fabrikalarda üretimin duracaklar. Üretimi durduran işçiler fabrikanın dışına çıkıp gösteriler yapacaklar. 17 Haziran günü ise Taksim Meydanı’nda büyük bir miting düzenlenecek. Aslında üç gün planlıyorlar ama “yasa geri alınıncaya kadar” diye ucunu açık bırakıyorlar.
Mesela şimdi eylemin kendiliğinden olduğuna dair verilen örneklerden birisi işçilerin karakolları basması. Gözaltına alınan insanların kurtarılması için Eyüp karakolu basılıyor. Kadıköy karakolunu basılıyor. Kartal karakolu basılıyor. Kocaeli’nde emniyete yürüme kararı alınıyor. Gözaltıların serbest bırakılması üzerine vazgeçiyorlar. Şimdi bunlar toplantıda konuşulmuş şeyler. Çünkü Kemal Türkler o toplantıda yaptığı konuşmada diyor ki, “eğer bir arkadaşınız gözaltına alınırsa nerede olursa olsun gidip onu kurtaracaksınız. Kemal Türkler, oradaki konuşmasında diyor ki “Kendimizi korumak amacıyla her türlü tedbiri alacağız” diyor. Ya da Kemal Türkler orada diyor ki, “eğer, eylemler sırasında kamu araçlarına binmek zorunda kalırsanız para ödemeyeceksiniz.” Yani bir tür sivil itaatsizlik çağrısı. Aslında bunlar da gösteriyor ki, DİSK sadece bir protesto kararı almıyor, büyük bir direniş kararı alıyor.
Tabii ki direnişin DİSK’in öngörülerinin de dışında bir büyüme söz konusu. Burada birkaç faktör var. Bir tanesi, 15 Haziran günü Süleyman Demirel’in kardeşlerinin de ortağı olduğu Soğanlı’daki Haymak Fabrikası’nda yaşananlar. Orada sürüp giden bir sendikal rekabet vardı. Maden-İş Sendikası ile işverenin koruduğu, kolladığı sendika arasında. O gün Haymak’ta bir gerilim oluşunca yürüyüş kolları fabrikanın önüne gitti. İşverenin güdümündeki bir işçinin havaya ateş etmesiyle iş büyüyor ve İşçiler fabrikanın idari bölümünü tahrip ediyorlar. Fabrikanın bahçesinde bulunan bir kamyonu deviriyorlar. Bu ertesi gün eylemlere katılımı arttıran bir faktör oluyor. Çünkü 15 Haziran günü işçileri eyleme katılmasın diye fabrikalarının kapılarını sıkı sıkıya kapatan işverenler, 16 Haziran günü tamamen mülklerini koruma kaygısıyla kapıları açıyorlar. Mesela Ülker fabrikasının önüne işçiler gelip de “Ülker işçisi dışarı, Ülker işçisi dışarı” diye slogan attığında Sabri Ülker kapıyı açıp “gidin” diyor işçilere.
İkincisi sadece kendi fabrikamızı boşaltmayacaksınız, diğer fabrikaların işçilerinin de eyleme katılması için çalışılacak kararı var. TÜRK-İŞ’li işçiler bu eyleme katılıyorlar. Katılmalarının da bir kaç faktör etkili. Birincisi; DİSK’in varlığı onlar açısından da pozitif bir rol oynuyor. DİSK’in varlığı, onların daha iyi ücretler, daha iyi çalışma koşullarına sahip olmasını sağlıyor. Bu rekabetin ortadan kalkmasını istemiyorlar. İkincisi; bunlar ayrı fabrikalarda çalışıyorlar ama aynı mahallelerde oturuyorlar, aynı kahvelere çıkıyorlar. Aralarında hemşerilik bağı var, akrabalık bağı var. Dolayısı onun yarattığı bir sosyal baskı da var, eyleme katılmada. Üçüncüsü; çeşitli fabrikalarda yüzünü DİSK’e çevirmiş, örgütlenme faaliyeti içerisinde olan solcular, devrimci işçiler var. Onların yönlendirilmesi etkili oluyor.
Dolayısıyla biz bütününe baktığımızda 15-16 Haziran’ın temel unsuru DİSK. DİSK’in iş yerindeki temsilcileri ve öncü işçileri. İşçiler sokağa çıktıktan sonra işçilerin yanına devrimci gençler geliyor, başkaları geliyor. Böylece eylem birleştirici bir halk hareketi özelliği de kazanmış oluyor.
Bilindiği üzere Kemal Türkler ve diğer DİSK kurucu ve yöneticileri o dönemde TİP üyesiydi. DİSK üyeleri arasında da çok sayıda TİP’li vardı. Bunların bir kısmı daha sonra da yasaklı olan TKP’ye yöneliyorlar. 15-16 Haziran Direnişi’nde TİP’in politik etkisi var mı ?
15-16 Haziran’da TİP’in etkisini iki temel üzerine oturtmak mümkün. Birincisi TİP işçilerin hem politikleşme hem de aydınlanma, bilinçlenme, sosyalist kimlik edinme sürecinde son derece etkili bir örgüttü. Dolaysıyla bu etki tanık anlatımlarından görüldüğü üzere eylemlerin örgütlenmesinde politik ve kültürel olarak kendini gösterdi. Ama bu etkiyi TİP’le sınırlamadan sosyalist düşüncenin etkisi olarak da kabul etmek yanlış olmaz. İkincisi, DİSK Yürütme Kurulu, Yönetim Kurulu üyelerinin bağlı sendikaların yöneticilerinin, işyeri temsilcilerinin ve öncü işçilerin içinde TİP’liler ağırlıklı bir yer tutmaktaydı. Bilindiği gibi o sıralarda TİP içinde yaşanan Milli Demokratik Devrim(MDD) ve Sosyalist Devrim (SD) tartışmaları bir yol ayrımına gelmişti. Ancak buna rağmen TİP’in içindeki her iki kesimden işçiler de bu eylemlerin örgütlenmesinde son derece etkin oldular.
TKP’nin daha sonra sınıf içinde örgütlenmesinde ve kitleselleşmesinde o günlerden başlayan bir etki var mı?
Bu etkiyi pek çok noktadan takip etmek mümkün, ama en bariz biçimde 1973 Atılımı sonrasında TKP merkezinde etkin olan Veysi Sarısözen, Nabi Yağcı, Sıtkı Coşkun, Adil Demirci gibi isimlerin de aralarında olduğu Partizan grubunda görüyoruz. Faaliyetlerini TİP içinde sürdüren ve enerjisini ağırlıklı olarak işçiler içinde örgütlenmeye veren bu grup adını o dönemde çıkardığı Partizan dergisinden alıyordu. Fabrikalarda yaygın ilişkilere sahipti, Derby Gerçek, Tekel Gerçek gibi fabrika gazeteleri çıkarıyordu. Bu ekip 15-16 Haziran sürecinde etkin olan pek çok işçi önderiyle olan ilişkisini TKP’ye taşıdı. Dolaysıyla 70’li yıllarda TKP’nin işçilerle buluşmasında pek çok bağlantı ile birlikte bu kanal da oldukça etkiliydi.
Peki eylem nasıl sonlanılıyor?
15-16 Haziran günü, işçilerle askerler ve polisler arasında çatışmalar, ölümler oluyor. Üç işçi ve bir polis yaşamını kaybediyor. Hükümet sıkıyönetim ilan ediyor. İstanbul ve Kocaeli’nde sendika yöneticileri, öncü işçiler, devrimci gençler gözaltına alınıyor. Fabrikaların kapısına tankları getiriyorlar. Örneğin Philips Fabrikası’nda askerler tezgah aralarına kadar girerek işçilere baskı yapıyor çalışmaları için. Yaklaşık on gün kadar eylemler çeşitli fabrikalarda iş yavaşlatma, üretimi düşürme ya da iş bırakma biçiminde devam ediyor. Buralarda daha çok fabrikaların işçi temsilcileri eylemde geçen günlerin karşılığında ücretlerinin ödenmesi veya işten atılan arkadaşlarının geri alınması ya da kimsenin askere, polise teslim edilmemesi gibi ödünlerle eylemi bırakıyorlar. Yani öyle bıçakla kesilir gibi bitmiyor.
Yasa geçiyor mu?
Yasa geçiyor parlamentodan. Ama burada ilginç bir durum var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin eylemle yaşadığı sarsıcı etkiyi de gösteren bir şey. Daha sonra DİSK Genel Başkanı olan Abdullah Baştürk, o sırada Türk-İş üyesi Genel-İş Sendikası Başkanı ve CHP Yozgat Milletvekili. Onunla birlikte toplam beş CHP’nin sendikacı milletvekili, Türk-İş’te hazırlanan düzenlemeyi Meclis’e götürüyorlar. 11 Haziran günü Meclis’te yapılan oylamada CHP yasanın lehinde oy veriyor. 17 ve 22 Haziran arasında bunu tartışıyor ve tutumunu geri çekiyor. Meclis’te oy verdiği yasanın Senato’da karşısına geçiyor. Bu, Ecevit’in deyimiyle, CHP tarihinde bir ilk oluyor. CHP daha sonra da Türkiye İşçi Partisi ile birlikte yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürüyor ve Anayasa Mahkemesi, DİSK’in ve işçilerin itiraz ettiği maddeleri iptal ediyor. İptal edilmesine kadar geçen sürede yasa yürürlükte fakat uygulanamıyor. Bu da tabii eylemin en önemli başarılarından birisi.
1970, 68 Gençlik Hareketi artık zirveye doğru gittiği bir dönem. TİP’in dışında da yeni örgütlenmelerin ortaya çıktığı bir dönem. Ve bu dönem gençlik içinde tartışılan başat konular, “Türkiye kapitalist bir ülke midir”, “işçi sınıfının öncülüğü” gibi konular. 15-16 Haziran’ın dönemin bu gençlik hareketine etkisi nasıl oldu?
70’li yıllara gelirken Türkiye’de sosyalist hareketin en önemli tartışma başlıklarından bir tanesi strateji. Strateji konusunda “işçi sınıfı bir devrimde değiştirici, dönüştürücü bir rol oynayabilir mi, oynayamaz mı”, “İşçi sınıfı objektif olarak var mıdır, yok mudur”, “işçi sınıfının ideolojik önderliği mümkün müdür, değil midir” gibi çeşitli başlıklar altında tartışmalar yürütülüyordu. 15-16 Haziran eylemi bütün bu tartışmalara işçilerin sokaktan, hayatın içinden verdiği bir yanıt oldu. Bu yanıt bir biçimde o güne kadar sahip olunan bilgiyi değiştirdi büyük ölçüde. Sınıf var, yok tartışmaları açısından, o defterleri bir açıdan kapattı. Bilgiyi değiştirdi ama çizgiyi değiştirmedi. 15-16 Haziran’ın sosyalist solda yarattığı sonuçları değerlendirmek, bunu bir siyasal yönelim haline dönüştürme süreci daha sonra cezaevinde, cezaevinden çıktıktan sonra, yetmiş dörtten sonra kurulan örgütlenmelerde görebiliyoruz.
15-16 Haziran eylemlerinin toplumun diğer kesimlerinde etkisi ne oldu?
Bir kere sermayedeki sınıf korkusu daha büyüdü. İşveren örgütleri hükümetten bir an önce fiili eylemleri durduracak ağır yaptırımlar getirmesini istemeye başladı. Diğer taraftan da kendi üyelerini de yeni eylemleri teşvik edecek ödünler vermemeleri konusunda uyardı. Mesela eylemde geçen günlerin ücretlerinin de ödenmesi talebinin reddedilmesini istedi.
Sağ siyasetçiler, köşe yazarları, örgütler çok ürktü. Sağdan bakanlar için 15-16 Haziran “ komünizmi kapının önündeki tehlike” olarak büyüdüğünü gösteren bir eylem olmuştu. Hatta o dönemdeki sağ basında, işverenlere seslenerek, “biz solcular gibi değiliz, fabrikaların kapılarını bize açın, mescit açın, sağdan bazı isimlerin fabrikalarda seminer vermelerini sağlayın, bunları yapmazsanız, fabrikalar şeytanlar top oynuyor ceremesini de siz çekiyorsunuz” mealinde yazılar yazılıyordu.
Ordu da eylemlerden ciddi bir biçimde etkilendi. Ordu hem devletin sahibi olarak davrandığı için hem de OYAK’tan dolayı bir sermaye grubu olarak 15-16 Haziran’dan ürktü. OYAK, yani Ordu Yardımlaşma Kurumu sigortacılıktan otomotive, gıdaya kadar bir çok sektörde ciddi yatırımları olan bir sermaye grubuydu. Ordunun duyduğu rahatsızlığı dönemin MGK toplantılarında, siyasi partilerle yaptığı görüşmelerin gündem başlıklarında görmek mümkün. Orada sınıf sorununu, servet düşmanlığı, sermaye düşmanlığı gibi başlıkları altında, antikapitalist bir yönelimden duyulan rahatsızlık ifade ediliyordu. Bunun en açık örneği de dönemin Genelkurmay Başkanının “sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı” sözleri ile ifade edildi. Dolayısıyla 12 Mart’ta egemenlerin 15-16 Haziran’la yükselen sınıf hareketine karşı bir refleks olarak devreye alındı.
15-16 Haziran’da sınıfı sokağa döken son damla grev ve sendikal örgütlenmenin engellenmek istenmesi. Bu sorun şimdi de revaçta ve işçilerin de buna karşı yer yer direnişlerini görüyoruz. Bir dönem analojisi yapmak bakımından o günkü sendikal hareketle bugünkünü karşılaştırırsak benzer ve farklı yönleri nelerdir? Bugün açısından 15-16 Haziran’dan çıkarılacak dersler nelerdir?
Kuşkusuz o dönemle bugün arasında birçok açıdan büyük farklılık var. O dönem yükselen bir sosyalist hareket var, bir sol kültür var. Bu sol kültürün odağında sınıf var. Sınıfı anlatan oyunlar oynanıyor, kitaplar yazılıyor, filmler çekiliyor. Edebiyatta sanatta odağında sınıf olan bir iklim sözkonusu. Bunlar kuşkusuz işçi sınıfı hareketi açısında oldukça pozitif bir ortam yaratıyor.
Diğer taraftan o istihdamın, sınıfın, üretimin yapısı, ekonomik politika tercihleri de farklıydı. Bu sınıf hareketinin örgütlenmesinde ve mücadelesinde bir dizi avantajı ortaya koymaktaydı.
Bugün açısından sosyalist hareket oldukça gerilemiş, sınıf meselesi hem kültürel olarak hem de siyaseten gündemden çıkmış durumda. Sınıf unutulmuş durumda. Daha çok etnik ya da dini kimlikler üzerinden siyaset yapılıyor, hareket onlar üzerinden kurulmak isteniyor.
Yani düne göre koşullar hem örgütlenme hem de mücadele açısından zorlaşmış durumda. Ancak dün ile bugün arasında değişmeyen bir şey var. O da sınıfın eyleminin kaynağı, ortak çıkarlardır. Dünle bugün arasındaki fark ise, sendikaların, dün, sendikal meseleyi sınıf mücadelesi perspektifi ile ele alıp ona göre bir mücadele pratiği sergilemesiydi, bugün ise bu anlayıştan oldukça uzak bir tablo var. Dolayısıyla işçi sınıfını harekete geçiren nesnel koşullar var ama hareketi örgütleyen öznel koşullar yani devrimci irade yok. Temel eksikliğin bu olduğunu düşünüyorum. Hem sendikal harekette hem de siyasal harekette.
15-16 Haziran perspektifinden baktığınızda sınıf sendikacılığı nedir?
Önce sendika nedir diye sormak lazım. Sendika işçilerin haklarını, kazanmak, korumak, geliştirmek üzere bir araya gelen örgütlerdir. Bunu yaparken devletten sermayeden dini kurumlardan bağımsız olacak. Zaten bu özelliklere sahipse sınıfın örgütüdür. Ama burada işin doğasını bozan güdümlü vesayet altındaki sendikacılıktır. Ki bu da sendikal hareketin oluşumunun başlarına kadar gelen bir sorundur. 1946 sendikacılığı diye tarif ettiğimiz, TKP kadrolarının açık faaliyete geçme sürecinde ortaya çıkmış kurulmuş sendikalara karşı CHP’nin geliştirdiği refleks kendi vesayeti altındaki sendikalar kurdurmak oldu. Kurdurulan sendikalar, Cumhuriyetin temel felsefesi olan “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” anlayışına uygun olarak inşa edildi. Bu sendikalar egemen anlayışa uygun olarak çatışma olmadan sendikacılık yapmak istediler. Bunun karşısında ise işçi haklarının mücadele ile geliştirilebileceği bir sendikal anlayış gelişti. Buradaki mesele dönüp dolaşıyor sınıf sendikacılığı ile teslimiyetçi sendikacılık arasında işçi haklarının nasıl bir perspektif içinde ele alınması gerektiği konusunda düğümleniyor. Siz sınıfın çıkarları için çatışmayı göze alacak mısınız almayacak mısınız, verilenle yetinecek misiniz yetinmeyecek misiniz, size çizilen sınırların içinde mi kalacaksınız yoksa o sınırların dışında mı sendikacılık yapacaksınız? Bu sorulara verilen yanıt sınıf sendikacılığının da temelini oluşturuyor.
Kitabınızın adı İşçilerin Haziran’ı… İşçilerin Haziran’ı ile Gezi’nin Haziran’ı arasında ne gibi süreklilikler, kesintililiklerin izleri sürülebilir?
15-16 Haziran ile Gezi arasında örgütsel bir süreklilikten, ya da sahip olunan bilgiye bağlı olarak ortaya çıkmış bir süreklilikten söz edemeyiz ama bir toplumsal hareketin başka hareketlerden esinlenmesi üzerinden en azından 15-16 Haziran ruhunun Gezi’de ayaklandığını söylemek mümkün.
Gezi Haziran’ı ile İşçilerin Haziranı arasındaki belirgin farklılık ise, işçilerin Haziranın arkasında eylemin başından beri planlayan tasarlayan bir örgütlenme var. Gezi’de ise böyle bir örgütlenme yoktu, bir şemsiye örgütlenme olarak Taksim Dayanışma’ının çağrısı vardı. Benzer noktalar ise, mesela 15-16 Haziranın savunma karakteri öndedir; işçiler eylem ve örgütlenme haklarını savunuyorlardı. Gezi de ise, doğayı, ağacı ve yaşam tarzını savunuluyordu. Bu açıdan 15-16 Haziran gibi savunma karakteri olan bir hareketti. 15-16 Haziran doğrudan bir sınıf hareketiydi, Gezi ise sınıfın da içinde olduğu bir harekettir. İşçilerin Gezi’de olması tabii ki ona bir sınıf karakteri vermez. Ama sınıfsız bir hareket de diyemeyiz. Beyaz yakalı emekçilerin ağırlıkta olduğu bir hareketti. Her iki eylemin ortak özelliği kitlesel olması, her ikisinin de iktidarın aklını almasıdır. 15-16 Haziran iktidarların aklına girdi bir daha çıkmadı. Gezi de öyle. Demirel’in anlattığı bir fıkra var: Beyaz Keçi diye.
Adamın bir doktora gidiyor, “doktor bey uyuyamıyorum” diyor. Doktor “neden” diye soruyor, o da “beyaz keçiyi düşünüyorum” diyor. Doktor da “düşünme o zaman” deyince, “ama bir kere aklıma girdi, düşünmeden edemiyorum” diye yanıtlıyor. O dönemin egemenleri için beyaz keçi 15-16 Hazirandı; bugünün egemenleri için ise Gezi.
Cemil Aksu/ POLİTİKA HABER