1 Eylül Dünya Barış Günü… 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Polonya’yı işgale başladığı 1 Eylül 1939 tarihinin ve “barış içinde bir dünya mücadelesi”nin unutulmaması amacıyla Sovyetler Birliği 1946’da 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü ilan etmişti. Dünya’dan savaşlar hiç eksik olmadı. Doğu Avrupa’da, Afrika’da, Asya’da emperyalist müdahaleler ve iç savaşlar hep oldu.
Türkiye ise kırk yıldır yaşadığı “düşük yoğunluklu” iç savaşı Suriye’ye emperyalist müdahale ile bölgesel bir savaş durumuna evirildi. 2015’ten beri yaşanan “olağanüstü hal” ise her türlü hak ve barış talebini bastırmak için devrede. Türkiye’nin en büyük kitle katliamı, 10 Ekim 2015’te bir “Barış” mitingine yapılan saldırı ile oldu. Türkiye’de barış istemek işte bu kadar “tehlikeli”…
İnsan Hakları Derneği Eş Başkanı Eren Keskin, savaş koşulları hiç eksik olmayan Kürtlerin barış istediğini söylüyor. Ama Türklerin barış istemesi için Devlet Aklının aşılması gerektiğine dikkat çekiyor.
Suriye, Ukrayna… NATO, Rusya ve Çin’e açık savaş ilan etti, Tayvan’da savaş ramak kaldı… ABD, Rusya, Çin, AB, nükleer silahların kullanılması üzerine konuşuyorlar. Bu kadar savaş mağduriyeti yaşıyoruz ama savaş gerçekliğine de o kadar duyarsızız. Dünyada barışın çok uzak bir düş haline mi geldi?
Dünya egemenleri çeşitli kutuplara bölünmüş, bu emperyalist, sömürgeci nitelik taşıyan bu güçler arasındaki ekonominin temelini silah ticareti oluşturuyor. Silah tekellerinin bu kadar gündemi belirleyici ve bu kadar güçlü olduğu bir yerde tabii ki savaşlar da kaçınılmaz oluyor. Çünkü bu egemen güçler savaş istiyor. Özellikle bir tarafını ABD ve Avrupa Birliği’nin çektiği, bir tarafını başını Rusya’nın çektiği bu egemen güçler arasında savaş bitmeyecek gibi gözüküyor. Maalesef ki, dünyayı yöneten bu güçlerin kendi coğrafyalarındaki halkların da yükselen bir barış talebi olmuyor. Çünkü genel olarak bireyciliğin hâkim olduğu bir liberal sistemler egemen ve insanlar kendilerine verilmiş haklarla yetinerek çok da fazla ses çıkarmıyorlar. Ki bu Ortadoğu coğrafyasında da böyle, ama Ortadoğu’da ve tabi Türkiye’deki sessizliğin temelinde esas olarak korku yatıyor.
Çünkü özellikle bizim coğrafyamızda, Türkiye Cumhuriyeti devletin resmi politikaları dışındaki tüm talepler şiddetle bastırıyor, insanları işsiz bırakıyor. Bu nedenle de çok fazla ses çıkmıyor. Bizim coğrafyamız açısından şu gerçekliği de dile getirmek gerekir. İktidar ve kendilerini muhalefet sayan bir takım güçler, aynı İttihatçı kaynaktan besleniyorlar ve genel olarak zaten Devlet Aklı savaşa endeksli. Özelikle Kürt meselesinde savaşa endeksli bir Devlet Aklı var ve bu barış taleplerinin üstünü kapatıyor.
Geçtiğimiz hafta gazetelerde savunma bakanının bir açıklaması vardı: “24 Temmuz 2015’ten beri yapılan operasyonlar sonucunda toplam 35 bin 786 terörist öldürdük” diye. 90’lardan beri de “40 bin terörist öldürdük” deyip dururlardı. Oysa savaş politikalarının hiçbir sorunu çözmeyeceği çözüm sürecinde çok detaylı bir şekilde konuşulmuştu. Ama 2015’ten sonra en büyük kitle katliamı 10 Ekim’de Ankara’da Barış mitingine saldırı ile oldu. Barış konusunda Devlet Aklı sizce nasıl çalışıyor?
Ben Türkiye’de özellikle Kürt meselesi söz konusu olduğunda devlet aklının cumhuriyet öncesinden ve cumhuriyette de devam eden süreçte aynı çalıştığını düşünüyorum. Genel olarak barışçıl bir çözümü hedef almadıkları için karşılarında hep bir silahlı güç olsun istiyorlar. Oysaki biz, özellikle HDP ile birlikte sivil Kürt siyasetinin ne kadar kapsayıcı ve ne kadar etkili olduğunu gördük. İşte bundan korktular. Barış taleplerinin yükseldiğini görünce HDP’li milletvekillerini cezaevine koydular.
Devlet her zaman bir savaş istiyor çünkü silahlı çatışma ve savaş üzerinden ırkçı milliyetçiliği geliştiriyor, korkuyu egemen kılıyor. Bugüne kadar da böyle geldi bu sistem. Ben o nedenle sadece AKP ile bu konunun tartışılmasından yana değilim. Yani bir AKP politikası değil. Ondan önce de Kürt meselesi konusunda devlet aklı aynıydı. Biz 90’lı yılları çok ağır yaşadık. Bu günkü devlet aklının o günkünden hiçbir farkı yok. Özellikle 90’larda “derin yapı”, kontrgerilla, adına ne dersek diyelim, bu yapının temsili aktörleri vardı ve bunların başında Mehmet Ağar geliyordu. Mehmet Ağar bugünde hala iktidarın yanında ise demek ki devlet aklında da bir değişiklik yok.
Burada asıl tartışılması gereken kendilerine muhalefet diyen, bu yüzde 15lik muhalefetin dışında kalan, muhalefet. CHP’nin merkezinde bulunan muhalefet. Son derece mağdur seçici davranıyorlar ve maalesef ki, resmi politikalarla ilgili, özellikle de Kürt meselesinde, hiçbir farkları yok.
Mevcut iktidarın pragmatizmi biliniyor. Ama muhalefet de barış demekten fersah fersah uzak… Ki bunların içinde kendine sol diyenler de var. Barış’ı savunmak bu kadar zor mu? Muhalefet, barış meselesine oy kazandıran/kaybettiren bir pragmatizm ötesi bir yaklaşım geliştiremez mi?
Kürt sorunun barışçıl şekilde çözümlenmesi, ifade özgürlüğünün sağlanması konusunda iktidar ve muhalefetin aslında pek bir farkı yok. Bu bir gerçek. Muhalefetteyken hepsi bir takım sözler verebiliyor. Ama iktidar olduklarında bambaşka oluyorlar. Bu coğrafyada bir barış süreci yaşandı. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti çok totaliter bir devlet yapısına sahip. Yani halk, devlet ne derse adeta onu hemen kabulleniyor. Örneğin Barış Sürecinde hiç kimsenin aklına gelmeyen şeyler oldu. Örneğin Habur’dan gerillalar geldiler, seyyar mahkemeler kuruldu, Abdullah Öcalan kısmi bir meşruiyet kazandı Devlet nezdinde. Bütün bunlar olurken hiçbir şey olmadı, yani kimse sokaklara çıkıp buna karşı eylem yapmadı. Kabullendiler bu süreci. Demek ki devlet isterse gerçekten bu sorun barışçıl olarak çözülebilir ama maalesef bunu istemiyor.
Kürtler, barış istiyor. Türkler neden barış istemiyor mu? Toplum olarak barışmaktan uzak mıyız?
Evet, Kürtler barış istiyor, ben 90’lı yıllardan beri otuz yıldır insan hakları hareketi içindeyim, savaş isteyen bir Kürde rastlamadım. Ve ben ilk kez bölgede insanların yüzlerinin güldüğünü Barış Sürecinde gördüm. Gerçekten insanların yüzlerindeki ifade bile değişmişti. Yani bu kadar çok barışa ihtiyaç var. Hiçbir aile yok ki, bir yakını işkence görmesin, gözaltında kaybedilmiş olmasın, kontrgerilla cinayetinde öldürülmüş olmasın… Yani böyle bir ortamda barış istemek o kadar doğal ki! Çünkü insanlar “normal insanlar” gibi yaşamak istiyorlar, savaşsız bir ortamda yaşamak istiyorlar, çocuklar oyun oynamak, kadınlar özgürce gezmek, eğlenmek istiyorlar. Bunlar son derece insani şeyler… Ama Kürdistan’da bu hiçbir zaman böyle bir ortam olmadı. Her zaman bir savaş ve şiddet korkusuyla yaşadılar.
Türklerin barış isteyip istemediği konusu Devlet’e bağlı. Biraz önce değindiğim gibi, totaliter devlet yapısı var ve devlet isterse halk buna hayır demez. Bu aynı zamanda halka bir refah sağlayacak. Bugün sahip olunan ekonomik varlığın büyük kısmı savaşa harcanıyor. Yani sadece kendi içinde değil, Suriye’de cihatçı gruplar destekleniyor, onlara maaşlar veriliyor. Eğer bu paralar halka veriliyor olsa, emekçilere veriliyor olsa insanların ekonomik durumları da iyileşebilir bir nebze. Burada şunu da eleştirmek lazım, Türkiye işçi sınıfı bugüne kadar barış talepli bir genel grev yapamadı. Bunu da tartışmamız gerekir.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER