1 Mayıs’a sayılı günler kaldı… 1 Mayıs her zaman ve her yerde toplumsal muhalefetin barometresi işlevi görmüştür. 2022 1 Mayıs’ı da hem pandemi nedeniyle 2 yıldır 1 Mayıs mitinginin yapılmamış olmasından hem bu sürede işsizliğin, hayat pahalılığının neredeyse ikiye, üçe katlanmış olmasından ve hem de artan toplumsal hareketlilik bakımından ayrı bir merakla bekleniyor.
Bu nedenle biz de hem bir dönem muhasebesi yapmak hem de 1 Mayıs’ı konuşmak için Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ile görüştük.
1 Mayıs’ta her yıl gibi Taksim tartışması yaşanmadan Maltepe konusunda karar verildi. Dağınıklığı engellemek ve kitleselliği sağlamak için Maltepe konusunda karar kılmanız Taksim’in 1 Mayıs Meydanı olduğunda inat etmekten vazgeçmek mi oluyor?
2022 1 Mayıs’ına pandemi ile daha da zorlaşan ekonomik kriz koşullarında giriyoruz. Türkiye tarihinin en büyük iş ve istihdam kaybının yaşandığı, en büyük gelir kaybının yaşandığı bir dönemdeyiz. İşsizlik, yoksulluk, yüksek enflasyon karşısında ücretlerin daha fazla gerilemesi, alım gücümüzün giderek daha fazla düştüğü bir süreçte 1 Mayıs’a gidiyoruz. Bu nedenle işçi ve emekçilerin insanca yaşam talebinin, insanca yaşayabilecekleri bir asgari ücret talebinin, hayat pahalılığı karşısında zamların geri alınması talebinin damgasını vuracağı bir 1 Mayıs yaşanacak tüm Türkiye’de.
İstanbul’da hiç kuşkusuz Taksim 1 Mayıs Meydanı’dır. DİSK açısından Taksim’in 1 Mayıs meydanı olduğu ta 1976’da DİSK’in öncülüğünde gerçekleşmiş olan ilk kitlesel 1 Mayıs’ta, ölümsüz genel başkanımız Kemal Türker’in tüm işçilerle birlikte Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs Meydanı olarak ilan etmesiyle ortaya çıkmış bir gerçekliktir ve o günden bugüne de bizim açımızdan 1 Mayıs Meydanı Taksim Meydanı’dır.
Yıllardır Taksim Meydanı’nın, 1 Mayıs Meydanı’nın özgürleştirilmesi için büyük mücadeleler verildi, büyük bedeller ödedik. Bunun sonucunda da 2010, 2011 ve 2012 yıllarında sadece İstanbul’un değil, sadece Türkiye’nin değil dünyanın en kitlesel 1 Mayıslarını yaptık. Ama 2013 yılından beri Taksim meydanı yeniden tamamen keyfi bir biçimde 1 Mayıs’a ve işçi sınıfına kapatıldı. O günden bugüne de Taksim’in özgürleştirilmesi için bir mücadele veriyoruz. İki yıldır da özellikle pandemi koşullarından dolayı kitlesel 1 Mayısları yapamadık. 2022 1 Mayıs’ı ile ilgili DİSK Başkanlar Kurulu’nun görüşü, Taksim’de kutlanması için her türlü girişimin, mücadelenin verilmesi yönündedir. Ancak pandemiden dolayı kitlesel mitinglerin yapılamaması ve İstanbul valisiyle yapılan görüşmeden Taksim Meydanı’na izin verilmemesi nedeniyle diğer bütün kurumlarla yapılan ortak değerlendirmede bu yıl kitlesel bir 1 Mayıs’ın yapılmasının önemli olduğu görüşünden hareketle Maltepe meydanında yapma kararı alındı.
Hiç kuşkusuz işçi sınıfının tüm dünyada olduğu gibi, kentlerin en merkezi meydanlarında, kendi belirlediği meydanlarda kutlaması bir haktır. Bu hak birçok ulusal ve uluslararası mahkeme kararıyla da güvence altına alınmıştır. Dolayısıyla Taksim irademizden asla vazgeçmeden, inadımızı ve ısrarımızı sürdürerek ve bir gün Taksim’de 1 Mayıs’ı özgürce kutlayacağımıza inancımızla Maltepe Meydanı’nda bütün kurumlar, siyasi partiler ile birlikte büyük bir 1 Mayıs mitingi yapmak için hazırlıklarımızı yaptık.
Şunu da biliyoruz ki, Taksim’in, 1 Mayıs’ın özgürleştirilmesi bu ülkede demokrasi mücadelesinin çok temel hedeflerinden bir tanesidir. Ve ülkemizde bütünüyle demokrasinin işlediği, eşitlik, adalet ve barışın tesis edilmesi için mücadele ediyoruz.
29 Nisan’da Kazancı Yokuşu ve Şişhane’de Kadıköy’de anmalarımızı yapacağız. Taksim’de 1 Mayıs kutlama inadımızı ve talebimizi bir kez daha dile getireceğiz.
Türkiye uzun bir zamandır çok boyutlu bir kriz yaşıyor ve krizin faturası da emekçilere yıkılmaya çalışılıyor. Pandemide emekçiler çalışmak zorunda bırakıldı. Ücretlerde ciddi gerileme var. Her yıl neredeyse 1 milyon işçi işsizler ordusuna katılıyor… İşçi sınıfı açısından tablo her geçen gün daha da kararıyor… İşçilerin bu durumu sendikal örgütlenmeye nasıl bir etkisi oluyor? İşçilerin sendikalaşma eğilimleri nasıl?
Türkiye ekonomisi özellikle 2018’den beri çok ciddi bir kriz içerisinde. Bu krizin etkileri de, gelir adaletsizliği, işsizlik ve ücretlerin baskılanması biçiminde yaşanıyor. Krizin etkilerini yaşarken bir de pandemiye yakalandık. Pandemi döneminde de iktidarın politikaları işçilere emekçileri, halkı koruyan politikalar olarak şekillenmedi. Bu durum pandeminin etkilerini daha da derinleştirdi. Büyük bir gelir kaybı var, işsizlikte büyük artış oldu. 8,5 milyon işsiz var ve bunlarının yarısının iş bulma umudu da yok. Özellikle genç ve kadın işsizliğinin yüksek olması ülkenin geleceğini tehdit eder bir durum haline geldi. Ücretler çok ciddi bir biçimde geriliyor. Asgari ücrete yapılan zamlar daha elimize geçmeden uçup gitti zaten. Bugün Türkiye’de emeği ile geçinen herkes açısından çok ciddi bir yoksullaşma ve bütün yaşam koşullarının daha da ağırlaştığı bir tablo var. Elektrik, su, doğal gaza her gün bir zam geliyor ve hayatın giderek daha da pahalı olduğu, emeğin ise daha da ucuzlatıldığı bir süreç yaşıyoruz.
Bu dönem sınıf açısından örgütlenme, mücadele etme isteğinin ortaya çıktığı bir dönem. Ortadaki tablo işçi sınıfı açısından sendikal örgütlenmeye olan hem ihtiyacı hem de talebi arttırıyor. Ama işçilerin sendikalaşmasının önündeki engeller o kadar çok ki! Özellikle 12 Eylül’den bugüne getirilen bütün sendika yasaları, toplu sözleşme ve grev hakkının önündeki engeller, baskılar, devletin, işverenlerin ve mahkemelerin tutumu, mevzuat… her şey işçilerin aleyhine. Ama güncel olarak da ülkedeki siyasal iklimde, her türlü hak aramanın baskıya maruz kaldığı, engellendiği bir süreci yaşıyoruz. Böylesi bir tablo içinde bütün bu zorluklara rağmen işçi sınıfı emeğine, ekmeğine sahip çıkmak için yan yana geliyor, örgütleniyor ve mücadele ediyor. Sendikalaşmaya artan talebi biz DİSK olarak bütün işkollarından görüyoruz, yaşıyoruz. Bütün işkollarında sendikalarımızın oldukça hareketli olduğu bir dönemi yaşıyoruz. DİSK olarak bu olağanüstü koşullarda işçi sınıfının sendikal örgütlülüğünü sağlamak, büyütmek için de tarihsel görevimizi en iyi şekilde yapmak için çabalıyoruz.
İktidar asgari ücrete yaptığı zamla övünüyor. Fakat zam daha işçinin cebine girmeden zamlarla havaya uçmuş durumda. Fakat asgari ücret tartışması sürekli gündemde tutuluyor. Asgari ücrete yeni zamlar bekliyor musunuz, yoksa bu iktidarın sabır ekonomisinin bir yönetme aracı mı?
Asgari ücret Türkiye’de bir ortalama ücrettir. Yani Avrupa’daki ve birçok ülkedeki gibi sembolik bir ücret değil. Çalışanların yarısından fazlasının asgari ücretle çalıştığı bir ülkeyiz. Türkiye toplumu bir asgari ücretliler toplumu. O nedenle biz asgari ücreti konuşurken, asgari ücretin belirlenme süreci devletin toplumla yaptığı en büyük toplu sözleşme sürecidir. Dolayısıyla asgari ücret son derece önemlidir.
Bu yıl özellikle 2022’de geçerli olacak asgari ücretin belirlenmesi sürecinde iktidar çok büyük beklentiler yarattı. Daha sonra da yüzde 50’lilik bir artış yapıldı. “45 yılın asgari ücret artışı”, “tarihi artış” olarak lanse edildi ama zamlı asgari ücret elimize geçmeden zamlarla uçup gitti. Ve daha yılın ikinci ayında açlık sınırının altına gerileyen bir asgari ücret sözkonusu. Bu nedenle asgari ücret tespit komisyonunun acilen toplanarak güncelleme yapılarak, enflasyonun altında ezilmeyecek bir asgari ücret belirlenmesi yapılmasını savunuyoruz. Görünen odur ki, enflasyondaki bu artış devam edecek, Türkiye yüksek enflasyon dönemine girdi. Şu anda Mart ayında açıklanan resmi TÜİK rakamlarına göre enflasyon yüzde 61. TÜİK’in resmi gıda enflasyonu yüzde 71. Yani asgari ücret artışının çok çok üzerinde bir enflasyon var. TÜİK’in bu enflasyon rakamları üzerinden asgari ücretlinin gıda enflasyonu ise yüzde yüzlerin üzerine çıkmış durumda.
Bu koşullarda ve enflasyon artışının devam edeceği kesin olduğuna göre asgari ücret komisyonu da derhal toplanarak güncelleme yapmalı. Bütün ücretlere de asgari ücret artış oranında zam yapılmalıdır. En düşük emekli aylığı da asgari ücret düzeyine çıkarılmalıdır. Asgari ücret komisyonun toplanması önünde de hiçbir engel yoktur, yasal mevzuat buna izin vermektedir
Son dönem yaşanan işçi direnişlerinin hem işçi sınıfının geleneksel ya da ana katmalarının dışında, yeni kollarında hem de geleneksel sendika yapılarının dışında zuhur ettiğini görüyoruz. Siz de taşeron işçilerin örgütlenmesi alanındaki başarılı deneyimler geliştirmiştiniz. Bu yeni sınıf öbeklerinin eylemlerini, örgütlenme arayışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şubat ve Ocak’ta birçok işkolunda ve birçok işyerinde sendikalı ve sendikasız birçok işçi direnişi yaşandı. Aslında tek bir rakam bile bunun nedenini ortaya çıkarabilir. Hepimizin çalışarak ürettiği toplam değerin yani milli gelirin, gayri safi yurt içi hasılanın nasıl paylaşıldığını gösteren veri çok çarpıcı. TÜİK, 2021 yılının son çeyrekteki büyüme rakamlarını açıkladı. Ve pandemi öncesi yani 2019’un son çeyreğine kıyaslandığında ürettiğimiz toplam değerden işçi sınıfının, emekçilerin payı yüzde 32’den yüzde 27’lere geriledi. Aynı dönemde sermayenin payı ise yüzde 51’den yüzde 58’lere çıktı. Bu rakam şunu, ürettiğimiz değerden işçi sınıfının payını alamadığını gösteriyor. Bu da tümüyle Türk lirasının değersizleştirilmesi ve emeğin ucuzlatılması üzerine kurulu bir büyüme ekonomi politikasından kaynaklanıyor. 20 yıldır ülkeyi yöneten iktidarın temel ekonomik rotası bu.
Yılbaşından beri birçok işyerinde sendikalı, sendikasız birçok işçinin ortaya koyduğu tepki esasında bu tabloya verilen bir tepkidir. Bu direnişlerin çoğunun sendikasız veya geleneksel sınıf bölüklerinin dışından ortaya çıkması aslında normal. Çünkü neoliberalizmin yarattığı yıkımın en derin yaşandığı alanlar bunlar. DİSK olarak bütün bu direnişleri bu talepleri gören ve bunları bir ortak sınıf programı etrafında birleştirmek, örgütlemek ileri taşımak sorumluluğumuz var. Bu çerçevede işçi sınıfının değişik bölüklerinin ortaya koyduğu bütün talepler DİSK’in talepleridir. DİSK’e düşen görev de bu parçalı direnişleri ortak bir program altında birleştirmek, bütünleştirmek ve ileriye taşıyacak bir süreci hep birlikte örgütlemektir.
1990’lardan –Avrupa’da daha eski tarihlerden- beri ekonomik-siyasal bir kriz tartışmasının bir ayağı da genel olarak emek hareketi, özel olarak da sendikacılık hareketinin de kriz içinde olduğu oldu. Uzun bir neoliberalizm dönemi yaşandı ve şimdi de 2008’den beri neoliberalizmin krizi yaşanıyor. Sendikal hareketin krizi ve bu krizin bugünkü koşullarda aşılmasına dair yeni yollar yöntemler belirdi mi, bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Bu sorunun kapsamı oldukça geniş, panellere, konferanslara konu olabilecek bir soru. Ama özetle söylersek sendikal kriz tartışması tüm dünyada olduğu gibi 1990’larda Türkiye’de de başladı. Özellikle Zonguldak maden işçilerinin büyük yürüyüşünden sonra böyle bir tartışma yaşadık. Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren bütün dünyada da ülkemizde de neoliberal politikaların hayata geçirilmesiyle birlikte sermaye deyim yerindeyse işçi sınıfının kazanılmış bütün haklarını elinden aldı. Tek taraflı olarak çalışma ilişkilerini şekillendirdi. Neoliberalizmin temel ilkesi her şeyin ama her şeyin piyasanın konusu haline getirildiği, işçi sınıfının örgütsüzleştirildiği, güvencesizleştirildiği, taşeron çalıştırma, yevmiyeli çalıştırma gibi bütün güvencesiz çalıştırılma biçimlerinin alabildiğine yaygınlaştırıldığı bir çalışma rejimi kurmak oldu. Bütün bunlar işçi sınıfını sermaye karşısında savunmasız bıraktı. Sendikalaşmanın engellendiği, grev ve toplu sözleşme hakkının kullanılamaz hale getirildiği bir düzen inşa edildi. Bu süreçle birlikte de sendikalar hem nitelik hem de nicelik olarak zayıfladı, geriledi.
Türkiye bu koşulları 12 Eylül askeri faşist darbesi koşullarından yaşadı. 24 Ocak 1980 kararları darbe ile hayata geçirildi ve hala bugün ki sistemin ana omurgasını bu oluşturuyor. Bugün her yüz işçiden sadece 10’unun sendikalı olduğu, toplu sözleşme kapsamındaki sendikalı oranının yüzde 5’lere kadar gerilediği bir durumu yaşıyoruz.
Tabii ki 2008 krizi sisteminin çok derin bir kriziydi ve 2008 krizi sonrasında sermaye tüm dünyada vites büyütmeye girişti ve bu tarihten itibaren tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de emeğin güvencesizleştirilmesiyle birlikte doğanın yağmalandığı bir döneme girildi. Ve bugün açısından sendikal hareketin krizin aşılması bakımından yeni yollar, yeni örgütlenmeler ve yeni politikalar üretilmek zorundadır. İşçi sınıfının nitel ve nicel olarak olağanüstü büyüdüğü bir süreçte işçi sınıfının hem sendikal hem de siyasal örgütlerinin en zayıf olduğu dönemi yaşamaktadır. Endüstri 4.0’ın, yapay zekanın, ‘karanlık fabrikalar’ın konuşulduğu yani teknolojik değişimin sınıf ilişkilerine etkisini, pandemi ile birlikte yaygınlaştırılan uzaktan çalışma yöntemlerinin yarattığı değişim koşullarında emeğin haklarını koruyacak, güvence altına alacak olan bütünlüklü bir sendikal stratejinin gerekli olduğu çok açıktır. Şubat’taki 16. Genel Kurulumuzda da söylediğimiz gibi, ‘Emeğin Türkiyesi için 2020’lerin DİSK’ini yaratmak zorundayız. 10 yıllık bir projeksiyonla bu sürece yaklaşıyoruz. Bütün örgütlenme deneyimlerinin sendikal hareketinin tepeden tırnağa yenilenmesi gerektiğini ortaya çıktığı koşullarda DİSK olarak bunun olanaklarını, bize düşenleri yapmanın yollarını arıyoruz.
DİSK üyesi sendikaların toplamda milyonları aşan üye yapısı ve kitleselliği ve her işkolunda TİS yetkisi neden yakalayamıyor veya ne yapılırsa yakalanır?
Hiç kuşkusuz bu çerçevede DİSK’in, DİSK’e bağlı sendikaların büyümesi ve bu anlamda da DİSK’in gücünü artırması hem Türkiye işçi sınıfının geleceği açısından son derece önemlidir hem de Türkiye’nin geleceği açısından son derece önemlidir. Çünkü bir ülkede demokrasinin en önemli göstergelerinden bir tanesi ve belki de en başında geleni emeğin, işçi sınıfının ne kadar örgütlü olduğudur. O açıdan DİSK olarak böylesi bir tarihsel görevle ve sorumlulukla karşı karşıya olduğumuzun bilincindeyiz.
Biz bütün işyerlerinde ister kamu olsun, ister özel sektör olsun, DİSK’in örgütlendiği bütün işyerlerinde çok ciddi baskılarla, işten çıkarmalarla karşılaşıyoruz. Ama koşullar ne olursa olsun DİSK’in çatısı altında Türkiye işçi sınıfına birleştirmek, bütünleştirmek, örgütlemek zorundayız. Türkiye’nin her tarafında çok açık bir biçimde gördüğümüz gibi DİSK’de buluşmayı bekleyen milyonlarca sınıf kardeşimizin olduğu gerçeği ile önümüze koyduğu sorumlulukları yerine getirmeye çalışıyoruz. Elbette üye sayısı milyonları bulan, bütün iş kollarındaki sendikaları yetkilerini almış, çoğunluklarını sağlamış, çok iyi toplu sözleşmeler yapabilen DİSK esas hedefimiz. Ve bu çerçevede de DİSK olarak bütün bir DİSK örgütü olarak, genel başkanından, yönetiminden, işyerindeki temsilci arkadaşlarımıza, üyelerimize kadar bu tarihsel sorumluluğun bilincindeyiz. Tekrar altını çizmek isterim ki bunun için de hem içinde bulunduğumuz bütün zor koşullara rağmen bir taraftan emeğimiz, ekmeğimiz için mücadele ediyoruz. Diğer taraftan da biliyoruz ki sendikal haklarımızın, emeğimizin, ekmeğimizin hakkının güvence altında olabilmesinin yolu gerçek bir demokrasinin, yani işçi sınıfı başta olmak üzere bütün toplumsal kesimlerin karar mekanizmalarına katılabildiği gerçek bir demokrasinin inşasıyla mümkündür ve güvencede olacaktır. O nedenle bir taraftan emeğimiz ve ekmeğimiz için mücadele ederken aynı zamanda demokrasi mücadelesi de veriyoruz ve ülkemizin aydınlık geleceğinin de ancak böyle kurulacağına inanıyoruz. Türkiye’de artık çünkü korunacak bir demokrasiden değil, kurulacak bir demokrasiden söz ediyoruz. Bu anlamda demokrasiyi de, cumhuriyeti de, ülkemizin aydınlık geleceğini de kuracak en temel dinamiklerinden bir tanesinin de Türkiye işçi sınıfı olduğunun ve bunu onun mücadele örgütü olarak DİSK’in sorumluluğu olduğunun da bilincindeyiz.
Ekonomik kriz tartışmalarının bir ayağı da aslında muhalefetin krizidir diyebiliriz. Mevcut iktidarın politikalarının işlemediği, iflas ettiği bir kriz yaşanıyor. Ama muhalefetin de mevcut ekonomik modele karşı bir önerisi yok. DİSK olarak bu tartışmaları nasıl buluyorsunuz? Sizin mevcut ekonomik krizin emekçiler lehine aşılması için talepleriniz/önerileriniz neler?
Bugün Türkiye’de yaşadığımız bu sorunlar, yaşadığımız bu tablo hiç kuşkusuz ülkeyi yöneten siyasi iktidarın temel tercihlerinden, ekonomi politikalarından kaynaklanmaktadır. Ve yaşadığımız bu kadar ciddi bir kriz karşısında hiç kuşkusuz toplumsal muhalefete de çok önemli görevler düşmektedir. Bu açıdan bakıldığında mevcut ekonomik krizin emekçiler lehine aşılabilmesi için DİSK olarak her dönemde son derece somut politika önerileriyle ve bunun mücadelesini verdiğimiz bir sürecin içerisindeyiz. Bugün yaşadığımız bu tablo karşısında hayat pahalı, emek ucuz, bu böyle gitmez diyoruz. 1 Mayıs’ı da bu sloganla örgütlüyoruz. Yeni bir toplumsal düzenin şart olduğunu söylüyoruz. Hep birlikte değiştirmek ve ülkemizin geleceğini, ekonomiden toplumsal hayata kadar yeniden kuracak bir iradenin parçası olmanın mücadelesini veriyoruz.
Yaşadığımız bu ekonomik tablo karşısında mücadele başlıklarımız şunlar: Yapılan zamların geri alınması, adaletli bir vergi sistemi, asgari ücrette mutlaka güncellenmesi gerektiği, bütün ücretlerin asgari ücret oranında artırılması, en düşük emekli aylığının asgari ücret düzeyine çekilmesi, vergide adalet olmadan gelirde adalet olmayacağı gerçeğinden hareketle adil bir vergi sistemi, az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınan bir adaletli bir vergi sistemi. Bunların yanı sıra, taşeron, esnaf kuryelik gibi bütün güvencesiz çalıştırma biçimlerinin ortadan kaldırılması ve bununla birlikte özellikle sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması gibi son derece somut taleplerle ve demokrasi talebiyle bu mücadeleyi yürütüyoruz.
İşçi sınıfı mücadelesi aslında sadece “iş ve ekmek” mücadelesi değil. Pandemi sürecinde de gördüğümüz gibi sağlık ve ekolojik yıkım, iklim krizi gibi koşullar da işçinin işini ve ekmeğinin tadını bozuyor. Şirketlerin hemen hepsi “yeşil ekonomi”ye uyum açıklamaları yapıyor. Fakat bu “yeşil ekonomi”de de işçilere reva görülen koşullar değişmiyor. Sendikalar da iklim krizi, ekolojik kriz ve bunun işçilerin yaşamındaki etkilerine dair pek az ilgi gösteriyor. DİSK olarak bu konuda neler yapıyorsunuz?
Sermayenin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasının giderek hayatın bütün alanlarını kapsaması bakımından sendikal mücadele bugün artık sadece iş yeri ile ve sadece “iş ve ekmek” mücadelesi ile sınırlı değil. Sermaye egemenliğini sadece üretim alanında değil. Yeniden üretim alanı olarak tarif edilen eğitimden sağlığa ulaşıma kadar, yine aynı zamanda kentlerin, doğanın yağmalanmasına kadar bir çok alanı egemenliği altına alarak onları piyasalaştırıyor. Buna karşı derelerimize, toprağımıza, ormanımıza, kentlerimize sahip çıkmak sorumluluğu da üzerimizdedir. Sermayenin tahakküm alanı genişledikçe sendikal mücadelenin alanı da genişlemektedir. Bu açıdan bugün yaşanan her türlü ekolojik yıkım karşısında, iklim krizi ve kentsel dönüşüm karşısında sendikal mücadelenin de gündemlerinin çeşitlenmesi gerekiyor. Bu amaçla ekolojik yıkımın, iklim krizinin işçilerin yaşamı üzerine etkilerine dair de belli tartışmalar yürütmek ve politikalar geliştirmek zorundayız sendikal hareket olarak. DİSK olarak biz de uluslararası sendikaların yürüttüğü tartışmaların bir parçası olmaya çalışıyoruz hem de ülkemizde bu konuda faaliyet yürüten mücadele eden kurumlarla ortaklıklar kurmaya çalışıyoruz. Çünkü gerçekten yaşanan bu sorunlar işçi sınıfının hayatını çok derin etkilemekte, bu konuda yapmamız gereken çok şey var. Bir dizi çalışma yürütüyoruz, mevcut çalışmalara katılmaya gayret ediyoruz, ekoloji mücadelesini sendikal mücadelenin bir parçası haline getirmeye gayret ediyoruz.
Cemil Aksu / Politika Haber