Güney Amerika’da seçimler çerçevesinde “ikinci ilerici dalga” beklentisi yükseldi. Fakat Şili’de Boric hükümetinin anayasa taslağının halktan destek almaması, Brezilya’da Lula’nın anketlere göre kesin kazacanak diye beklenen seçimlerin 2. Tura kalması, bu dalganın birçok zorlukla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Berkeley Üniversitesi sosyoloji bölümünde çalışmalarını sürdüren profesör Cihan Tuğal, İşçi Partisi iktidarında, ülkenin küresel sermayenin doğa talancısı fraksiyonlarına kurban edildiğine dikkat çekerek, Güney Amerika’da iktidara gelen solun mülkiyet ilişkilerine dokunamadığını söylüyor. Ayrıca yaşanan isyan dalgalarının “radikal demokrasi” ve otonomizmin de yetersizliği net olarak ortaya çıkardığını vurguluyor.
Latin Amerika’nın birinci “pembe dalga”sını ya da ‘yeni ilerici dalga’sını bir hatırlayalım. Chavez’in 1999’da iktidara gelmesi, ardından 2000’de Şili’de Ricardo Lagos’un, 2002’de Brezilya’da Lula’nın, 2005’te Bolivya’da Evo Morales’in, 2006’da Ekvator’da Rafael Correa’nın seçim zaferleri yaşandı. Arjantin’de 2002’de sol-Peronist Nestor Kirchner, Uruguay’da Geniş Cephe’nin (Frente Amplio) adayı Tabare Vazquez’in seçilmeleri de solun başarı hanesine yazıldı. Bu birinci “pembe dalga”nın bakiyesi ne oldu? Evrensel’deki köşe yazında şöyle diyorsun: “Sol kendi tabanını oydu 20 yıldır. Örgütçüler tabanı bırakıp parlamenter siyasete ve bürokrasiye kaydılar. Lula 2003’te örgütlü bir halkın, sosyalizm vadeden başkanıydı. Bugün ise atomize olmuş, gelecek umuduyla değil aşırı sağ korkusuyla sandığa giden bir halkın ‘önder’i.” Bunu açabilir misin?
Bu ülkelerde birbiriyle çelişiyor görünen iki süreç, birbirini besleyerek gelişti: 1) merkez-sol iktidarlar yönetiminde neoliberalizmin giderek derinleşmesi 2) neoliberalizmin getirdiği yıkıma dair ciddi, tutarlı, programatik önlemler alınması. Zikrettiğiniz ülkeler hem küresel finansa ve ticarete, hem madene ve toprağa aç yabancı sermayaye iyice açıldı. Ve tam da bunlardan elde edilen gelirlerle geniş halk kesimlerinin refah ve eğitim seviyesi arttırıldı.
Brezilya iki sürecin de en güçlü yaşandığı yerdi, o yüzden ona daha fazla odaklanacağım. İşçi Partisi iktidarında, özelleştirmeler devam etti. Ülke küresel sermayenin doğa talancısı fraksiyonlarına kurban edildi.
Bunların getirdiği yıkım, bir taraftan sosyal politikalarla, bir taraftan da asgari ücretin bir hayli yükseltilmesiyle ve istihdam programlarıyla dengelendi. Brezilya yoksulları, eğitim ve sağlık alanlarında hiç görmedikleri bir seviyeye ulaştılar. Ancak yaratılan işgücü, sendikalı bir işgücü değildi.
İşyeri örgütsüzleşmesine sonradan siyasi örgütsüzleşme eklendi. İşin bu yanı, Lula’nın başkanlığı bittikten sonra galebe çaldı aslolarak. İşçi Partisi, kadro çalışmalarını, militan eğitimlerini bayağı rafa kaldırdı 2010lar’da. Sonuç üye sayısında ciddi bir düşüş oldu. Dahası, dünya çapındaki resesyonun Brezilya’yı vurmasıyla hayat pahalılığı ve işsizleşme başladığında, bunlara direnecek örgütlü halkın kalmamış olması, 2013’teki yönü belirsiz isyanları tetikledi. Bu isyanların temalarını sol değil, aşırı sağ sahiplendi. Daha doğrusu, isyanları örgütlemeye çalışan sol fraksiyonlar yayan kaldılar. Neden? Ana moment parlamenter siyasete kaydığı, aktivistlerin çoğu umutlarını oraya bağladığı için.
Diğer vakaların ayrıntılarına girmeyeceğim ama, bir iki olguyu not edelim: Şili’de demokratikleşmeye ve sol iktidarlara rağmen, toprağın aşırı tekelleşmesi devam etti. Ekvator’da temel ürünlerin ihracatına aşırı bağımlılık konusunda sol ciddi bir değişiklik yaratamadı. Üstelik toprak burada da giderek tekelleşti. Kısacası, sol mülkiyet ilişkilerine dokunamadı bu ülkelerde.
Bolivya ve Venezulla’da durum (kökten olmasa da, bir parça) farklıydı. Ancak birincinin küçük nüfus ve ekonomisi, ikincisinin de petrol bağımlılığı, Brezilya gibi model oluşturmalarının ve bölgedeki sosyal dengeleri değiştirmelerinin önünde engel oluşturdu. Bolivya daha taban destekli (ve de örgütlü) bir sosyalist demokrasi kurma çabasındaydı. Bu bir süre düşe kalka ilerledi. Fakat görece küçük ekonomisi bu süreci ayakta tutamadı. Yabancı şirketlerin bir parça gerileyen hakimiyeti, Morales iktidarının son yıllarında tekrar ihya edildi. Venezuella’daki sürecin ise başka sorunları var. Baştan itibaren, bir askerin başlatmış olduğu bir sosyalistleşme dalgası, yukarıdan emirle yoksulların öz-örgütlenmelerinin büyük bir hızla yaygınlaşmasına rağmen, hep o askerin, Chavez’in damgasını taşıdı. Chavez’in karizması devredışı kalınca, zaten onun da son yıllarında dinamizmini kaybetmeye başlamış bu öz-örgütlenmeler giderek daha da marjinalize edildi. Chavez’in ardılı Maduro ne onun karizmasına, ne de demokratik niyetlerine sahip. Kişiye dayalı bir sosyalist demokrasi, başına yanlış kişi geçince neredeyse bir gecede bitebiliyor.
Şimdi ikinci pembe dalga beklentisi var. 2018’de Meksika’da Luiz Obrador’un başkanlık koltuğuna oturmasıyla bir anlamda ikinci pembe dalga başlamış oldu. Onu 2019’da Arjantin’de Alberto Fernandez ve 2020’de Bolivya’da Luis Arce’nin seçimi izledi. Şili’de Boric. Lula kazandığı takdirde Latin Amerika tarihinde ilk kez 6 büyük ülke, Brezilya, Meksika, Arjantin, Kolombiya, Peru, Şili sol yönetimler altında olacak. Bu dalganın arkasındaki saikler ve beklentiler nelerdir? Bunların neoliberalizmin enkazını kaldıracak bir programı var mı?
Bunlar olumlu gelişmeler. Ama henüz birinci pembe dalganın tıkanıklıklarını aşıp aşamayacaklarını söylemek için çok erken. Dünyanın geri kalanında ne yaşanacağının büyük belirleyiciliği olacak. Başka yerlerde işçi-köylü-yerli dalgaları oluşmazsa, Latin Amerika’nın kendi başına (bırakın dünyayı) kendini değiştirmesi mümkün değil.
Latin Amerika’da solun, dünyanın geri kalanına nazaran bu kadar kuvvetli olmasının birkaç nedeni var. Konuyu fazla dallandırıp budaklandırmamak için bunlardan bir tanesine değineceğim sadece. Bu da Latin Amerika’da eşitsizlik oranlarının dünya geneline göre aşırı yüksek olması. Derin eşitsizlikler, bir taraftan sıradan insanları (sadece hayatta kalabilmek için dahi) kolektif mücadeleye mecbur bırakıyor; diğer taraftan kaynakları tekelleştiren (ve genelde ABD tarafından koşulsuzca desteklenen) üst sınıfların bu mücadeleleri rahatça ezmesini sağlıyor.
Bu denge, ancak küresel mücadelelerle eklemlenerek kırılabilir. Hindistan, Çin ve/ya benzeri ülkelerde ayaklanma ve örgütlenmeler moment kazanmazsa, Latin Amerika’daki sola kayış yine yüzeysel kalacaktır. Bunu yine en net Brezilya’da görüyoruz. Lula’nın çok solda bir kampanya yürüttüğü söyleniyor bazılarınca, ki bu maalesef doğru değil. Oldukça sulandırılmış bir sosyal liberalizm vadetti Lula’nın son seçim çalışmaları. Aşırı sağ o kadar ortama hakim ki, bunu bile “komünist tehdit” olarak sunabildiler.
Yalnız, tüm bu çekincelere rağmen, benim de ümitvar olduğum bir nokta var. İlk “Pembe Dalga” yaşandığında, yani 2000ler’in başında, kapitalizm dünya çapında gayet muzafferdi. Bugün ise Amerika Birleşik Devletleri’nde dahi bir sürü insan “kapitalizm” sözcüğünü küfür olarak kullanmaya başlamış durumda. Dolayısıyla, Latin Amerika’da kapitalizme karşı bir kıpırdanış başlarsa, bunun dünyanın birçok yerinde 2000ler’dekinden farklı bir yankı, daha yoğun bir ilgi bulacağını düşünebiliriz.
Her yerde karşımıza çıkan bir oportünizm var: Kapitalizmin sonunu düşünmek dünyanın sonunu düşünmekten daha zor geliyor. Seçimlerle iktidara gelenlerin küresel kapitalizmin yarattığı çelişkiler karşısında sınıf uzlaşmacılığından ve bazı “sosyal politika”lardan başka yapabilecekleri birşey yok gibi. Fakat buna kapitalistleri “ikna” ya da “razı” edebilmeleri için bile “halkın örgütlü gücü” gerekiyor. Ama kapitalistler de tam da böyle bir halk gücünün ortaya çıkmasından korkuyor ve bunun için de darbeler dahil her yola başvurabiliyorlar. Latin Amerika’daki bu ilerici hükümetler köklü değişiklikler yapamadıkları ve düzen sınırları içinde kapitalizmin yarattığı sorunları çözemedikleri gibi bu sorunları derinleştiren rol oynuyor durumuna geliyorlar ve bir süre sonra ya onlara karşı tepki oluşuyor ve çekiliyorlar ya da seçimlerde tekrar sağ sermaye güçleri seçiliyor. Bu durumda da sol partiler oldukça yıpranarak hatta yok olarak bedel ödüyorlar. Kitleler de sağa gidiyor. Bu bir açmaz mı, kısır döngü mü yoksa soruyu yanlış mı oluşturuyoruz?
Böyle bir döngü yaşandığı ve bunu kırmanın çok zor olacağı doğru. Sosyal politikalara elbette ihtiyacımız var. Ama onları sahiplenecek, koruyacak, demokratikleştirecek, bir avuç elitin halka bahşettiği lütuflar olmaktan çıkaracak kitle örgütlerine daha fazla ihtiyacımız var. Seçim, parlamento, yasalar, (eğitim ve sağlık gibi) kurumlar, yabana atılacak mecralar değil. Ancak köklü çözüm buralardan gelemez. Bu mecralara aşırı yatırım yapmak, şu andaki koşullarda, giderek yükselecek olan elit nefretini (ve dolayısıyla popülizm kartını) aşırı sağa teslim etmek anlamına gelecektir.
İsyanlar ve seçimler arasında salınıp duran bir döngüye teslim olmayan toplumsal hareketler var mı? Örneğin topraksızların, kadınların hareketinin daha özgün bağımsız pozisyonları var mı?
Haklısınız, bir önceki soruya verdiğim cevap, “İyi de, hangi kesimler örgütlenip bunu yapacak?” sorusunu doğuruyor. Sınai yoğunluk Doğu ve Güneydoğu Asya’ya kaydığı için, klasik emek örgütlenmesinin ehemmiyeti de azaldı Latin Amerika’da. Ancak, on yıllardır (örneğin Arjantin’de) süren işgal hareketlerinden de bildiğimiz gibi, bu işçi radikalizminin buharlaştığı anlamına gelmiyor. İşaret ettiğiniz gibi, topraksız köylülerin hareketleri de hâlâ kilit öneme sahip: (Brezilya) İşçi Partisi (PT) iktidarı bunları biraz demobilize etmiş olmasına rağmen, dinamizmini koruyor topraksızlar. Fakat şunun da altını çizelim: topraksızların hareketi temel hedefleri olan mülkiyetin el değiştirmesini gerçekleştiremedi. Zaten ülke topraklarının oligarşinin ve küresel sermayenin elinde kalması, sosyalizmin hegemonik hale gelmesini engelleyen, İşçi Partisi’nin de her geçen gün daha da merkeze kaymasını sağlayan faktörlerin başında geliyor.
Kadın hareketindeki en büyük sıçramalardan biri de Latin Amerika’dan geldi. Amerika Birleşik Devletleri’nde neredeyse tamamen beyaz ve elit hareketi olarak şekillenen en son dalga feminizm, Latin Amerika’da bir proleter ve azınlık hareketi olarak vücut buldu. Bunun nedeni basit. #metoo hareketinin temel sorunsalı olan cinsel taciz, en ağırlıklı olarak çalışan kesim kadınlarını vuruyor. İşin bu boyutunun ABD’de dile getirilmemesi şaşırtıcı değil ama üzücü. Beyaz elitlerin toplumsal hareketler üzerindeki hegemonyası, bu yöndeki dinamikleri köreltiyor ABD’de. Bugün İran’daki kadın ayaklanmalarında da emek olmasa bile Kürtlük boyutunun öne çıkması umut verici.
Hülasa, tablo pespembe değil ama, neoliberal ve emperyalist yıkıma direnebilecek, yeni bir dünya kurma potansiyeli olan güçler tamamen tedavülden kalkmış da değil.
Dünya üzerinden isyanlar eksik olmadı ama hiçbiri kapitalist devletlerin iktidarına alternatif olabilecek işçi sınıfı ve halk iktidarının embriyonik biçimlerini yaratamadı. Bu neredeyse yarım asırdır siyasal alana hakim olan “radikal demokrasi” anlayışının da iflası anlamına gelmez mi? Yeniden Leninizme dönüş hakkında ne düşünüyorsun?
Sadece radikal demokrasi değil, otonomizmin de – iflas diyemem ama – yetersizliği net olarak ortaya çıktı bu isyanlar sırasında.
Bir gözlemle başlamak istiyorum. Antonio Negri, Lenin üzerine 1970’lerde İtalyanca verdiği dersleri, 2010’larda İngilizce’ye çevirtti. Negri otonomizmin en önde gelen kuramcısı. Leninizm’den bir kopuş yaşamıştı 1980ler’de. Anglofon radikal dünyaya damgasını vuran, Michael Hardt ile birlikte yazdığı kitaplarda (örneğin İmparatorluk ve Çokluk) bunu görebilirsiniz. Neden şimdi Lenin üzerine unutulmaya yüz tutmuş dersleri İngilizceye çevriliyor peki? Anarşizan ayaklanmaların (kendi başlarına) bir yere varmadığını gördüğü için. Hatta bunu (bu kelimeleri kullanarak olmasa bile) 2014 tarihli İngilizce baskıya yazdığı önsözde açık açık söylüyor. Bir otonomistin gözünden bile, Lenin’e dönüş kaçınılmaz.
Ancak… Lenin sonrasında vücut bulan, yirminci yüzyıl boyunca anlaşılan anlamıyla “Leninizm”i de çok arzulanır bir hat olarak görmüyorum. Bu kelimenin yerleşik iki anlamı vardı. Birincisi, “dışarıdan bilinç” götürerek işçi sınıfını örgütlemek. İkincisi, kendisini Leninizm olarak sunan bir Blankizm, ya da aşırı püriten bir dar kadroculuk.
Oysa Lenin’in pratiğine toptan baktığınızda, “profesyonel devrimci”lerin genel bir stratejik hatta oturduğunu görüyorsunuz. Neydi bu hat? Hayatını devrime adamış kadrolar yetiştirmek, evet ama, bu kadroları proletaryayla içiçe geçirmek; kadrolar ve devrimci proletaryanın kenetlenmesinden oluşan “öncü”nün etrafında geniş bir halk bloğu kurmak; sol komünizmin dinamizmini, sağ komünizmin pragmatizmini içerirken bile, sağ ve sol kolaycılığa düşmeyen bir yön tutturmak. Zannedildiğinin aksine Lenin, geleceğin toplumunu kadroların değil işçilerin önderliğindeki halkın kuracağına inanıyordu. Bolşevik kadroların görevi, devrimci proletarya ile etkileşim içinde, taban örgütlenmelerinin ve hareketlerinin sosyalist bir yolda kalmasını sağlamaktı.
Lenin görünüşte bir çelişkiler yumağı. Kimi okuyuculara göre, duruma göre laf ve duruş üretmiş, o yüzden söyledikleri birbirini tutmayan bir militan. Ancak Lenin’in pratiğini bir bütünlük içinde kavradığınızda, ana yönelik tutumu ne olursa olsun, yukarıda bahsettiğim temaların pratiğinin çoğunu şekillendirmiş olduğunu görüyorsunuz.
Bu hattı tekrar inşa etmek için bazı öncüllerimiz var. Gramsci gibi. Ama Lenin’i bütün boyutlarıyla 21. yüzyıla taşıyabilmek için daha çok teorik ve stratejik emek harcamamız gerekiyor. 1980ler’den 2010lar’ın başına kadar çok önemli katkıları olan ama, artık barutlarını tüketen radikal demokrasi ve otonomizm akımlarını, 21. yüzyıl koşullarına uygun bir Bolşevizm pratiğine eklemlememiz lazım.
Latin Amerika, 1823 yılında ilan edilen Monroe Doktrininden beri Amerika Birleşik Devletleri’nin arka bahçesi olarak görülüyor. Sovyetler Birliği’nin etkisi ile bu bir nebze geriletilse de askeri darbelerle sürdü. Şimdi NATO’nun Rusya ve Çin’e karşı savaş konseptinden sonra iyice belirginleşen çok kutupluluk ya da iki kutupluluk durumu, önümüzdeki dönemde yaşanacak isyanlar, seçim zaferleri açısından yeni bir fırsatlar alanı sunabilir mi?
Maalesef durum daha karmaşık. Emperyal güçlerin düşüşü bazen bu tarz fırsatlar sunar, evet. Ancak İngiliz emperyalizminin ve onun halefi Amerikan emperyalizminin ilk yükselme süreçlerine baktığımızda, yeni emperyal gücün alt kesimleri ve ulusları (özellikle de düşüşteki seleflerine nazaran) daha içeren bir vizyon sunduğunu görüyoruz. Basitleştirerek söyleyecek olursak, İngiliz emperyalizmi kendisinden önceki burjuva emperyalizmlerinden daha ilericiydi; Amerikan emperyalizmi de İngiliz emperyalizminden daha ilericiydi. Tabii bu keyiflerinden değil, hem emperyal rekabetten, hem alt kesim ve uluslardan gelen tehditlerden kaynaklanıyor. Oysa Amerika’nın şu andaki rakiplerine baktığımızda, en çarpıcı özelliklerinden biri Amerika ve Avrupa’dan dahi (genel olarak) daha gerici olmaları. Dolayısıyla Amerikan emperyalizminin düşüşte olması olumlu, ancak (bu halleriyle) Rus ve Çin emperyalizmlerinin güç kazanması gayet olumsuz bir gelişme. Hatta, tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçiş, aşırı sağın iyice önünü açıyor tüm dünyada. Bunu Hindistan, Macaristan ve Türkiye’nin Amerika-Rusya/Çin gerilimlerini nasıl kullandığına bakarak da anlayabiliriz. Bu korkunç savrulmayı durdurabilecek tek faktör Çin, Rusya ve bu ikisinin çevrelerinde işçi ve köylü hareketleri başta olmak üzere toplumsal hareketlerin tekrar canlanması.
Arada bir detay sormak istiyorum. Brezilya’nın Porto Alegre şehrindeki yerel yönetim modeli sosyal forumlarda vb. halkçı ya da katılımcı yerel yönetim modeli olarak vazedilmişti. Türkiye’de de bu model üzerine epey durulmuştu. Porto Alegre’de durum nedir şimdi?
Porto Alegre’de maalesef eski canlılık yok. Ne yerel yönetim istenilen kadar etkili olabildi, ne de ilk başlardaki halk katılımı ayakta tutulabildi. Sorun modelin yanlış ya da isabetsiz olması değil, daha geniş bir stratejiye nasıl oturacağının yeterince tartışılmamasıydı. Bu tür deneyimler değerli. Türkiye’de de üzerinde durulmasını isabetli buluyorum. Ancak unutmayalım ki kapitalist bir deryada demokratik bir ada çok uzun süre yaşayamaz. O yüzden hem bu tür deneyimleri yeşertmemiz, hem de bunların ülke, bölge ve dünya çapında bir çalışan hakimiyeti kurulmadan demokratik ve halkçı kalamayacağının farkında olmamız gerek.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER