14 Mayıs seçimlerinin yaratacağı sonuçların sosyalist strateji açısından ne gibi avantaj ve dejavantajlar üzerine söyleşi dizimize devam ediyoruz. Millet İttifakı’nın muvaffak çıkması durumunda geçici de olsa -bunun şiddeti ve süresi konusunda farklı tahminler yapılıyor- bir rahatlama, soluklanma hatta bazılarına göre “faşizmin kurumsallaşmasının durdurulması”nın gerçekleşeceği beklentileri var. Seçimlere çok az zaman kalmışken burjuva ittifaklar içinde ve arasındaki atraksiyonlar, Cumhur ve Millet İttifakları dışındaki iki adayın daha çıkması ile başkanlık seçiminin ikinci tura kalma ihtimalinin güçlenmesi, Emek ve Özgürlük İttifakı’ndaki liste tartışması ile açığa çıkan farklı yaklaşımlar, seçimlere kadar sürecin ve sonrasının birçok yeni gelişmeye gebe olduğunu da gösteriyor.
14 Mayıs seçimleri, Türk burjuva egemenliğinin “ikinci yüzyıl”da nasıl devam edeceğinin belirleneceği bir seçim olacağı, hem burjuva ittifaklar hem de sol, sosyalist güçler tarafından dile getirilmektedir. Seçimlerde ne yapılacağına dair açıklanan tavırların arka planında mevcut krizin neyin krizi olduğu ve nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği sorularına da farklı yaklaşılmasının bir sonucu olarak görmek gerekiyor.
Yaşanılan krizi “neoliberal sömürge kapitalizminin ve sömürge tipi faşizmin tarihsel bir krizi” olarak değerlendiren Sendika.org yazarı Ferda Koç, bu durumda yapılacak tartışmanın “sömürge kapitalizminin ve sömürge tipi faşizm”in “varlığını nasıl sürdüreceği değil, yerini neyin ve nasıl alacağı” olması gerektiğini vurguluyor. Koç, “Faşizme karşı mücadele sözü temsil alanında kurulacak olsa da ‘temsili’ bir mücadele değildir; gerçek güçlerin gerçek savaşları içinde gelişir ve yürütülür” diyor.
Türkiye’nin kimine göre “100 yılın krizi” kimine göre “neoliberalizmin krizi” ya da birikim modeli krizi veya hepsi bir arada bir kriz yaşadığı hem egemenler cephesinden hem de sol-sosyalist güçler tarafından ifade ediliyor. Buna dayanarak da 14 Mayıs seçimleri ya krizin derinleşmesi ya da çözümün kapısını açacak eşik olarak kritik hal alıyor. Siz Türkiye’nin krizini nasıl tanımlıyorsunuz?
Karşı karşıya olduğumuz sadece bir ekonomik kriz ya da bir birikim modelinin krizi değil. Türkiye toplumuna yön veren egemenlik ilişkileri ekonomik, politik ve ideolojik düzlemlerin tümünü içine alan ve giderek derinleşen bir kriz içinde. Marxist politik terminolojide bu tablo “Milli Kriz” olarak adlandırılır. Yeni sömürge bir ülke olarak Türkiye’de Milli Kriz sürekli bir niteliktedir. Bugünkü krizi bu genel tablonun olağan bir sekansı olmaktan çıkaran, bugünkü krizin temel bileşenlerini oluşturan neoliberal sömürge kapitalizminin ve sömürge tipi faşizmin tarihsel bir kriz içine girmiş olmasıdır. “Tarihsel Kriz” kavramını, krizin belirli bir ekonomik, toplumsal, siyasal olgunun sürdürülebilirliğini sağlayan tarihsel temelin ortadan kalkmasından kaynaklandığını ifade etmek için kullanıyorum. Bir toplumsal olgu için tarihsel krizden söz ettiğimizde, o olgunun tarihsel temelinin ortadan kalktığını ve ortadan kalkmaya yargılı olduğu bir kriz içerisinde olduğunu ileri sürmüş oluruz. Böyle bir durumda söz konusu olgu için yapılacak tartışma, varlığını nasıl sürdüreceği değil, yerini neyin ve nasıl alacağı tartışmasıdır.
Türkiye neoliberalizmi tabi olduğu yeni sömürgecilik ilişkileri çerçevesinde inşa edilmiştir. Bu nedenle, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde yüksek sömürü oranlarına ve miktarlarına ihtiyacı şiddetlidir. Özellikle 2001 krizinin sonrasında yürürlüğe sokulan ve 20 yıldır AKP iktidarı tarafından uygulanan politikalarla, metalaştırılabilecek hemen bütün meta-dışı (veya meta üretimini sınırlandıran) toplumsal üretim mekanizmaları metalaştırılmış, proleterleştirilebilecek hemen bütün nüfus proleterleştirilmiştir. Bu noktadan itibaren neoliberal birikim rejimi tarihsel olarak sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Son on yılda, ülke nüfusuna, kendisinin %10’una yakın bir göçmen nüfusunun eklenmesi, “Üçüncü Havaalanı”, “Kanal İstanbul”, “128 milyar dolarlık hazine soygunu” benzeri dev ekonomik ve ekolojik talan hareketlerinin devlet zoruyla uygulamaya sokulması, neoliberalizmi sürdürülebilir hale getirmenin umutsuz zorlamalarıdır. Türkiye’de şu anda yaşanmakta olan ekonomik krizin, kapitalist dünyanın tümünü içine alan stagflasyon zemininde gelişmekle birlikte küresel enflasyon ortalamasını 10 katın üzerinde aşan bir hiper enflasyon biçimini kazanması, bu zorlamanın sonucu olarak yaşanmaktadır. Kriz emekçi sınıfların tamamını içine alan muazzam, ani ve çıkışsız bir mutlak yoksullaşmaya neden olmuştur. GSYH’nın yaklaşık %10’unu yok eden Türkiye-Suriye depremi, bu tabloyu bir insani kriz seviyesine taşımıştır. Buraya bir parantez açalım. Elbette bu felaketin yol açtığı büyük mülküzleşme ve göçün ve konut, sabit sermaye ve altyapı yıkımının neoliberal birikim rejiminin sınırlarına ulaşan maddi toplumsal temelinde bir genişleme yaratacağı da düşünülebilir. Ancak, Türkiye egemen sınıflarının, mevcut durumda işgücünün %20’sini bulan işsizliğe eklenecek bu ekonomi dışına çıkmış nüfus kitlesini ve bu kitlenin yaşam koşullarının yeniden oluşturulmasını neoliberal model çerçevesinde yönetebilecek bir siyasi ve ekonomik kapasitesi bulunmamaktadır.
1945 sonrasında inşa edilen, emperyalizmin ve oligarşisinin siyasi egemenliğini sağlayan bir devlet biçimi olarak Sömürge Tipi Faşizmin tarihsel temeli ise SSCB’nin dağılmasından sonra küresel düzlemde ortadan kalkmıştır. Sömürge tipi faşizmler uzunca bir süredir ancak yerel düzlemlerde ve emperyalizmin bölgesel egemenlik stratejilerini, oligarşiler ve devlet iktidarlarının yerel çıkarları ile bütünleştirebildiği ölçüde sürdürülebilmektedir. Sömürge faşizmler, çekirdeğini oluşturan kontrgerillanın, devlet iktidarı içerisindeki konumunu koruyabilmesini sağlayacak yeni iç ve dış güvenlik stratejilerine yönelerek kendilerine varlık temeli üretmeye çalışıyorlar. Bu stratejiler emperyalizmin, oligarşinin ve kurumsal faşist düzeneğini çıkar birliği temelinde yeniden bloklaşmasını ancak geçici olarak sağlayabiliyor. Türkiye faşizmi de 1996 sonu itibariyle bu krizin ifadesi olan siyasi sarsıntılar içinde kendini devam ettirmenin yolunu arıyor. 2007 sonrasında devlet iktidarına yerleşen AKP-Gülen koalisyonuyla Türkiye’nin sömürge tipi faşist devlet yapısına bölgesel bir sürdürülebilirlik temeli sağlanabilir gibi olmuştur. Bu olanak ABD emperyalizminin Ortadoğu’da mutlak bir hegemonya kurma girişimine bağlı olarak ortaya çıktı. Ancak ABD’nin bu girişiminin başarısızlığa uğraması AKP-Gülen ittifakı içerisinde şiddetli bir çatışmaya neden oldu ve faşizmin örgütleyici merkezi kontrgerilla 15 Temmuz’da kanlı bir çatışmayla parçalandı. Bu süreç içinde Erdoğan’ın MHP ve eski kontrgerilla merkezinin kalıntılarıyla oluşturduğu neo-faşist koalisyon, sömürge tipi faşizmin “parçalarını” başkancı bir rejim altında bir araya getirerek kontrgerillaya yapısal bütünlüğünü kazandırmaya ve yeniden devletin örgütleyici merkezi haline getirmeye ve bu yeni rejimi emperyalizme ve oligarşiye dayatarak sömürge tipi faşizm sonrası için, eski devlet yapısını ikame eden bir neo-faşist devlet modeli oluşturmaya girişti. Ancak 6 yıllık uygulamada, sömürge tipi faşizmin “yapıştırma” yoluyla ikame edilmesinin mümkün olmadığı görüldü. Bunun yapısal-tarihsel nedeni, emperyalizmin bölgesel egemenlik koşulları ile Türkiye faşizminin kurumsal altyapısı arasındaki çelişkilerdir. Türkiye faşizminin kurumsal altyapısının Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve Kafkasya çatışmaları düzlemindeki konumlanışları, ABD emperyalizminin bölgesel egemenlik stratejisi ile yapısal bir uyumsuzluk içindedir. Bu durum, eski modelin, Türkiye’yi (NATO’nun sadık üyesi, AB yönelimli, parlamenter sistemle yönetilen bir ülke haline getirip) “2012 öncesine taşıyarak” ihyasını da imkansız hale getirmektedir. Bütün bunların bir sonucu olarak emperyalizmin ve oligarşinin “yukarıdan aşağı” bir “devlet biçimlendirici süreci” işletebilmesi tarihsel olarak olanaksız hale gelmiştir.
Sonuç olarak karşımızdaki belirsiz ve genel bir ekonomik ve siyasi kriz değil Türkiye’nin yeni sömürge kapitalizmin ve bunun siyasi düzlemdeki karşılığı olan sömürge tipi faşizmin tarihsel krizidir. Bu kriz bağlamında 14 Mayıs seçimlerinin egemen ve ezilen sınıflar için farklı anlamları bulunuyor. Egemen sınıflar için 14 Mayıs seçimleri neoliberalizm ve sömürge tipi faşizm sonrasının yeni sömürge kapitalizmine ve yeni sömürge devleti modeline geçiş sürecinin, ezilen sınıflar için ise Türkiye’nin emperyalizmden ve faşizmden kurtuluşu için mücadelenin önemli bir momentidir.
Türkiye’nin yaşadığı krizden çıkması için egemen güçler arasında farklı değişim programları (“restorasyon”) tartışması sürüyor. Bu burjuva değişimin sağcı bir temelde gerçekleşemeyeceği, sola açık olması gerektiği görüşü ya da beklentisi var. Sizce Mİ’nın öngördüğü burjuva değişim programının ekonomik ve siyasi programı “sola açık” bir demokrasi öngörüyor mü?
Restorasyon kavramı, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu krizin yukarıda tanımladığım gerçek mahiyetine uygun değil. Restorasyon kavramı, Millet İttifakı sözcülerinin dile getirdiği “normalleşme” vaadinin karşılığı olarak kullanılıyor. Normalleşme vaadi iki temel noktaya odaklanıyor. Birincisi sermayeyi güvence altına alacak bir hukuk düzenlemesi; ikincisi Türkiye’nin NATO içindeki konumunun rehabilitasyonu ve AB’ye entegrasyon sürecinin yeniden başlatılması.
Mevcut başkancı rejimin egemen sınıflar içerisinde iktidara yakın özel bir grubunun, özellikle inşaat, silah sanayiinin ve finans sermayesinin çıkarlarını ön plana çıkardığı bir gerçek. Neoliberal birikim rejimi, iddialarının aksine, yüksek bir devlet müdahaleciliğini içeren bir “ilkel birikim” modelidir. Doğrudan doğruya kamu sermayesinin yağmalanarak özel ellere aktarılmasından, “düşman” ilan edilen özel sermaye gruplarının mülkiyetinin el değiştirmesine kadar uzanan bu müdahalecilik, “düşman hukuku”nun sadece halka değil, sermayeye de uygulanabilmesini içeriyor. AKP-Gülen koalisyonunun “Ergenekon operasyonları” sürecinde gerçekleştirdiği el koyma uygulamaları ile 15 Temmuz sonrasında gerçekleşen Gülenci şirketlere yönelik el koyma uygulamaları bunun somut örnekleri. Millet İttifakı, bu durumun sermaye saflarında yarattığını varsaydığı güvensizlik ve kaygı ortamını merkezine koyan bir “normalleşme” vaadinde bulunuyor. Hukuk düzeninin sermayeyi güvence altına alacak bir biçimde elden geçirilmesinin yerli ve uluslararası sermaye için Türkiye’yi “yatırım yapılabilir ülke” haline getireceği var sayılıyor.
AKP’nin Düşman Hukuku’nun “geleneksel” denilen büyük sermaye grupları, Koç, Sabancı vb. ile uluslararası sermaye için bir rahatsızlık kaynağı olduğu varsayımı temelsiz. Düşman hukukunun uygulama alanındaki asıl muhatabı Kürtler, kadınlar, işçiler ve devrimciler. Sermayenin bu düzlemdeki düşman hukuku uygulamalarının ortadan kaldırılmasından yana olabileceğini düşünmek safdillikten başka bir şey değil. Solun düşman hukuku uygulamalarını sermayenin güvenliğiyle sınırlayan bir restorasyonun dayanağı olması da beklenemez.
Türkiye’nin NATO içindeki konumunun rehabilitasyonu ve AB’ye entegrasyon sürecinin yeniden başlatılmasının önündeki engelin Erdoğan diktatörlüğü olduğu varsayımı da doğru değil. Artık ne Soğuk Savaş var ne de genişleme ve bütünleşme halinde bir AB. Dolayısıyla bu alanda “restorasyon” ile kastedilen şey ABD ve AB ülkelerinin Ortadoğu politikalarıyla (ki bunlar esas olarak savaş ve göç politikalarıdır) “uyumlu” bir politikaya geçiş. Türkiye’nin Millet İttifakı’nın iktidarına aday olduğu egemen güçleriyle ABD ve AB ülkeleri arasında bu türden bir uyum oluşturulabileceğini sanmıyorum. Ancak uyumlanılması öngörülen ABD ve AB ülkelerinin politikalarının bölgeyi 20 yılda getirdiği yer de ortada. Sadece ABD’nin Suriye’deki “Rojava mecburiyeti”nden hareket ederek, ABD ile Türkiye arasındaki bir “Suriye uzlaşması”nın Türkiye’deki Kürt sorununu otomatik olarak çözeceğini beklemek de yanlış; bu yanlış beklenti üzerinden Ortadoğu’yu tepeden tırnağa demokratikleştirecek bir dönüşümün yaşanacağı da aldatıcı bir hayalden ibaret. Emperyalist politikalar barış ve demokrasi zemininde işlemez.
Dolayısıyla öncelikle egemen güçlerle, sermayeyle ve emperyalist merkezlerle yeni bir uyum çerçevesi sağlama anlamında bir “restorasyon”un sola, yani emekçilere, Kürtlere, kadınlara “açılan” bir demokrasiyle değil kapıyı bütün bunlara kapatan bir “devlet aklıyla” yürütülmeye çalışılacağını düşünüyorum. Ancak müracaat edilecek “devlet aklı”nın, dayandığı temeldeki parçalanma nedeniyle sürece tam bir hakimiyet sağlaması da mümkün görünmüyor. Eğer “restorasyon politikaları” sol için bir “zemin genişlemesi” yaratacaksa işte tam bu noktada, bir “mücadele zemini genişlemesi” olarak yaratacaktır.
Kapitalizmin küresel durgunluğu ve Türkiye’nin küresel emek işbölümündeki rolü ışığında, ABD/AB ile Rusya/Çin arasındaki rekabet ile Türkiye’nin “restorasyon” olasılığı arasındaki ilişki ve çelişkileri nasıl yorumluyorsunuz?
Uluslararası süreç “emperyalistler arası paylaşım ve egemenlik mücadeleleri”nin 21.yy tarzında ön planda olduğu bir süreç; Rusya ve Çin ile ABD ve AB arasındaki çelişki ve çatışmaların bu düzlemde ele alınması gerekiyor. 21.yy’ın emperyalist paylaşım ve egemenlik mücadeleleri 20.yy başındaki gibi sadece “pazar paylaşımı”, “teritoryal egemenlik” mücadelesinden ibaret değil, aynı savaş ve barış denklemleriyle ilerlemiyor; üretim ve dolaşım zincirlerine yayılan mevzi mücadelelerle, uluslararası sözleşmelerle, yerel/bölgesel savaşlarla ve iç savaşlarla içiçe geçerek ilerliyor. 2008 krizi sonrasında ABD’nin küresel egemenlik atağının durdurulduğu ve gerilemekte olduğu da bir gerçek. Bu bağlamda ABD (ve tabii Avrupalı müttefikleri) için “karşı konulmaz emperyalizmlerinin eski güzel günlerine dönüş” imkanı yok. Buna karşılık Rusya ve Çin’in 1. ve 2. Dünya Savaşları öncesinin tablosuna benzer bir biçimde, ABD emperyalizmi ile çatışma halindeki “yükselen emperyalist güçler” olarak tasavvur edilmesi de doğru değil. Rusya ve Çin küresel üretim ve dolaşım zincirleri içerisinde kendilerine daha elverişli varoluş kanalları açmayı önceleyen bir rekabet stratejisi ile hareket ediyorlar; kendi dışlarına doğru genişlemelerinde ABD ve AB emperyalizmi ile “siyasi kamplaşma” ve “teritoryal egemenlik mücadelesi” bakımından daha esnek bir ilişki kuruyorlar.
Ortadoğu, özellikle Rusya için bir siyasi ve askeri egemenlik mücadelesi alanı. Suriye ve İran bu mücadeledeki iki önemli odak. Türkiye Ortadoğu’nun siyasi ve askeri egemenlik denklemlerinde bir yer tutuyor; ama her iki ülke için de ABD ve AB emperyalizmi ile şiddetli bir rekabet alanı değil. Şimdiye kadar Rusya ve Çin’in Erdoğan diktatörlüğü ile AB ülkelerinin yaptığı gibi “siyasi destek karşılığı ekonomik kazanç” ilkesiyle ilişki kurduklarını biliyoruz. Bu noktada Erdoğan rejiminin Rusya ve Çin için ABD ve AB ile ilişkilerini normalleştirmeyi hedefleyen bir iktidara göre daha uygun bir partner olduğu da düşünülmemelidir. Aksine ABD’nin bölgedeki hegemonya krizi nedeniyle, AKP’nin cihatçı angajmanlarına sahip olmayan bir iktidarla Rusya arasında şimdikinden farklı olmakla birlikte aynı ölçekte verimli bir siyasi ve ekonomik işbirliği kurulabilir.
Diğer taraftan, uluslararası kapitalist sistem bağlamında Türkiye’nin ABD ve AB ile kurduğu ilişkiler ile Rusya ve Çin ile kurduğu ekonomik ilişkilerin birbirleriyle çatışması ve transfer edilmesi zor uzamlarda olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye’nin içine düştüğü ekonomik krizi, küresel durgunluk nedeniyle, Rusya ve Çin’e, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) yönelerek aşabileceğini düşünmüyorum. AB ile ekonomiyi ilgilendiren en önemli sorun göçmen/mülteci sorunu. Erdoğan bu sorunu şimdiye dek mali bir şantaj aracı olarak kullanageldi. Millet İttifakı şimdiye kadar AB ile göç ve iade anlaşmalarını iptal etmekten söz etmedi; vaadi ise göçmenlerin ülkelerine geri dönüşünü sağlamak. Bu da Rusya’nın ve ABD’nin içinde olduğu bir “Suriye uzlaşması”na bağlı. Kısacası ABD-AB/Rusya-Çin rekabetinin “Erdoğan rejimi”/”restorasyon” bağlamında özel bir imkan ya da güçlük yaratacağı düşüncesinde değilim.
Öyle ya da böyle burjuva değişim süreci ister siyasi ve ideolojik hegemonyanın tesisi olarak ister zor yoluyla birikim modelinin hayata geçirilmesi olarak gerçekleşsin, orta ve uzun vadede sol-sosyalist hareket açısından nasıl bir durum yaratır? Ve sol-sosyalist hareket bu durumda nasıl bir hazırlık yapmalı?
Oligarşinin bir siyasi alternatifinin yerini bir başka siyasi alternatifinin almasıyla çözülebilecek bir krizden değil, neoliberalizmin ve faşizmin tarihsel krizinden söz ediyoruz. Dolayısıyla kurulu düzen açısından daha iyi günlere doğru ilerlemiyoruz. Kurulu düzenin yerleşik siyasi güçlerinin hareket alanını her geçen gün daraltacak, halkın, demokratik ve devrimci güçlerin hareket alanını genişletmesi için ciddi fırsatlar sunacak bir dönem olacak bu. Ama bu kaotik süreçte gelişecek tek alternatifin sol olmayacağını, göçmen/yabancı/kadın/Kürt/yoksul düşmanı patriarkal/ırkçı/militarist bir neo-faşist zeminin de güçlenmekte olduğunu görmemiz gerekir. Bu dönemin çatışmalarının merkezinde zorunlu olarak Erdoğan rejiminin tasfiyesine ilişkin bir siyasi çatışma süreci bulunacak. Bütün diğer mücadeleler bu çatışma sürecinin şekillenmesine katkıda bulunacak. Sol güçler, Erdoğan rejiminin tasfiyesi sürecine ilişkin siyasi mücadeleyi faşizmin ortadan kaldırılması yönünde derinleştirecek bir mücadele çizgisini bayrak edinmelidir. Önümüzdeki kaotik dönemin sosyalistleri ve solu güçlendirecek olan, solun faşizme ve neoliberalizme karşı bugüne kadar sergilediği direnme yeteneğidir. Faşizme karşı mücadele sözü temsil alanında kurulacak olsa da “temsili” bir mücadele değildir; gerçek güçlerin gerçek savaşları içinde gelişir ve yürütülür. Aslında çok uzun zaman önce hazırlanmaya başlamamız gereken şey de bu mücadelenin gerektirdiği, sokakta mücadele etmeye yetenekli en geniş anti faşist birliktelikleri oluşturmaktır. İzleyeceğimiz bütün taktikleri, kuracağımız bütün birliktelikleri, oluşturacağımız bütün “özel örgütlenmeler”i bu amaca uygunlukları bakımında ele almalı ve somutlaştırmalıyız.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER