İran’daki ayaklanma üçüncü ayına girdi. İran İnsan Hakları Merkezi, İran ve Rojhilat’taki protestolarda toplam 448 göstericinin katledildiğini, 18 binden fazla kişinin ise gözaltına alındığını açıkladı. Buna rağmen eylemler hız kesmiyor. Yılların birikimi öfke dinmiyor.
İran’da ardı ardına isyanlar gördük. En son 2018’deki isyan dalgasında halk yine sokaklara çıkarak ekonomik krizi protesto etmişti. İran halkı bir kez daha özgürlük, eşitlik için isyanda.
Yanı başımızdaki bu isyan elbette tüm bölge halklarını etkiyecek düzeyde. Yıllardır diktatörlüklerle yönetilen ve uzun zamandır ekonomik yıkım yaşayan halklar başta Türkiye olmak üzere her yerde bu yönetimlerden kurtulma, demokratik, özgürlükçü, laik ve eşitlikçi bir yönetim kurma arayışında. İran halkının isyanının kaderi bizim de kaderimiz. Irak’ın, Suriye’nin, Rojava’nın kaderi. Emperyalistler ve yerli diktatörler, bölge halklarının bu kaderini şiddetle boğmak istiyor.
İran’da yaşanan süreç üzerine görüştüğümüz İran Komünist İşçi Partisi Merkez Komite üyesi Siyaveş Azeri, yaşanan sürecin bir devrim olduğunu söyledi. Azeri, aynı zamanda felsefe doçentidir ve Tümen Üniversitesi, School of Advanced Studies’in dekanıdır. Azeri, Barış İçin Akademisyenler (BAK) tarafından ilan edilen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metnin imzacılarından olması nedeniyle Mardin Artuklu Üniversitesi’den Ocak 2017 tarihli KHK ile ihraç edilmişti. Azeri ile İran’daki devrimci sürecin aynasında, yeni yüzyıldaki isyanların ortaya çıkardığı “kimlik-sınıf”, “özne-örgüt” gibi sorunları da ele aldık.
16 Eylül’de Jîna Mahsa Amînî’nin katledilmesi sonrası başlayan protesto eylemleri devam ediyor. Kürdistan ve Beluçistan’ın yanı sıra Tahran gibi kentlerde yayılarak devam ediyor. İran İnsan Hakları Merkezi, İran ve Rojhilat’taki protestolarda toplam 448 göstericinin katledildiğini, 18 binden fazla kişinin ise gözaltına alındığını, eylemlerde yaşamını yitiren çocuk sayısı da en az 40 olarak açıkladılar. Ve sayılar her gün artıyor. Gidişatı nasıl görüyorsun?
Şu an İran’da gözlerimizin önünde cereyan eden şey tam anlamıyla bir devrimdir. Sizin de belirttiğiniz gibi, protestolar çok hızlı biçimde başkent Tahran dâhil İran’ın bütün bölgelerine yayıldı. Başını kadınların ve gençlerin çektiği protestocular rejimin devrilmesinden azını kabul etmiyor. Üçüncü ayında olan gösteriler hız kesmediği gibi, her geçen gün daha da radikalleşiyor. Rejim göstericileri katlederek, tutuklanan göstericileri göstermelik mahkemelerle “muharebe” (allaha savaş açmak) suçundan idama mahkûm ederek devrimi bastırmak istiyor ama tersine bütün tepkileri devrim ateşini körüklüyor ve daha geniş kitlelerin devrim dalgasına katılmasına neden oluyor. Her geçen gün farklı kesimlerden insanların, ünlü sanatçıların, oyuncuların, sporcuların, akademisyen ve aydınların, hatta devlet televizyonu spikerlerinin devrimi ve başkaldıran halkı destek beyanlarına tanık oluyoruz.
Benim görüşüme göre devrim hedefine ulaşacaktır. Tabii, bu devrimin zafere ulaşmasının kesin olduğu anlamına gelmez, son çözümlemede devrimler siyasi güçlerin bir karşılaşmasıdır; hangi tarafın kazanacağını toplumsal güç dengeleri belirleyecektir. Rejimin bunu bir ölüm kalım sorunu olarak gördüğü, devrimi bastırmak için hiçbir cinayet ve vahşetten geri durmayacağını biliyoruz ama bence şu an avantajlı olan ve daha güçlü olan taraf devrim safıdır.
Uluslararası ve İran burjuvazisinin devrimi belirli bir mevzide durdurmak isteyeceği de kesindir. Bu çerçevede eskiden rejim içinde olup şimdi “reform” cübbesi takanların da içinde yer alacağı bir “geçiş dönemi devleti” senaryosunu hayata geçirmek isteyeceklerdir. Bu yolla halkın başı üzerinden siyasal erkin el değiştirilmesini sağlamaya, devlet aygıtı, polis, kolluk kuvvetleri, ordu ve devrim muhafızları gibi kurumları el değdirmeden korumaya çalışacaklardır. Ancak halkın sokakları bırakacağını ve bu gibi “geçiş” senaryolarına izin vermeyeceğini düşünüyorum zira devrimin ve devrime katılan kitlelerin ufku “iyicil” İslamcılar ve irili ufaklı nasyonalist, şoven, mukaddesatçı güçlerin ufuklarının çok ötesindedir. Bunun en bariz göstergesi devrimin özünün dışavurumu sayılan “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganındır.
2018’deki isyan dalgasında da bugün devam eden harekette de gençliği görüyoruz. Gençliğin bu isyanını nasıl anlamak lazım? Ve onların gerçekten ne istediğini? İsyanları sadece mollalara mı yoksa kapitalizme mi?
Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle bir noktaya değinmek gerekir: Devrimler siyasi olaylardır. Bu yüzden de her şeyden önce önlerine açık, siyasi erekler koyar ve bu siyasi taleplerle belirginleşirler. Dahası, devrimler “olumsuz” hareketlerdir: Başta ne istediklerini değil ne istemediklerini ortaya koyarlar. Farklı siyasal-toplumsal hareketler de devrimin bu olumsuzlama hareketine kendi damgalarını vurmaya, bu olumsuzlama biçimine kendi siyasi ereklerine uygun içerik kazandırmaya çalışırlar. Bu çerçevede devrimci kitlelerin ve bunlar içinde önemli bir yer kaplayan gençlerin birincil talepleri İslam Cumhuriyeti rejiminin devrilmesidir.
Gençlerin bütün bu protesto hareketlerinde ön safta bulunmasının birçok nedeni vardır ama tüm bunları özgürlük, insan onuruna yakışan bir yaşam, kendi gelecekleri ve kaderlerini belirleyebilme, eşitlik, gönenç ve insancıl bir toplum inşa etme isteğinin farklı veçheleri olarak anlamalıyız. Siyasi olarak gençler, tıpkı bütün devrimci kitleler gibi, düşüncelerini ve arzularını özgürce ifade etmek, bunun için kovuşturmaya uğramamak, yargılanmamak, hapis yatmamak, yaşamını yitirmemek istiyor. Gençler işsizlikten ve yoksulluktan en çok etkilenen kesimler arasında yer alıyor. Öte yandan mollaların, rejimin önde gelenlerinin, yetkililerin, bunların akrabaları ve yakınlarının nasıl da ülkenin bütün zenginliklerini iç ettiklerini, on milyarlarca dolar değerindeki serveti çalıp ceplerine indirdiklerini görüyor ve biliyor. Ülke zenginliklerinin herkese insanca bir yaşam olanağı sunmaya yeterli olduğunun ayırdında ve bundan dolayı da isyan ediyor. Günümüz İran gençliği, iletişim araçları ve internetin de sayesinde dünyayı tanıyor, yenilikleri takip ediyor ve dünyanın dört bir köşesinde olup bitenden haberdar. Bir dönem moda olan kültür göreceliği ve “çok-kültürcülük” savunucularının iddialarının tersine İran hiçbir zaman İslami bir toplum olmadı. Biz öteden beri yakın gelecekte İran’ın İslam’a karşı saldırının sahnesi olacağını söyleyedurduk. Bugün bunu devrimci kitlelerin sloganlarında, protesto biçimlerinde (örneğin “sarık zıplatma” eylemlerinde, dini ve kutsal simgeleri ayakları altına almalarında) görüyoruz. Günümüzdeki İranlı genç kendini Fransız, İngiliz, Amerikalı gençle karşılaştırıyor, onların eriştiği şeylere niye erişemediğini soruyor.
Başta da söylediğim gibi, gençler yoksulluğun, yoksunluğun, siyasal, kültürel ve toplumsal baskının olmadığı, özgür, eşit, gönençli, insanca bir yaşam ve toplum istiyor. Ancak mevcut durumun baş sorumlusunun İslam Cumhuriyeti rejimi olduğunu, bu taleplerin gerçekleşmesinin başat zorunlu koşulunun bu rejimin devrilmesi olduğunun da ayırdındadır. Kanımca önemli olan nokta devrimin bu olumsuzlamasını derinleştirmek, bu taleplerin azami biçimde sosyalist bir toplumda gerçekleşebileceğini göstermektir. Bu komünistlerin ve komünist toplumsal hareketin görevidir. Ancak bu görev kitlelere “bilinç taşımakla “değil, mevcut olumsuzlamalarının en radikal savunucusu olmak, her aşamada devrimi bir adım öteye taşıyacak siyasetler gütmek ve pratik yönergeler sunmak ile olanaklıdır. Bunun için kitleleri mahalle, fabrika, okul, iş yeri ve kent konseylerinde örgütlemek ve rejim devrildikten sonra da kitleleri bu öz-örgütleri aracılığıyla sokaklarda tutup azami taleplerine sahip çıkmalarını sağlamak gerekir.
Bunu da eklemek gerekir: Kapitalist toplum bir dolaylı tahakkümler toplumudur; başka bir ifadeyle ekonomik tahakküm dâhil tüm tahakküm biçimleri siyaset dolayımı üzerinden ve bu dolaylı tahakkümün dışavurumu ve aracı olan devlet vasıtasıyla gerçekleşir. Kapitalist toplumda devlet kapitalist devlettir. İran’da da, kleptokratik ve mafyatik biçimde olsa dahi, kapitalist üretim ilişkileri egemen olduğuna göre devlet sermayenin devletidir. Kapitalizme karşı mücadele bu ilişkilerin siyasi var olma biçimi olan devlete ve siyasal erke karşı mücadele etmeden olanaksızdır: Genel, soyut bir kapitalizme karşı mücadele olamaz. Dahası, kapitalist devlete ve siyasi rejimine karşı mücadele de her zaman sermaye tahakkümüne karşı mücadele potansiyelini içinde barındırır. Ancak dediğim gibi bizzat bu mücadele siyasi biçimde gerçekleşmek zorundadır. Bolşevik Devrimi dâhil, hiçbir devrim “Kahrolsun Kapitalizm”, “Kahrolsun Artı-değer Sömürüsü” sloganıyla gerçekleşmedi, gerçekleşmez; öte yandan, böyle sloganların yokluğu bir devrimi “burjuva devrimi” veya “demokratik devrim” yapmaz.
İran’da dalgalar halinde isyanlara şahit oluyoruz. 2009, 2018 ve şimdi yeni dalga. İran da çok kimlikli, parçalı bir toplum. Her defasında farklı toplumsal kesimler harekete geçiyor ve isyan başarıya ulaşamadan sönümleniyor gibi. Bu izlenime katılıyor musun? Bu isyan dalgaları hem zamanında toplumun her kesimini, daha doğrusu bütün ezilen kesimleri içerebildi mi ve hem de sonraki isyanlarda özneler, örgütler, ağlar açısından bir bakiyesi oldu mu? Genel olarak neoliberalizm tartışmalarında süreduran “kimlik mi sınıf mı” sorunu İran’da nasıl yaşandı, yaşanıyor?
Aslında İran’da 1979 Devrimi sonrasında mücadelesiz, ayaklanmaların, protestoları olmadığı hiçbir bir dönem geçmedi. Bunun çarpık bir yansımasını rejimin sorumlularının ifadelerinde görmek olanaklıdır: Grevin haram ilan edildiği (Humeyni grevlerin haram olduğuna dair fetva vermişti), en ufak bir işçi grevinin “ulusal güvenliğe karşı saldırı”, “İslam ve allaha düşmanlık” olarak yaftalandığı, futbol maçından insanların, başta da kadınların giyim kuşamının “siyasi” bir meseleye dönüştüğü bir düzen düşünün. Bunun başlıca nedeni İslamcı karşı-devrim tarafında bastırılan 1979 Devrimi’ne yol açan çelişkilerin çözülmemiş olması, burjuvazinin olağanüstü durumu devleti olan İslam Cumhuriyeti’nin de siyasal İslamcı yapısından dolayı düzeni sağlayıcı değil, bunalımı derinleştirici bir işlev görmesidir. 2009’dan önce de 1999’da altı gün süren, rejimi devirme hareketinin başlama düdüğünü çalan ve rejimi derinden sarsan ayaklanmaya tanık olmuştuk örneğin. O dönem cumhurbaşkanı olan Hatemi durumu açıklamak için hükümetin sekiz günde bir, bir bunalımla karşı karşıya kaldığını söylemişti!
Söylemek istediğim İslam Cumhuriyeti’ne karşı mücadelenin, kitlesel dışa vurma biçimleri zaman zaman gözden yitse de, bir süreklilik arz ettiğidir. Bunu kadınların zorunlu türbana karşı günlük temeldeki mücadeleden kimi zaman önemli kazanımlar da elde edebilen ve son örneği iki yıl önceki tüm ülkede yankılanan ve desteklenen Heft Tepe Şeker Kompleksi işçilerinin grevleri ve protestoları olan işçi mücadelesine kadar görmek olanaklıdır. 2009’dan itibaren kitlesel gösteri ve ayaklanmalarda yer yer atılan sloganlardan biri olan “79’dan beri Oyalıyorsun Bizi” sloganı da bu sürekliliğin başka bir ifadesidir.
Tüm bu ayaklanmalarının ana gündemi geniş kitlelerin, başta da kadınların, gençlerin ve işçilerin yoksunluğu ve yoksulluğunun nedeni olan İslam Cumhuriyeti’ni devirmektir. Tüm bu hareketler hem toplumsal bellekte canlı kaldı, hem de her seferinde ayaklanmaların daha kitlesel ve daha radikal bir karaktere bürünmesine, taleplerini daha açık biçimde ifade etmesine neden oldu. Sürmekte olan devrimin fermanını aslında 2019’daki ayaklanmada Tahran Politeknik Üniversitesi önünde gösteri yapan öğrenciler ve kitleler bu sloganla vermişti: “İslam Cumhuriyeti Yok Edilmelidir”. Demin sözünü ettiğim bu sürekliliğin bir diğer göstergesi de sürmekte olan devrimin bazı sloganlarıdır, örneğin: “Her günümüz Aban ayıdır, Aban sonun başlangıcıdır” (Aban İran takviminin sekizinci ayıdır, 2019’daki ayaklanma Aban ayında gerçekleşmişti). Öte yandan bu radikalleşmek ayaklanmaların ve devrimci hareketin daha da sola dönmesini sağlamaktadır. “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sürmekte olan devrimin ufkunun genişliğinin ve kapsayıcılığının en açık göstergesidir.
Yukarıda da söylediğim gibi, bir ayaklanmanın veya devrimin başarıya ulaşabilmesi her şeyden öte toplumsal güç dengelerine dayanır. Toplum ve devrimci kitleleri açısından güç dengelerinin onların lehine değişmesi ayaklanma hareketinin kapsayıcılığı ve farklı toplumsal kesimleri devrimci mücadeleye katabilmesidir. Bu da toplumun maksimal taleplerini karşılayan bir ufkun hareketin önünde yer almasıyla olanaklıdır.
İran’ın “çok-kimlikli” ve “çok-parçalı” durumuna ve “sınıf mı, kimlik mi?” tartışmasına gelince; kuşkusuz her toplumu kategorileştirmek için onlarca nitelendirme sıralamak olanaklıdır. Din, dil, etnisite, cinsiyet gibi birçok başka etmenin de belirli toplumlarda iz bıraktığı doğrudur. Bunlara, siyasi yapı, monarşi, cumhuriyet, devlet, endüstriyel gelişme düzeyi, cinsiyetler arası ilişkiler, sınıfsal ilişkiler, mimari özellik, kentleşme düzeyi, uluslararası ilişkiler, iklim hatta burun biçimi, saç, göz ve ten rengi gibi sayısız başka etmeni de eklemek olanaklıdır. Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler kitabında Borges’e atfen ima ettiği gibi bir görüngüler yığınını kategorize etmek için sonsuz sayıda öbekleme biçimi geliştirmek olanaklıdır. Ancak bu gerçeğin sadece yarısıdır. Foucault’nun da görmezden geldiği temel sorun belirli bir öbeklemenin neden bu belirli biçimde yapıldığıdır. İran, Türkiye, Çin veya Japonya toplumlarını betimlemede bu sayısız nitelendirmelerden hangisi veya hangilerinin seçilip ön plana çıkarıldığı kişinin salt “bilgibilimsel” kaygılarıyla değil, siyasal gündemiyle belirlenir. Başka bir deyişle, bu etmenlerden hangisi veya hangilerinin ön plana çıkarıldığı kişilerin veya siyasal hareketlerin nasıl bir toplum inşa etmek istedikleri ile ilgilidir. Siyasi değil, salt bilgibilimsel ve bu yüzden de “nesnel” bir tartışma yürüttüğünü düşünen kişi kendi arzusunu gerçeğin yerine oturtarak ve bu etmenleri doğallaştırarak gerçeği çarpıtmaktadır. İran’da sürmekte olan devrim, ister dini ister nasyonal veya etnik olsun, kutsal sayılan tüm hurafelerin geniş kitlelerin özgürlük, eşitlik, gönenç ve insan onuru talepleriyle ne denli ilgisiz olduğunu gösterdi ve bunları buharlaştırıp berhava etti. Bu anlamda talepleri göz önünde tutulduğunda, devrimin sözünü ettiğiniz sınıf-kimlik tartışmasının mücadeleyi gayri-siyasi ele alışıyla ne denli apolitik bir tartışma olduğunu da pratikte gösterdi.
2018’de “Kapitalist Molla, Paramızı Geri Ver” şimdi ise Jin Jiyan Azadi sloganı isyanın mottosu oldu. Başka ülkelerde de –mesela Türkiye ya da Güney Amerika’da- kadın hareketi toplumsal hareketin dinamosu, yeni moda kavramı kullanırsak kesişimselliğini sağlayan güç gibi görünüyor. Sınıf ile “kadın sınıfı” arasında böyle bir kesişimsellik var mı ya da inşa edilebilir mi? Bu nasıl yapılabilir?
Bu soruyu kısmen bir önceki soruda yanıtladım. Bence nasıl ki devam eden devrim ile önceki ayaklanmalar arasında bir süreklilik varsa, belirttiğiniz sloganlar arasında da bir süreklilik söz konusudur. Bu sürekliliği nasıl kavramsallaştırdığımız ise “sınıf” kavramını nasıl anladığımızla bağlantılı.
Benim görüşüme göre Marx’ın kapitalist üretim ilişkilerini çözümlemesi ve eleştirisinde nasıl ki sermaye bir şey değil bir toplumsal ilişkiyse, sınıf da sosyolojik bir grup veya ekonomik bir kategori değil, bir toplumsal ilişkidir. Böyle bir söyleşi bu konuyu uzun uzadıya tartışma yeri değildir. Ama kısaca söylemek gerekirse sınıf kapitalist toplumun özünü oluşturan eşitsizliğin ve bu eşitsizliği sürekli yeniden-üreten toplumsal ilişkidir. Başka bir deyişle sınıfsal eşitsizlik kapitalist toplumdaki bütün eşitsizliklerin özüdür. Bu, cinsiyet veya etnik/ırksal eşitsizliklerin “ikincil”, dolayısıyla da çözümü gelmez ayın son çarşambasına ötelenebilecek sorunlar olduğu anlamına gelmez. Tersine, bunlar sınıf ilişkisinin ve kapitalist eşitsizliklerinin gerçekleşme biçimleridir, dolayısıyla da bu eşitsizliklerle mücadeleye katılmak doğrudan sınıf mücadelesine katılmak anlamına gelir. Kapitalist toplumda cinsiyet ayrımcılığı veya etnik ayrımcılık, kapitalist öncesi toplumsal biçimlenimlerden miras alınmış olsalar dahi, kapitalist ayrımcılıktır nasıl ki para, tarihsel olarak sermayeyi öncelemesine karşın kapitalist üretim ilişkileri altında sermayenin bir biçimi olarak gerçek özüne kavuşabiliyorsa öyle. Kapitalist toplumlarda insanlar farklı kimliklere veya cinsiyetlere ait oldukları için ayrımcılığa uğramazlar, tersine ayrımcılığa uğrayarak ve bizzat bu ayrımcılığı ve eşitsizliği gerekçelendirmek için farklı kimliklerle tanımlanırlar. Örneğin benzer iş için kadınların düşük ücret alması kadın olmalarının sonucu değil, “kadın” olarak tanınmalarının nedenidir. Benzer biçimde işçilerin bir kısmının asgarinin altında ücret almalarının (hatta yer yer bu düşük ücretlerinin iç edilmesinin) nedeni göçmen olmaları değil, bizzat bu düşük ücrete tabi kılınabilmeleri için “göçmen” olarak tanımlanıp (recognized) belirlenmelerinin sonucudur.
Bence kesişimsellik iki anlamda mevcut toplumsal ilişkilerinin çerçevesinde kalır: Kimlikleri kendinde gerçeklikler olarak tanımlayarak siyasi ufku kimlik siyaseti ile sınırlı kalır ve sadece tanınmayı (recognition) talep eder; aynı zamanda kimlikleri tarihsizleştirdiği için geleneksel sol asal-ikincil çelişkiler hiyerarşisini yatay biçimde yeniden üretir. Buna karşı, benim söylediğim biçimde bakıldığında kadınların özgürlük mücadelesi, tıpkı günümüzde İran’da olduğu gibi, kapitalist ilişkilerin ve eşitsizliklerin “en zayıf” halkasını, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin cephe önünü oluşturur. Bence İran’da sürmekte olan “Kadın, Yaşam, Özgürlük” devrimi kesişimsellik tartışmaların da pratik bir eleştirisidir. Kadının özgürlüğü toplumun özgürlüğü, insanın kendi kaderini yeniden kendi eline alması anlamında yaşamı yeniden kazanmasıdır. Bu özgürlük kapitalist toplumsal ilişkilere ve her şeyden önce bu ilişkilerin siyasal-yasal var olma biçimi olan siyasi erke, devlete ve siyasi rejimine karşı siyasal mücadele sürdürmeksizin gerçekleştirilemez. İşte bu yüzden başını kadınların ve gençlerin çektiği bu hareket bu denli kitleselleşebildi ve göstericilerin bir sloganında ifade ettiği gibi “İsyan Değil, Devrim” hareketine dönüşebildi.
Asef Bayat’ın İslam coğrafyasındaki hareketler için “kolektif aktörü olmayan kolektif eylem” tanımlaması var. Bu aslında neredeyse neoliberalizme karşı 40’ı aşkın ülkede tanık olduğumuz bütün halk isyanlarının hatta kadın hareketi gibi hareketlerin de karakteristik özelliği gibi. Bu isyanlar 20. Yüzyıldaki hareketler gibi ne yeni partiler ne de sovyet gibi yeni toplumsal yapılar geliştirebildi. İran’da Humeyni’nin iktidara gelmesiyle komünist ve sol partiler tasfiye oldu. Peki bu isyanların akıl ve deneyim olarak nereden besleniyor? Neden “kolektif özne” sorununu çözemiyor ya da nasıl çözmeyi çalışıyor?
Bu çok-katmanlı bir soru. Ama yanıtının bazı nüveleri yukarıdaki yanıtlarda mevcuttur. Öncelikle İslamcılar eliyle “solun tasfiyesi” sorununa değinmem gerekir. Haziran 1981 katliamıyla 1979 Devrimi’nin yenilgisinin sürecinin başladığı, sonrasında ise o dönemki radikal sol örgütlerin ciddi baskılara maruz kalıp tasfiye edildiği de doğrudur. Ancak “sol” örgütlerden ibaret değildir. Yukarıda da söyledim: 1979 Devrimi İran kapitalizminin bunalımı ve çelişkilerine bir yanıt olarak ortaya çıktı. Bu devrimin yenilgisi bu çelişkileri ortadan kaldırmadığı gibi derinleştirdi ve keskinleştirdi. Sınıf çelişkisinin olduğu yerde sol ve Marx mutlaka olur. Bu anlamda, Mansur Hikmet’in dediği gibi, sol düşünce veya Marksizm işçi sınıfa dışsal değil, işçi sınıfının “kendiliğinden bilincidir”. Kapitalist toplum asla solundan vaz geçmez, solunu her zaman ve sürekli olarak üretir. Yine Hikmet’in belirttiği gibi, solundan vaz geçmek toplumlar için intihar olur. Bu anlamda İran’da radikal sol ve Marksist siyaset varlığını hep sürdürdü.
Dahası, sol sadece örgütlerin İslamcılar tarafından bastırılması anlamında tasfiye olmadı. Bizzat 1979 Devrimi o dönemki “radikal solun” sonu oldu: O dönem radikal sol kendini anti-Amerikancılıkla, kendi kültürünü korumacılıkla, ekonomik bağımsızlık ve kendine yeterlilikle, “kitlelerin inançlarına saygı” duymakla tanımlıyordu. Esas meselesi ne işçilerin hakları ne de kadınların özgürlüğüydü. Şah’a ve monarşiye karşı gelmeleri bile Şah’ın “emperyalizmin tasmalı köpeği” olması nedeniyleydi. Mussadık ve birçok başka ulusalcı çehre bu solun kahramanları arasında yer alıyordu. Bu aynı sol 8 Mart 1979’da kadınlar Humeyni’nin zorunlu türban girişimine karşı on binler şeklinde sokağa çıktığında bunları kentin varsıl kesimlerinin “burjuva” kadınları olarak kendince küçümsedi, mücadelelerinin devrimi hedefinden saptırdığını ve emperyalizmin hizmetinde olduğunu ilan etti. Bu solun büyük bir kesimi zaten İslamcılar ve Humeyni’nin yanında yer almıştı (Tudeh Partisi, Halkın Fedaileri-Çoğunluk, İşçi Yolu, Maocu Rençberan Partisi, Enver hocacı Tufan-Emek Partisi vs.) ve bu örgütlerden geriye kalan ne varsa günümüzde de yeri geldiğinde rejimi destekliyor. Bu solun Humeyni’yi desteklemesi “yanlış bilinç”, taktik hata veya teoriyi bilmemesinden değil, siyasal ufkundan dolayıydı. İslamcılar ve Humeyni bu solun siyasal taleplerinin aynısını istiyor, bu talepleri temsil ediyordu. Bu solun Peykar gibi en radikal kesimleri bile İran-Irak savaşının başlamasıyla, üstelik “savaş siyasetin devamıdır” tezine sığınarak ve devrimi savunmak için vatan savunmasına katıldı ve fiilen İslam Cumhuriyeti’nin yanında yer aldı.
Ancak tüm kayıplara karşın işçi sınıfı komünizmi varlığını sürdürdü, mücadeleye devam etti, İran’daki siyasal atmosferin değişmesine ve açılmasına büyük katkıda bulundu. Günümüzde İran’da insanların bu denli radikal talepleri olması, kayıtsız koşulsuz özgürlük istemesi ve daha azına razı gelmemesi, sadece dinin siyaset ve eğitimden ayrılmasını değil, bütün toplumun dinden arındırılmasını istemesi bu 43 yıllık sürekli mücadelenin sonucudur. Toplumlar ne tımarhanedir ne de insanlara ansızın vahiy inip aydınlandıkları bir manastır. Bu mücadele olmaksızın ne işçiler tıpkı Heft Tepe grevindeki gibi “İş, Konut, Özgürlük, Konsey Yönetimi” sloganını yükseltirdi ne öğretmenler ve emekliler “Gönenç, İnsan Onuru Vazgeçilmez Hakkımızdır” diye haykırırdı, ne 1 Mayıs bildirgelerinde işçiler İran’da yaşayan milyonlarca göçmen işçi için eşit yurttaşlık hakları talep ederdi ne de tüm bunların üzerinde yükselen ve bütün ulusalcı, mukaddesatçı, şoven, etnisist, ayrımcı siyasi ufukların pratikteki eleştirisi olan “Kadın, Yaşam, Özgürlük” devrimin ufkunu belirlerdi.
Değinilmesi gereken önemli noktalardan biri de Asef Bayat’ın da bence sorusunun temelini oluşturan devrim önderliği sorunudur. Bence bu bakış devrim önderliğine veya kolektif olsun olmasın “öznelliğe” fetiş gibi bakıyor. Devrimin önderliği veya öznelliği kitleleri asker gibi sağa sola döndüren ve onlara komut veren ordu komutanlığı değildir. Önderler, özneler bizzat hareketin içinden çıkarlar, orada belirleyici olurlar. Bunu yaratılan ve oluşturulan sloganlarda görebiliriz. Bizim bazı solcularımız sol örgütlerinin görevini “doğru” sloganlar üretip bunu kitlelere fırlatmak olarak tarif ediyor. Herhalde böylece kitleler bilinçlenecek ve sosyalist devrimi başlatacak. Bu bakışı “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganının “kökeni” konusundaki tartışmalarda da görmek olanaklıdır. Oysa temel sorun devrimci hareketin ufkunu belirleyecek siyasi programın var olmasıdır. Arap devrimlerinde böyle bir ufkun olmayışı, bu ufka göre siyaset üreten, kitleleri yönlendiren ve onları devrimin tüm taleplerinin gerçekleşmesine kadar sokakta tutabilen siyasi program yokluğu söz konusuydu. Bu yüzden de devrimler, örneğin Mısır’da olduğu gibi, belirli duraklarda durdurulabildi ve bastırıldı. Bence sürmekte olan İran devrimini bu hareketlerden farklı kılan tam da böyle bir ufkun ve siyasi programın var olmasıdır. İşte tam da bu yüzden Fars şoven, monarşist veya etnik nasyonalist güçlerin bütün çabalarına ve rejimin devrimi, onun kitleler nezdindeki meşruiyetini ortadan kaldırmak için, düşman ile işbirliği içindeki “ayrılıkçı”, “bölücü” ve “monarşist” hareketlerin tezgâhı olduğunu gösterme girişimlerine rağmen devrim bu hareketleri izole edip marjinalleştirebildi.
Arap Baharı, diğer “renkli devrimler” gibi liberalizmin egemenliğinin pekiştirilmesiyle sonlandı. Bu dalgadan bir tek Rojava kendini bağımsızlaştırdı ve orada yeni bir toplum inşa edilmesi için mücadele ediliyor. Jin Jiyan Azadi sloganı da Rojava’da yükseldi. Şimdi İran’ın sokaklarında ve dünyanın başka yerlerinde… Şimdi Arap Baharı’nı da aşan bölgesel, devrimsel baharlar mümkün mü? Böyle bir umut ne kadar gerçekçi sizce?
Bence İran’daki devrimin başarısı bütün bölgenin ve dünyanın siyasal çehresini değiştirecektir. Bu değişikliğin bazı nüvelerini şimdiden görmek olanaklıdır. Uluslararası alanda birçok sanatçı, müzisyen, akademisyen ve düşünürün İran’daki kadınları ve devrimci kitleleri çeşitli biçimlerde desteklediğine tanıklık ediyoruz. Düne kadar rejim ile “eleştirel diyalog” adı altında flört eden, hatta önceki İsveç hükümeti örneğinde olduğu gibi “feminist kabine” bakanlarının başını örtüp İslam Cumhuriyeti yetkilileriyle iş pişirmek için görüşmeye yollayarak İranlı kadınların ve gençlerin mücadelesini hiçe sayan Batı devletleri rejime karşı tavır takınmak durumunda kalmış bulunuyor. Sürmekte olan devrim bir kez daha evrensel değerler ve talepler üzerine insani bir toplum inşa edilebileceğini, eşitlik, özgürlük, gönenç ve insan onurunun gerçekleşebileceğini gösteriyor.
Devrimin başarıya ulaşmasının dolaysız bölgesel etkileri de olacaktır. İslam Cumhuriyeti siyasal İslam’ın devlet biçiminde örgütlü olduğu tek ülke ve bundan dolayı bu hareketin bel kemiğidir. Rejimin “Kadın, Yaşam, Özgürlük” devrimiyle yıkılması siyasal İslam’ın ve İslamcı terörizmin belini kıracak, bu gerici hareketin defterini dürecek ve tarih çöplüğüne atılmasının önünü açacaktır. Bu devrimin başarısı aynı zamanda bölgemizde ve tüm dünyadaki kadın özgürlük hareketini de güçlendirecektir. Bence Türkiye’nin farklı kentlerinde, Uşak gibi “muhafazakâr” olarak nitelendirilen bir kentte bile Türkiyeli kadınların kendi inisiyatifleriyle İran’daki devrimci mücadeleyi destek eylemleri gerçekleştirmeleri devrimin bu yönünün ayırdında olduklarının da göstergesidir.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER