Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilleri seçimine bir aydan biraz fazla zaman kaldı. Bununla beraber hala birçok konuda belirsizlikler sürüyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde dört adayın olması seçimlerin ikinci tura kalma ihtimalini kuvvetlendirirken muhalefet parlamentoda sandalyelerin çoğunu almanın yolunu arıyor.
14 Mayıs seçimleri üzerine yazı dizimizde seçimlerin daha uzun vadeli sonuçları üzerine durmaya, sol sosyalistlerin buna dair görüşlerini sunmaya çalıştık. Dizimizin bu bölümünde Devrimci Proletarya sitesi yazarı Fuat Yücel Filizler sorularımızı yanıtladı. Filizler, burjuva-gerici ittifaklardan biri ya da öteki seçimleri sadece küçük bir farkla kazanırsa, belli toplumsal çalkantı ve çatırtılar yaşanabileceğine işaret ederek, bu sürecin sosyalist ve devrimci dinamiklere belli olanaklar sunabileceğine dikkat çekiyor. Fakat bunun için “Millet İttifakı’na veya parlamentarizme yedeklenerek değil, işçi sınıfının bağımsız devrimci stratejisi ve taktikleri koşuluyla” bu olanaklardan yararlanılabileceğini savunuyor.
Türkiye’nin kimine göre “100 yılın krizi” kimine göre “neoliberalizmin krizi” ya da birikim modeli krizi veya hepsi bir arada bir kriz yaşadığı hem egemenler cephesinden hem de sol-sosyalist güçler tarafından ifade ediliyor. Buna dayanarak da 14 Mayıs seçimleri ya krizin derinleşmesi ya da çözümün kapısını açacak eşik olarak kritik hal alıyor. Siz Türkiye’nin krizini nasıl tanımlıyorsunuz?
Üretici güçlerin geldiği toplumsallaşma düzeyi ile kapitalist üretim ilişkilerinin bağdaşmazlığı; kar oranlarının düşme eğilimi; aşırı sermaye birikimi… Her 3 kavram da dünya kapitalizminin, 2008 krizinden itibaren kronikleşen tarihsel krizinin eşanlamlı ifadeleri. Bu temelden aşırı üretim krizleri, ve en son ABD’de SVB, Avrupa’da Credit Suisse’in batması, Deutch Bank’ın sarsılması ile kendini gösteren değerlenme ve finans krizleri. Dünya çapında yüksek enflasyon ise, kar oranlarının düşmesinin zorunlu kıldığı sermaye değersizleşmesinin engellenmesinin, kapitalist ekonominin işleyişindeki bir iç tepisi olarak ortaya çıkıyor. Marx’ın Katkı’nın Önsöz’ündeki ünlü tarihsel maddecilik formülünde belirtmiş olduğu gibi üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisinin derinleşmesi, üstyapı kurumlarında da bir “sarsıntılar çağı”na yol açıyor; dünya çapında kronik hükümet, yönetememe, rejim ve hatta devlet krizi yaşayan kapitalist ülkelerin sayısı artıyor. Bunlara başlıbaşına varoluşsal bir krize dönüşen ekolojik krizi de eklemeliyiz.
“Neoliberalizm” denilen, kar oranlarının düşmesine karşı, başta her türlü emek fonu ve toplumsal-ekolojik harcamadan arındırılacak biçimde sermaye maliyetlerinin minimize edilmesi ve artı-değer sömürüsü kapasitesinin maksimize edilmesi olmak üzere, karşıt etkenlerin son sınırına kadar seferber edilmesi. Bunun 30-40 yıllık birikimli etkisi de, tüm toplumsal ve siyasal kurumları, safkan kapitalist kar, yağma ve baskı işlevi dışında giderek harabeye çeviriyor: Parlamentolar, hukuk, eğitim, sağlık, aile dahil. Artan ölçüde fiililiğe ve güce dayalı birikim ve yönetim eğilimi, batıdaki burjuva biçimsel demokrasiyi de despotikleştiriyor, faşizm ile arasındaki sınır çizgisini inceltip geçirgenleştiriyor. En son örneğini Fransa’daki mezarda emeklilik çerçevesindeki sınıf savaşlarında gördüğümüz gibi, başta sınıfsal olmak üzere her düzeydeki toplumsal ve ekolojik çelişkiler derinleşirken, burjuva demokrasisinin iç yüzü olarak mali oligarşik sermaye diktatörlüğü daha fazla belirginleşiyor.
Emperyalist kapitalist ülkelerde krizin nedeni aşırı birikim iken, uluslararasılaşmış kapitalist ekonomi koşullarında, Türkiye gibi kapitalist ülkelerde krizin nedeni yapısallaşmış sermaye yetersizliğidir. Başka deyişle doğrudan dış yatırımlar ve finansal sermaye girişleri arttığı ölçüde, kuru şişirir, yatırım malı ve ara girdi ithalatını görece ucuzlatır, AKP’nin ilk 10 yılında olduğu gibi, büyüyen cari açıklar pahasına, bir tür “dahilde işleme rejimi” ile ihracat ve karlılık artılır. Uluslararası kredi dalgaları daraldığı ve pahalılandığı süreçte ise Türkiye kapitalizmi krize girer. Ki bu aynı zamanda ve asıl olarak, Türkiye kapitalizminin orta ve düşük teknolojili, tamamen standartlaşmış ve kar marjları giderek düşen, otomobil, beyaz eşya, tekstil vb gibi ihraç ürünlerine dayanmasından kaynaklanır. Türkiye’de 2013’ten itibaren – ki o günden bu güne 3-4 finans krizi yaşandı- durum bu olunca, geriye 3 seçenek kalır: Birincisi, tarım, madencilik ve diğer ekstraktivizm biçimleri gibi toprak rantına dayalı meta ihracatı ve tabii gayrı-menkul piyasası ve inşaat/altyapı sektörüdür. Buna uluslararası enerji ve tedarik (uyuşturucu dahil) ikmal hatlarının geçiş yollarından alınan rant payı da eklenebilir. İkincisi, emekgücü fiyatları ve sermaye maliyetlerini uluslararası piyasa değerinin de çok altına çekerek uluslararası rekabette damping avantajı ile varolmaya çalışmaktır. Üçüncüsü ise, sermaye mallarına, ara girdilere, yeni teknolojilere yatırım yaparak ve yüksek teşvik uygulayarak, emek üretkenliğini ve göreli artı-değeri yükselterek uluslararası rekabette fiyat avantajı sağlamaktır.
Bunların ilk ikisi ancak dönemsel günü kurtarma politikaları olabilir, uzun erimde sürdürülebilirliği yoktur. AKP, hammadde/rant gelirlerinin yükseldiği krizin ilk evrelerinde, Körfez petro-dolar şeyhliklerinin rant gelirlerinin bir kısmını da çekerek, ve tabii “net hata noksan” denilen kara para ırmaklarıyla, gayrımenkul piyasalarını ve lüks/dekadans turizmini köpürterek, önce ilkini uyguladı. Hatta bunu Ortadoğu ve Afrika petrol ve diğer rant gelirlerinden askeri yayılmacılıkla pay alma maceralarına kadar vardırdı. Ancak krizin ilerleyen evrelerinde uluslararası üretimin durgunlaşmasıyla rant gelirleri düştü, “bölge gücü” olma fantazileri de Suriye’den asker ve cihatçı çetelerini çekmek için Putin ve Esad ile pazarlığa oturma zorunluluğuna dönüştü. AKP, Pandemi sürecinden itibaren ise, yüksek enflasyon dalgasına karşın faizleri düşürerek, emekgücünü ve uluslararası planda satılabilecek her şeyi had safhada değersizleştirerek, ikinci seçeneğe doğru geçiş yaptı. Borçlarını bile ödeyemez hale gelmiş, üretkenliği çok düşük, emek yoğun, mutlak artı-değere ve ilkel birikim biçimlerine dayalı sermaye kesimlerini de bu şekilde ayakta tutmaya çalışıyor. Bu politika ulusal gelir içinde aşırı ucuz ve yoksullaştırılmış emekgücüne dayalı katma değer oranını 4-5 puan artırdıysa da, ABD ve AB’nin faizleri yükseltmeye devam etmesi, yeni teknolojilerin ve dijital ve (sözde) “yeşil” dönüşümün rekabette öne çıkması nedeniyle, ve asıl olarak da toplumsal tepki birikimi nedeniyle sürdürülebilir görünmüyor. Türkiye kapitalizminin GSMH’si ve ihraç metaları içinde yüksek ve orta-yüksek teknolojili ürünlerin oranının kendi ligindeki ülkeler arasında bile açık arayla en gerilerde olması, bu sürdürülemezlik hakkında yeterli fikri verecektir.
Üçüncü seçenek ise 6’lı masayı da belirliyor görünen TÜSİAD programında verilidir. TÜSİAD’ın mevcut devlet iktidarı içinde de belli bir forsu yok değil ve ilk iki seçenekten de büyük paylar almıyor değil, ama diğer sermaye kesimlerinden farklı olarak onyılların yönetme tecrübesiyle, uluslararası sermaye birikim sisteminin değişen kuralları ve işbölümü içinde yer tutabilmek için, sermaye birikim düzlemini bir bütün olarak yükseltmeyi hedefleyen, “stratejik”, daha doğrusu bunun mecburi olduğunu gören, bir hatta sahip olması. Çünkü yeni teknolojili metalarda tedarikçi olmak ve AB’nin önümüzdeki yıllarda başlayacak “yeşil mutabakat” ve “sınırda karbon” standartlarına uyum sağlayarak, uluslararası artı-değer zincirlerinde payını korumak ve yükseltmek bu zorunluluğu gösteriyor. Böyle bir programın uygulanabilmesinin daha başlangıç eşiği olarak bile iki koşulu var: Birincisi, Türkiye kapitalizminin başta batılı emperyalist kapitalist güçler için olmak üzere yeniden bir doğrudan ve finansal yatırım cazibe merkezi kılınması (ki buna ABD ve bazı AB ülkelerinin Çin’deki yatırımlarını geri çekmeye veya ittifak ülkelerine kaydırmaya başlamasından daha fazla pay almaya çalışmak dahil), bunun için nitelikli emekgücü dahil eğitim sistemi ve kurumsal, siyasal öngörülebilirliği sağlayacak düzenlemeler. İkincisi MB’nin özerkliği adı altında mali sermaye kontrolüne geçmesi, faiz artırımları ile, üretkenliği düşük, ilkel birikimci sermaye kesimlerinin tasfiyesi ile daha büyük bir sermaye merkezileşmesi ve yoğunlaşması. Türkiye kapitalizminin bu seçimlerle veya daha sonra, daha büyük kriz çöküntüleriyle önünde sonunda bu yönelime gireceği söylenebilir, ama seçimleri 6’lı masa kazanacak olsa bile, bu programın sermaye kesimleri arasında güç çatışmaları olmadan uygulanamayacağı açık. Zaten Türkiye 10 yılda bir birikim rejimi ve siyasal rejimin berhava olduğu, yenisinin daha tam oturmadan kadük hale geldiği bir ülke olduğundan, bu yeni yine dönüşüm zorunluluğunun, seçimlerden sonra da her durumda, siyasal, ekonomik, toplumsal sarsıntılarla kendini göstermeye devam edeceğini öngörmek zor değil.
TÜSİAD böyle bir çatışmayı (aslında bunun kaçınılmaz kılacağı toplumsal hareketlenme ve çatışmaları) göze alamadığı için, geçen yıla kadar, AKP’siz ve sınırlandırılmış bir Erdoğan’a, MB özerkliği veya faiz artırma dahil olağanüstü yetkilerle donatılmış bir Maliye Bakanı gibi güvencelerle birlikte, razı görünüyordu. Halen de Erdoğan’ın kazanma ihtimaline karşı bir yandan el altından (Mehmet Şimşek vb üzerinden) bu pazarlıklar sürdüğü görülüyor. Bununla birlikte ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşı, Rusya ile Suud’un petrol fiyatlarını belirlemede birlikte hareket etmesi, Çin’in Ortadoğu’ya daha fazla müdahil olması ve Suud’u da Şanghay İşbirliği Örgütüne katılmasını sağlaması gibi kaygı duyduğu gelişmeler üzerinden Türkiye’yi daha sağlam bir kazığa bağlamak için, TÜSİAD’ın da aynı zamanda pandemi ve deprem sonrasındaki toplumsal nisbi hava değişimini gözeterek, Erdoğan’ın gitmesini hızlandırmak istedikleri söylenebilir.
Ancak bizim için önemli olan krizin birikimli yükünü ve etkisini kapitalist güçlerden hangisinin hangisini üstüne yıkacağı değil, kaçınılmaz olarak çok daha fazlasını işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin üstüne yıkmalarına karşı nasıl direnileceğidir. Mİ kazandığı durumda da burjuva demokrasisine geçilmiş olmayacak, en fazla AKP’nin ilk dönemlerindeki gibi geri ve güdük bir burjuva “neoliberal” demokrasi vitrini kurulacak ve sosyal neoliberal kırıntılar dağıtılacak, kitlelerin büyüyen infial ve hoşnutsuzluğunu soğutmak ve kapitalist güçler mücadelesine yedeklemek için; hegemonya tesis edilip pekiştirildikten sonra, “güçlendirilmiş parlamento”nun bile maval olduğu görünecek, mali oligarşik sermaye diktatörlüğü dişlerini gösterecek. Sınıflar arası güç dengesinde radikal bir değişime dayanmayan hiçbir hükümet/yönetim hatta rejim değişimi, hele ki kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında, işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin durumunu iyileştirmez. Böyle bir beklenti, tam tersine, birbiriyle ihtilafı hangisinin kitleleri daha iyi sömüreceği ve saldırı ve kontrol altında tutacağı olan kapitalist kesimlere, enkaza dönmüş sistem ve kurumlarını yeniden düzenlemek, işçi sınıfına daha ağır saldırılar için güç toplamak, iktidarını daha geniş bir rıza tabanına dayandırarak pekiştirmek olanağı verir.
Türkiye’de depremde 100 bin kişi öldü, milyonlarcası sersefil yaşamda kalabilmek için çırpınıyor. İran’da lise öğrencisi genç kızlara zehirli gaz sıkılarak 5 bini hastanelik ediliyor. ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde son 20 yılda işçilerin ömrü 3-4 yıl düştü, nüfuslarının yüzde 10 ile 20’lik bir kesimi gıda karnesi ile geçinebiliyor. Kapitalizmin tarihsel krizi diyorsak, bu, uzun erimde, kara buhrana, ekolojik yıkımın canlı yaşamın önemli bir bölümünü yok edebileceği bir noktaya, 3. dünya savaşına kadar gidebilecek bir süreç demektir. Bu girdaptan burjuva mali oligarşik seçimlerle çıkılabileceği beklentisi, (Avrupa’daki grevler dalgasında gördüğüm bir dövizin Türkçe çevirisiyle) Noel Babaya dilek mektubu yazmanın yetişkin versiyonu olmaktan öteye geçmez. Dünyanın bir çok ülkesinde görüldüğü gibi, bu dibe doğru girdaptan, giderek sertleşen ve uzlaşmazlaşan sınıf savaşımlarını, ufku kapitalizmi aşan, yepyeni, doğrudan toplumsallaşmış ve özgür bir yaşam tutkusuna doğru bilinçlendirmek, örgütlemek ve sonuna kadar götürmekten başka bir çıkış yoktur.
Türkiye’nin yaşadığı krizden çıkması için egemen güçler arasında farklı değişim programları (“restorasyon”) tartışması sürüyor. Bu burjuva değişimin sağcı bir temelde gerçekleşemeyeceği, sola açık olması gerektiği görüşü ya da beklentisi var. Sizce Mİ’nın öngördüğü burjuva değişim programının ekonomik ve siyasi programı “sola açık” bir demokrasi öngörüyor mü?
“Sağcı restarasyon” kavramı da, bunun “sola açık bir demokratik ve sosyal reform” olanağı içerdiği beklentisi de doğru görünmüyor. Kapitalist sistem, tarihsel krizi koşullarında her türlü gerçek demokratik ve sosyal reforma kapalıdır. Bunu Yunanistan’da Syriza, ve en son Şili’de Geniş Cephe/Boric vakalarında gördük. Fransa’da ise 2,5 aydır süren ve 3,5 milyon kişinin katıldığı genel grev ve gösteriler dalgasına karşın KHK ile geçirilen mezarda emeklilik yasası bile geri çekilmiş değil. Ki her üçü de sınıf savaşımlarının Türkiye’ye göre belirgin olarak daha ileri olduğu ülkelerdir. Sistem burjuva anlamda bir “sol”a, yani sosyal demokrasiye bile uzun süredir kapalı. Ancak Şili’de olduğu gibi daha ciddi biçimde sıkıştığında, toplumsal hareketlerden devşirme bir tür “sosyal liberalizme/liberal halkçılığa” kapıyı aralıyor; o da hükümete geldiklerinde o sosyallik, halkçılık, demokratiklik kalıntılarının da budanması koşuluyla ve tabii kendi başına yaratamaz hale geldiği bir toplumsal taban devşirmek ve kitleleri yeniden sisteme/düzene soğurmak için. Sistem her türlü gerçek demokratik ve sosyal reforma kapalı, çünkü büyüyen isyan, grev ve direniş dalgalarıyla bunaldığı zaman bile, gelişkin bir komünist devrimci bilinç, örgüt ve savaşım perspektifi yokluğunda, halen kendisini devrimci bir tehdit altında hissetmiyor. Şili ve Fransa gibi ülkelerde kitlelere doğru yaygınlaşan anti-kapitalist bilinç ise, kendi başına, devrimci, sosyalist bir bilinç ve örgütlülük anlamına gelmiyor. Türkiye solunda ise Gezi sürecinde ve öncesinde az çok varolan anti-neoliberal bilinç bile sonrasında uzun süre kayboldu, ancak pandemi ve depremle birlikte yeniden hatırlanır hale geldi. Bir Yunanistan veya Şili gibi toplumsal hareketlerin içinden çıkmış ve (sosyal demokrat jargonla) “emekten/halktan yana” görünümlü birileri tarafından hayal kırıklığına uğratılmak için bile daha almamız gereken epey yol var. Türkiye solu daha CHP veya TİP’ten böyle bir hayal üretebilme hayaliyle kendini kandırmakla meşgul. Sistem her türlü demokratik ve sosyal reforma kapalı, çünkü dünya işçi sınıfının ve ezilen cins, ırk, ulusların 10 yıllardır bastırılan talepleri, ihtiyaçları ve özlemleri öylesine birikmiş bir basınç oluşturuyorki sistemde açılacak en ufak gediğin daha fazlasını istemeye yol olmasından korkuyor, kitleleri bitmez tükenmez beklenti mühendislikleri ve hayal kırıklıklarıyla terbiye etmeye çalışıyor.
“Restorayon” kavramı AKP öncesine veya AKP’nin ilk 10 yıllık dönemine bir geri dönüş anlamında değil, “kurumların toparlanması” (Kılıçdaroğlu), “kurumsal ve kurallı birikim” (TÜSİAD) anlamında kullanılıyor.
ABD’de Trump’a karşı güç bela yönetime gelen Biden bile bir Clinton ya da Obama dönemine geri dönüş değil. Bir yandan aksayan ve kırılganlaşmaya başlayan “neoliberal küreselleşmeyi” sürdürebilir kılmaya çalışırken, diğer yandan (Çin’in artan rekabet gücü ve inisiyatifi karşısında) çip gibi stratejik güç ve rekabet alanlarında ve “yeşil dönüşüm” gibi yeni sermaye alanlarında bir tür “devlete dayalı yeniden sanayileşme” politikasına yöneliyor. ABD, Çin ve Rusya ile emperyalist kapitalist güçler mücadelesinde, Çin’deki teknolojik yatırımlarını kendi hakimiyet alanlarına çekmeye başlıyor. Daha temel bir nokta, artı-değerin asıl kaynağı olan üretim alanlarında, üretkenlik/göreli artı-değer artışının yerlerde sürünmesi, en büyük mali sermaye gruplarının bile tek tek boyunun yetmeyeceği dev çaplı ve stratejik yatırımları zorunlu kılıyor. Diğer yandan kapitalist ekonominin işleyiş mantığı. Çünkü kriz koşullarında mali sermaye, en hızlı, en kolay, en büyük getiriler dışında, geri dönüşü 10-20 yılı bulacak, çip üretimi, “yeşil sanayi dönüşümü”, nitelikli emek-gücü eğitimi gibi uzun erimli ve riskli alanlara, hem de asgari ölçeği on milyar dolarları, bazıları yüz milyar dolarları gerektiren yatırımları tabii ki yapmaya yanaşmıyor. Bu durumda, ABD, İngiltere, Fransa gibi en “neoliberal” devletlerin, talihin ve tarihin cilvesi olarak, “kolektif kapitalist”ler olarak, özel mali sermaye gruplarını üretkenliği ancak uzun erimde yükseltebilecek yeni teknoloji ve sanayilere yatırım yapmaya sevk etmek için, teknoloji, “yeşil dönüşüm”, eğitim gibi alanlara 10 milyar, 100 milyar dolarlık teşvikleri basması, hatta bu gibi uzun erimli devasa yatırımları bizzat devletlerin özel sermayeye yolu açmak için kendisinin yapması gerekiyor. ABD emperyalist kapitalist devletinin kolektif kapitalist bürokrasisi ve teknokrasisinin bile eskisi kadar safkan “neoliberal” olmadığı, hatta “neoliberal küreselleşme”nin ABD’nin irtifa kaybını hızlandırdığını düşünen bir “ruh”la dolmaya başladığı söylenebilir. Eh Çin’in de yaptığı zaten bu, ABD’nin “baş tehdit” olarak gördüğü Çin’den öğrendiği söylenebilir. “Minimal devlet” mavallarından “düzenleyici devlet”e geçiliverilmişti hani, şimdi de neoliberal muhafazakarlık ile bir tür yarı-himayeci ve sınai üretkenlikçi devlet sentezine geçiş başlıyor. Emperyalist kapitalist güçlerin her birinin, kendi dışındakilere ve dünyaya daha fazla neoliberalleşme dayattığı ve öğütlediği, ama kendilerine daha himayeci, devletçi, “güvenlikçi”, milliyetçi muhafazakar olduğu bir tuhaf dünya. Dahası, çip üretimi ve benzeri ileri teknolojilere ve “sınai dönüşüme” yapılan görülmemiş yatırımlar, karşılıklı güç yükseltimi ve yoğunlaşmasını tırmandırırken, daha bir kriz bitmeden yeni ve daha şiddetli bir krizin de koşullarını oluşturuyor.
Bu süreç, “neoliberalizm”in 30-40 yıllık toplum yıkıcılığı ve kurum aşındırıcılığı/hurdalaştırıcılığı ile de birleştirerek, zaten işçi sınıfı ve devrime olan inancını yitirmiş ve derinlemesine reformistleşmiş olan dünya solunun geniş bir kesiminde, bir yandan bir tür (eskisinden çok daha geri ve güdük) yeni-Kautskyci hayalleri; ulusalcı kamucu reformizmi, diğer yandan da yeni-Proudhoncu hayalleri, liberal halkçılığı da besliyor, yaygınlaştırıyor. Sermaye kesimleri arasındaki güç ilişkilerini ve daha vahşi sermaye birikim ve daha despotik yönetim biçimlerine geçiş süreçlerini düzenlemek ve realize etmekten başka bir işlevi kalmamış parlamentarist ve anayasacı hayallere daha fazla bel bağlanıyor. Oysa bu süreç ne restorasyon ne de “sola açık bir reform” sürecidir, sermaye birikim ve devlet yönetim süreçlerinde kriz, sarsıntı ve çatışmalarla ilerleyecek bir dönüşüm sürecinin başlangıcıdır.
TÜSİAD programı bunun daha orta boy ve bağımlı, bir versiyonudur. Kriz ve uluslararası birikim/rekabet gücü yükseltimi zorunluluğunun iç ve dış “kaynak” ihtiyacını son derece yakıcılaştırdığı koşullarda, bu sınırlı “kaynaklar”ın mutlak artı-değerci/emek yoğun sermaye kesimlerine gitmesinden rahatsızdır. Kapitalist devlet kurum ve kurallarının, yeni ve daha üst bir sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, uzun erimde göreli artı-değeri yeni bir düzleme doğru çıkartacak güç, “proje” ve “kaynak” yoğunlaştırması çerçevesinde yeniden düzenlenmesini istiyor, hepsi bu. Ama bu kapitalizmin tekelci, mali oligarşik evresinin yapısal özelliği olan ve tarihsel kriz koşullarında daha bir pekişen güce dayalı birikim ve yönetim biçimini ortadan kaldırmayacak. Yani ihale, rant, teşvik, özelleştirme, el koyma/ele geçirme, kaynak tahsisi vb tarzı birikim biçimleri ortadan kalkmayacak. Mali oligarşik sermaye kesimlerinin yine devlete dayalı ve daha dolaysız biçimde devletle kaynaşmış, devlet olarak kurumlaşmış ve kurallaşmış biçimleriyle devam edecek. Bireysel yetenekleriyle yükselme ve sınıf atlama hayalindeki küçük burjuvazinin içini titreten şu “liyakat” meselesine gelince, eğitimli, vasıflı, beyaz yakalı kafa emekçilerinin büyük bölümünün yıkıcı biçimde işçileştiği, bireysel karier yapma hayallerinin çöktüğü koşullarda, liyakat, sermaye büyüklüğü ve gücünden başka bir anlama gelmez.
TÜSİAD’ın veya Mİ’nin veya CHP’nin “modernist kalkınmacı” bir çizgiye oturacağı da düşünülmesin. TÜSİAD, AKP’nin Türkiye kapitalizmine en büyük hizmetinin son 20 yılda muazzam bir hız kazanan yıkıcı proleterleşme ve yoksullaşma dalgalarını (sınıf bilinç ve mücadelesinden olabildiğince uzak tutarak) kontrol etme olduğunu, Mİ’nin başlıca zaafının da bunu yapabilecek bir “kitle partisi” içermemesi olduğunun da gayet farkında. Bu yüzden milliyetçikten ve hatta muhafazakarlıktan büyük bir kopuş da gerçekleştirilmeyecek, Mİ ve asıl olarak CHP’de (bir dönemki AKP gibi) içinde tüm burjuva eğilimleri toplayan (faşist, dinci, muhafazakar, liberal, bir miktar sosyal demokrat vb) bir “koalisyon partisi”ne dönüştürülmüş durumda.
Tekrar vurgulayalım: Bu ne restorasyon ne reform, ne halk ne demokrasi, ne sol ne de sosyal olacaktır; geçiş ve hegemonya tesis sürecinde yapılacak bir dizi atraksiyon dışında, yukarıdaki analizimizin gösterdiği gibi, kapitalist devlet gücü ve projeciliğin giderek daha fazla ön plana çıktığı ve toplumu yeni kapitalist birikim ve yönetim politikalarına göre dizayn etmeye soyunduğu, bir süreç olabilecektir.
Kapitalizmin küresel durgunluğu ve Türkiye’nin küresel emek işbölümündeki rolü ışığında, ABD/AB ile Rusya/Çin arasındaki rekabet ile Türkiye’nin “restorasyon” olasılığı arasındaki ilişki ve çelişkileri nasıl yorumluyorsunuz?
Bu soruya kestirmeden bir yanıt için, TÜSİAD başkanı Kaslowki’nin Rusya-Ukrayna savaşı başlarında yaptığı açıklamayı okumak yeterlidir:
“Küresel düzenin kural ve değer esaslı bir idaresinin mi öne çıkacağı, yoksa sert güce dayalı bir belirsizlik ve kuralsızlık dönemine mi girildiği henüz açık değil. Yine de süreç otokrasilere karşı demokrasilerin, devlet kapitalizmine karşı piyasa ekonomilerinin dayanıklılığını göstereceği kenetlenmiş güçlü bir translantik ittifak gerçeğini öne çıkardı. Rusya’nın bu süreçten ağır bir ekonomik ve jeopolitik yıpranma ve statü kaybıyla çıkacağı ve yönetim modelinin çevre ülkeler için esin kaynağı olamayacağı da görüldü.” (https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10929-rusya-ukrayna-savasinin-tetikledigi-donusumler)
Bu ABD emperyalist kapitalizmi ve NATO’nun savaş dilidir. Aynı zamanda üçüncü dünya savaşına doğru olan tarihsel eğilim çerçevesinde Türkiye’nin en büyük burjuvazisinin net bir pozisyon alışıdır. Eğer illa bir “restorasyon” kavramı kullanacaksak, o da budur.
ABD-AB emperyalizminin irtifa kaybeden dünya egemenliğine “kural ve değer esaslı küresel düzen, piyasa ekonomisine dayalı demokrasi” kılıfı geçirilmekte, örtük olarak Rusya pazarının “piyasa ekonomisi” tarafından ele geçirilmesi dilenmekte, “otokrasi” kavramı üzerinden yine örtük olarak Ukrayna savaşında ikili oynayan Erdoğan’a gönderme yapılarak, ABD-NATO ekseninde hizaya girmesi istenmektedir.
Kuşkusuz Batı ve Doğu emperyalist kapitalist eksenleri arasında yer yer ikili oynayan AKP/Erdoğan aslen ABD-AB eksenine ne kadar bağımlıysa TÜSİAD da Rusya’ya olan enerji bağımlılığını, Çin’e olan teknolojik ara girdi bağımlılığını, Rusya ve Çin’deki ve kuşak ve yol projesindeki yatırımlarını gözetmek durumdadır. Ama Türkiye kapitalizminin dönemsel “eksen kaymaları”, “ikili oynama”ları ne olursa olsun dönüp dolaşıp geleceği Batı emperyalist kapitalist eksenidir.
Bu zaten açık ama kanımca daha dikkate değer olan Finlandiya’nın NATO üyeliğine, yani yeni bir emperyalist kapitalist savaş provokasyonuna HDP ve TİP’in karşı oy vermeye bile cesaret edememeleri, oylamaya katılmayarak kerhen onaylamış olmalarıdır. (Aynısını işçilerin aleyhine olan Organize Sanayi Bölgeleri hakkındaki bir kanun tasarısında yaptılar.) Seçim sürecinde bile ABD-AB-TÜSİAD eksenini ve NATO’yu, Türkiye burjuvazisini propagandif ve sembolik olarak bile karşısına alamayan, oyunu onların çizdiği “kurallara” göre oynayacağı konusunda bir nevi güvence vermeye çalışan bir “sol”, kenar süsü olmaktan öteye geçemez.
Emperyalizmi de faşizmi de AKP-Erdoğan’ı da üreten çürüyen kapitalizmdir. Dolayısıyla şu “Erdoğan/AKP bir gitsin de…” diye başlayan cümleler (dün de MGK faşizmi bir gitsin de… deniyordu!) , bu gibi zombi iktidar ve rejimlerini durmaksızın yeniden üreten sermaye felaketi ve diktatörlüğü yerinde durdukça, kısır döngüdür. Dünyada ve Türkiye’de din devlet ve karbon dahil sermayeleşmemiş hemen hiçbir şeyin kalmadığı koşullarda, artık yerinde saymaktan başka bir anlama gelmeyen şu eski aşamacılığı aşmak gerekir: Kapitalizme karşı kökten ve onu yıkmak için mücadele etmeden, bunun için varını yoğunu işçi sınıfını devrimci sosyalist bir güç olarak örgütlemeye hasretmeden, emperyalizme, faşizme, dinci gericiliğe, ataerkilliğe, ezen ulusculuğa karşı da mücadele edilemez.
Öyle ya da böyle burjuva değişim süreci ister siyasi ve ideolojik hegemonyanın tesisi olarak ister zor yoluyla birikim modelinin hayata geçirilmesi olarak gerçekleşsin, orta ve uzun vadede sol-sosyalist hareket açısından nasıl bir durum yaratır? Ve sol-sosyalist hareket bu durumda nasıl bir hazırlık yapmalı?
Öncelikle: Burjuva-gerici ittifaklardan biri ya da öteki seçimleri sadece küçük bir farkla kazanırsa, belli toplumsal çalkantı ve çatırtılar yaşanabilir. Buna hazır olmak gerekir. İkincisi, seçim sonuçları ne olursa olsun üstyapı sartıntıları devam edecektir, çünkü altyapının hem kendi kendisiyle hem de üstyapıyla uyuşmazlığı derinleşerek devam edecektir. Bu sarsıntılar ve geçiş geçemeyiş süreçleri elbette sosyalist ve devrimci dinamiklere belli olanaklar sunabilir. Ama Mİ’ye veya parlamentarizme yedeklenerek değil, işçi sınıfının bağımsız devrimci stratejisi ve taktikleri koşuluyla. Türkiye solunun en büyük zaafı bağımsız devrimci programatik ve stratejik bir ufkunun olmaması. Tutarlı bir devrimci program ve strateji olmayınca, var olanlar da her seçim sürecinde pragmatist hesaplarla bir yana bırakılınca devrimci taktik de kurulamıyor. Stratejik eksenden taktikler örüntüsüyle, süreçlerin somut bilgisi, deneyimi ve pratiğine dayalı devrimci analiziyle, bugünden geleceğe hazırlık yapılamıyor, bugünün çalışması gelecek dinamikleri üzerinden yapılıp ona bağlanamıyor.
Oysa toplumda, pandemi ve deprem deneyimlerinden, yıkım ve yoksullaşmadan, baskılar ve boğuntulardan, deprem dayanışma seferberliğinden, 2023 8 Mart’ından Newroz’undan, 2022 Ocak-Şubattaki fiili grev dalgasından bugün yeniden artmaya başlayan işçi grev ve direnişlerinden, Samandağ’daki moloza karşı direnişten, esmeye başlayan şimdilik hafif de olsa bir rüzgâr var. Bu toplumsal rüzgârı da burjuva seçimlerin kara deliği tarafından vantuz gibi emilip heba edilmesine, sonra da yukarıdaki yeni dengelerin dizaynına uyarlanıp paketlenmesine göz mü yumacağız? İşçilerden, emekçilerden, gençlerden, kadınlardan, Kürtlerden bu ruh hali değişimini, fabrikalarda, işyerlerinde, mahallelerde, sokaklarda, deprem bölgesinde; enkaz AKP’si seçimleri yine hile hurda ile kazanırsa demoralize olmadan, Bay Kemal ve saz arkadaşları kazanırsa hiçbir beklentiye girmeden, soluklu ve direşken bir örgütlenme ve mücadeleyle büyütülebilecek, enerji artışı olarak değerlendirebilecek, sermaye diktatörlüğü köklerine doğru yönlendirebilecek miyiz?
Krizle başladık, öyle bitirelim. Kriz, toplumsallaşan üretici güçlerin, özünde proletaryanın toplumsallaşan üretici güç ve yaratıcı yetilerinin sermaye cenderesine sığmaması ve onu sarsması demektir. Temelini derinleşen emek-sermaye çelişkisi gibi bir dinamitin oluşturduğu ve dinamitin fitilinin yeni, yine krizlerle, felaketlerle, yıkımlarla, açlıkla, eziyetle, kanla, cesetlerle ateşlendiği bir toplumsal sistemin istikrarlı olması beklenebilir mi? Yalnızca kapitalist güçler arasında değil, daha temelden sınıfsal-toplumsal sarsıntı ve çatışmalar kaçınılmazdır. İşçi sınıfı üç kuruş ücret sınırları içinde patates soğan fiyatı hesabı yapar gibi burjuva parlamentarizm sınırları içinde seçim aritmetiği hesapları yapanlara bel bağlayamaz; ağır ellerini toprağa basarak ayağa kalkacak. Gerçekçi olup imkansızı isteyelim; seçimleri burjuva hurda ittifaklarından hangisi kazanırsa kazansın onları bir grev dalgası ile karşılamayı hayal edelim! Karanlığın en dip noktasında sınıf mücadelesinin, dayanışmanın ışıklı tohumlarını gösterdik, bugün değilse yarın, neden olmasın? Bu mücadeleler içinde tohumlanmaya başlayan bir öncü işçi kuşağını yetiştirmemiz, işçi komitelerini, emekçi kadın komitelerini, depremzede konseylerini oluşturmamız, yılmak bilmez bir çabayla örgütlü mücadele mevzilerimizi geliştirmemiz gerekir. Yalnızca ücret ve çalışma koşulları için değil, işçiler için sermaye diktatörlüğüne karşı ve onun yıkılması ekseninden gerçek demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının mücadele organları, komite, konseyler demokrasisini de öğreneceğiz.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER