■ Politika’dan Yorum
1 Eylül, Almanya’nın Nazi ordularının 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek başlattığı insanlık tarihinin en büyük kıyımı 2.Dünya Savaşı’nın başlangıç günüdür. Çoğunluğu sivil olmak üzere toplam 70 – 85 milyon arası insan hayatını kaybettiği sanılmaktadır. Sadece Sovyetler Birliği 27 milyon Sovyet yurttaşını savaşta kaybetti. Faşist iktidarlar en az 6 milyon Yahudi’yi soykırıma uğrattı. Bu elbette savaşın insani boyutu. Savaş, başta hayvanlar olmak üzere tam bir eko-kırım olmuştur. Bu kırım, Nazi ordularının Moskava önlerinde yenilgiye uğratılması püskürtülmüş ve tüm dünyada faşist iktidarların yıkımı getiren süreç başlamıştır.
Sovyetler Birliği ile Varşova Anlaşması Örgütü ülkeleri, barış için mücadelenin unutulmaması, savaşın yaşattıklarını dünya halklarına hatırlatması ve bir daha o acıların yaşanmaması amacıyla 1946 yılında 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etti. Halklar 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak sahiplendi, tüm dünyada barış dernekleri, hareketleri oluştu.
Emperyalist kampın dünya barışına karşı hamlesinin ideolojik örneği Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1981 yılındaki 57’nci birleşiminde her eylülün üçüncü salı gününün “Uluslararası Barış Günü” olarak ilan edilmesine dair kararıdır. Bu tarih daha sonra 21 Eylül olarak sabitlenmişir. 21 Eylül, Birleşmiş Milletler’in kuruluş günüdür. Bu kararla, BM bir taşla iki barış kuşunu öldürmek istemiştir. Birincisi, 2. Dünya Savaşı’nın kim tarafından nasıl başlatıldığını unutturmak istemiştir. İkinci olarak da, Nazi ordularını kimin yendiğini, dünyaya barışı kimin getirdiğini unutturmak istemiştir.
Fakat dünya halklarının örgütlü bilinci ne faşist iktidarları ne onları yenen Kızıl Orduları unutmadı. 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kutlamaya devam etti, ediyor. 1 Eylül, sosyalizmin dünya halklarına gönderdiği bir paroladır: Kim savaş istiyor, kim barış istiyor?
Çünkü savaş hiçbir zaman dünyayı terk etmedi. Faşist iktidarların yenilgisi ile emperyalist boyunduruk altındaki halkların, ulusların bağımsızlıklarını kazanma azimlerini de arttırdı. Bizzat Orta ve Doğu Avrupa’da, Afrika’da, Asya’da, Güney Amerika’da bağımsızlık için verilen mücadeleler başta ABD olmak üzere, Fransa, İngiltere’nin emperyalist müdahalelerine maruz kaldı. Emperyalist kamp, “eski kıta”daki savaşı, askeri sanayi kompleksi kurarak ekonomisini devasa geliştiren, Hiroşima ve Nagazaki’yi yok eden atom bombası denemesiyle askeri olarak Sovyetler Birliği’ni dengeleyebileceğini gösteren ABD’nin liderliğinde kendini yeniden organize etti ve hemen “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan ama milyonlarca insanın canına mal olan emperyalist barbarlık dönemini başlattı.
Vietnam’dan Angola’ya, Güney Afrika’dan Küba’ya kadar her yerde iç savaşlar, işgaller, askeri darbeler tezgahlanmıştır. Sovyetler Birliği’ne karşı verilen “Soğuk Savaş”ta “yeşil kuşak” yaratmak için başta İslam ülkelerinde cihatçı Talibanı, El-Kaide’yi, Hizbullah’ı ve diğer güçleri desteklemiştir. Afganistan yıllarca bu destek sayesinde iç savaşta bir narkotik ülkesi haline getirilirken aynı zamanda cihadist örgütlerin de kampı haline getirildi.
“Soğuk Savaş”ın bittiği, dünyanın artık “tek kutuplu” hale geldiği, “tarihin sonu”nun ilan edildiği günlerde ise Yugoslavya’nın parçalanması için soykırıma varan iç çatışmalar desteklenmiş, sonra da askeri işgalle sözde “barış” tesis edilmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren ise Ortadoğu ve Kafkaslar savaş alanı haline getirilmiştir. Irak’a emperyalist müdahaleden Libya, Tunus, Mısır’a ve en sonunda da Suriye’ye karşı girişilen müdahaleler sonucu bölgemiz kan gölüne dönmüştür.
“Soğuk Savaş” döneminin savaş örgütü olan NATO’yu yeniden organize eden ABD, İngiltere ve AB ülkeleri, bu sefer Rusya ve Çin’i “düşman” ilan ederek yeni bir savaş düzenine geçtiler. Ukrayna’yı bu savaşın saldırı üssüne dönüştüren NATO, açıkça nükleer silahların kullanılmasından bahsetmektedirler. Dünya, Hiroşima ve Nagazaki’den sonra ilk kez bu kadar bir nükleer saldırı olasılığı ile karşı karşıyadır. ABD ve müttefikleri, dünya halklarını nükleer silahlarla teslim olmaya zorlamaktadır. Bütün insanlığın yıkımına neden olacak böyle bir saldırının gerçekleşmemesinin önündeki tek barikat, elbette ki bütün savaşlarda en ağır bedeli ödeyen halkların barış talebini yükseltmeleri olacaktır. Aksi takdirde Rusya’ya ya da Çin’e nükleer bir saldırı, emperyalistler açısından bir tercihtir.
Emperyalist kapitalist sistem, dünyayı sürekli paylaşmak, daha derin daha yaygın olarak sömürmek zorundadır ve bunun için şirketler, hükümetler, AB, NATO gibi bloklar olarak her zaman savaşa başvurmak zorundadır. Sosyalizm ise halklara açık bir sistemdir. “Halklar hapishanesi”nin kapılarını kıran, ezilen uluslara bağımsızlığı bir hak olarak tanıyan bir sistemdir. Karşılıksız dayanışma ve yardımdır. Onun tek düşmanı, tüm insanlığı ve doğayı sömüren emperyalist kapitalist sistemdir.
Bugün için tüm dünyada emperyalistlerin savaş planlarını bozmak, NATO’nun maskesini düşürmek için, halklar arasında eşitlik ve bağımsızlık için mücadele etmek vazgeçilmez bir görevdir. Türkiye demokrasi ve sosyalizm güçlerinin öncelikli görevi ise, AKP iktidarının Kürtlerin Suriye’de ve Kuzey Irak’taki özyönetimlerine karşı işgal ve operasyonlarına karşı barışa ses olmaktır. Bu görevi yerine getirmeyenlerin barış sözleri anlamsız bir nidadan öteye geçmeyecektir.