AKP’li yirmi yıl neredeyse bütün kentlerin yıkılıp yeniden yapıldığı inşaat yılları olarak geçti. Resmi açıklamalara göre sadece TOKİ tarafından 2003’den 2020 yılına kadar 81 ilde 980 bin 990 konut inşa edildi. Bu binaların 819 bin 930’u sosyal konut olarak yapıldı. Bununla birlikte ne evsizlerin sayısı azaldı ne de kiralardaki artış durdurulabildi. Özellikle son birkaç yılda ise bütün kentlerde kiralar hızla yükselmeye başladı. İktidar kiralardaki artışın sorumlusu olarak da ev sahiplerini suçlarken kira artışına yasal sınırlama getirmeye çalıştı. Fakat bu da kira artışını durdurmaya yetmedi.
Son olarak da büyük bir reklam kampanyası ile 81 ilde “Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal konut hamlesi” ile 250 bin konut yapacaklarını ilan etti. İktidarın bu hamlesi Türkiye’nin konut sorununu çözebilecek mi? Kiralardaki artışın nedeni nedir? Konut sorunun çözülmesinin bir yolu var mı? Bu ve benzeri soruları yıllardır “kentsel dönüşüm projeleri”ne karşı verilen mücadelenin içinde yer alan araştırmacı Cihan Uzunçarşılı Baysal ile görüştük.
AKP’nin 20 yıllık iktidarı inşaatla geçti. Sadece İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentler değil, hemen hemen bütün kentlerde “kentsel dönüşüm” yaşandı. Ama konut sorunu, barınma sorunu, kira sorunu çözülemedi. Öncelikle bu üç sorunu –konut sorunu, barınma sorunu, kira sorunu- nasıl ele almak, ayrı ayrı mı yoksa bir olgunun farklı yüzleri olarak mı ele almak gerekir? Ve kimler, ne kadar yurttaş bu sorunların mağduru?
Konut sorunu, barınma sorunu ya da kira sorunu, ne ayrı ayrı meselelerdir ne de bir olgunun farklı veçheleridir. Aslında tüm bu başlıklar altında tek bir meseleden söz ediyoruz, o da “Yaşamaya Elverişli Barınma / Konut Hakkı” meselesinden ya da bugün geldiğimiz noktada daha doğru bir ifadeyle, krizinden.
Burada “yaşamaya elverişli” tamlaması özellikle önemlidir çünkü tüm insan hakları anlaşma ve sözleşmeleri “insan onuruna yakışır bir yaşam standardı” düsturundan yola çıkarlar. Salt barınma olarak tanımladığımızda, dört duvar-bir çatı, bir çadır ya da derme çatma bir kulübe de barınmadır; oysa talep edilmesi gereken “yaşamaya elverişli” barınma ya da konut hakkıdır ki bağlı olduğumuz BM konut hakkı mekanizmalarına göre bir kullanım hakkı üzerinden ve 7 çekirdek kriterde tanımlanır. Kira, bu kullanım haklarından sadece biridir. Mülk konut, özel kiralık, lojman, afet konutu, yurt, sosyal konut, kiralık sosyal konut gibi çok çeşitli kullanımları içeren birinci kriter, konut hakkıyla ilgili tüm ezberleri bozacak şekilde yasa dışı işgal ve iskanı da birer kullanım hakkı olarak sayar. Dolayısıyla, enformel konut alanları yani gecekondu mahallelerimiz de hakkın sahibidir. Birinci kriterle devam edersek, bu kullanım hakkı ne çeşit olursa olsun-yasa dışı iskan ve işgali de dahil ederek- bir dereceye kadar yasal güvenliğe sahip olmalıdır. Hakkın tanımın bu şekilde ortaya koyduğumuzda, görüldüğü üzere, bugün yaşamakta olduğumuz kira sorunu da, yurt sorunu da, kentsel dönüşüm alanlarındaki zalimane yıkımlar ve zorla tahliyeler de, yaşamaya elverişli barınma/ konut hakkının ihlalleri olup tek bir meseledir.
Yedi çekirdek kriteri kısaca sıralarsak: 1) Ne çeşit olursa olsun, kullanım hakkının yasal güvenliğine sahip konut; 2) Hizmet, malzeme, tesis ve altyapısı elverişli, yeterli su, kanalizasyon, aydınlatma, ısıtma ve özel alana sahip konut; 3) Sadece kredi taksitlerinin ya da kiranın değil, site aidatı, ulaşım, altyapı ve elektrik, su, doğalgaz gibi hizmetlerin tümünün hane bütçesinin %30’unu aşmadığı maddi olarak karşılanabilen, ekonomik konut; 4) Afetlere ve iklim şartlarına dayanıklı, oturmaya elverişli, sağlam, güvenli konut; 5) Engelliler, bekar anneler, LGBTIQ+ bireyler, mülteciler, göçmenler, yoksullar… Ayrımcılık yapmadan herkes için erişilebilir konut; 6) Diğer haklara erişimi kolay, ek maddi yük getirmeyecek elverişli bir lokasyona sahip konut; 7) Kullanıcılarının gündelik yaşamları ve kültürel pratiklerine uygun, kültürel yeterliliğe sahip konut. Yaşamaya elverişli /yeterli konut hakkı, BM insan hakları sistemi içinde her ne kadar bu yedi çekirdek kriterle tanımlansa da zamanın gerekliliklerine göre yeni kriterlerle ilerici bir şekilde geliştirilmiştir. Örneğin, konut projelerinin her aşamasında katılımcılık, kadının şiddet görmesini engelleyen mekânsal düzenlemeler gibi yeni kriterler eklenmiştir.
Türkiye çapında konut hakkı ihlallerinin mağdurlarını rakam olarak veren bir araştırma elimizde yok. Öte yandan, 2005’de çıkartılan iki ucube yasayla- 5366 Kentsel Yenileme Yasası ve Belediye Kanunu 5393 73. Madde Kentsel Dönüşüm- konut hakları ihlal edilerek mahallelerinden zorla tahliye edilen tüm yenileme ve dönüşüm alanları nüfuslarını sayabiliriz. İstanbul’dan bakınca, Fatih- Sulukule yenilemesi ve Küçükçekmece-Ayazma / Tepeüstü dönüşümünden bu yana süren ve daha sonra 2012 tarihli 6306 sayılı Afet Yasası ile devam eden rantsal dönüşüm sürecinin mağdurlarını- bugün Kirazlıtepe, Fetihtepe, Tokatköy, Şahintepe, Tozkoparan’da şahit olduğumuz üzere- katabiliriz. Zorla yeniden iskan edildikleri TOKİ’lerde konut kredileri, site aidatları, altyapı ve hizmet ücretleri altında ezilen ya da borcuyla satmak zorunda kalan nüfuslar bir başka mağdur kitlesidir. Mega projelerin etki alanlarında olmaları hasebiyle soylulaşan yaşam alanlarındaki erişilmez konut fiyatları ve kiralıklar karşısında çaresiz nüfusları da buraya ekleyebiliriz.
Ve aslında, konutun kullanım değerini yok sayan, konutu tamamen değişim değeri üzerinden bir yatırım ve spekülasyon aracı olarak değerlendiren ve birikimini de buradan sağlayan neoliberal sistemde, sürecin mağdurları, bugün yakinen şahit olduğumuz üzere, alt, alt-orta gelir gruplarından yukarıya orta gelir gruplarını da içine katarak kitleselleşmektedir.
İktidar yine yeni bir sosyal konut projesi açıkladı. Birincisi sosyal konut ne demektir? İkincisi iktidarın bu konut projesi sadece inşaat şirketlerine can simidi mi yoksa bu projelerle belli bir hedef kitleyi elinde tutmaya yönelik “siyasi” atraksiyon mu?
Sosyal konut, kabaca, alt gelir grupları ve kent yoksullarına yönelik kar amacı güdülmeden ve genellikle devlet eliyle üretilen mülk ve/ya kiralık konuttur. Konutun salt değişim değeri üzerinden piyasaya terk edilerek bir birikim aracına dönüştürüldüğü sistemde, konutun kullanım değerini önceleyen ve piyasa üretimine alternatif bir barınmadır. Sosyal konutların da yukarıda sayılan “Yaşamaya Elverişli Konut Hakkı” kriterlerine uygun inşa edilmeleri gerektiğinin altını bir kez daha çizelim.
İktidar tarafından müjde olarak sunulan sosyal konut projesi yakinen incelendiğinde, konut hakkı ihlalleriyle malul önceki TOKİ projelerinden çok farklı olmadığını görmekteyiz. TOKİ konutlarının yukarıda sayılan 7 konut hakkı kriterinin yedisini de nasıl ihlal ettikleri bir çok araştırma tarafından belgelendi; ama, anlaşılan iktidar aynı yanlışları yapmakta ısrarlı. Ödenebilir konut kriterinin %30 barajını hatırlarsak, ucuz ekmek kuyruklarında bekleyen, ekonomik krizi en derinden hisseden, derin yoksulluk ile boğuşan nüfuslar açısından, %10’luk peşinatlar ( 60bin-80bin) bir yana, projedeki her iki taksit seçeneği de (2280 TL ve 3187TL) ulaşılmaz rakamlardır. Asgari ücretin dahi aslanın ağzında olduğu, kitlelerin günü birlik güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kaldığı, iş arayanların her geçen gün arttığı kriz ortamında, iktidar, nüfusların tümünü asgari ücretli var saymakla kalmamakta her haneden iki asgari ücretli olduğu hayaline kapılarak taksit hesaplamalarını yaptığını itiraf etmektedir! Ayrıca, taksitler, sözleşmeler imzalanır imzalanmaz başlayacağına ve konutların iki yıl içinde tamamlanacakları ilan edildiğine göre, iki yıl boyunca hem kiralar hem de sosyal konut taksitleri ödenecek demektir ki halihazırda kiralarını ödeyemeyip evsizlik tehlikesiyle karşı karşıya nüfuslarla adeta alay edilmektedir. Ekonomik ve siyasi kriz sürecinde bu konutların iki yıl içinde bitirilebilmeleri de olanaklı gözükmemektedir.
Bu projenin inşaat şirketlerine can simidi olabileceği ise sorunludur. Seçim dönemine girdiğimiz ve dolayısıyla geleceğin belirsizleştiği bir süreçte ekonominin kötü gidişatını ve artan inşaat maliyetlerini göz önüne aldığımızda, “5’li çete” olarak adlandırılan ama aslında sayıları daha fazla olan AKP’nin elit müteahhitlerinin bu projelere gireceklerini sanmıyorum. Karşımızda Fikirtepe projesine benzer baştan batak bir proje bulunmaktadır. Daha doğrusu, ortada henüz elle tutulur bir proje dahi yoktur.
Ancak, anlaşılan evsizlik kaygısı o kadar büyüktür ki açıklanmasının ertesinde projeye iki milyona yakın başvuru gelmiştir. AKP, kendi yarattığı konut krizi sonucunda, yaşamaya elverişli barınmaya / konuta erişemeyen ve evsizlik riskiyle karşı karşıya kalan kitleleri seçim öncesi geri kazanmaya yönelmiştir. Sözleşmeler imzalanır imzalanmaz akacak nakitler muhtemelen seçimlerin finansmanını sağlayacaktır. Ayrıca, ilgili sektörleri harekete geçiren inşaat sektörünün ekonomi üzerindeki çarpan etkisinin ve geçici de olsa istihdam yaratma kapasitesinin tam da seçim öncesinde ne kadar önemli olduklarını not düşelim.
Kiralar çok hızlı bir yükseliş yaşadı. Geçen sene 2 bin liraya ev bulunan yerlerde şimdi 10-15 bin lira gibi astronomik fiyatlar konuşuluyor ve bu kiralara rağmen boş ev de yok. İstanbul’un çok dış mahallelerinde de bile kiralar uçmuş durumda? Bu nasıl oluyor, hem kiraların yükselmesi hem de buna rağmen boş ev olmaması?
Kiralıkların artış nedeni en başta sistemseldir. Dünyanın hemen her yerinde aynı sorunla karşılaşıyoruz. Sistem, kentsel mekanı ve konutu metalaştırarak, finansallaştırarak birikimini sağladığından kullanım değeriyle ev/ yuva, yerini değişim değeriyle gayrimenkule, metaya ya da finans varlığına bırakmakta. Tam da bu nedenle, dünya üzerinde, yatırım ve spekülasyon amaçlı boş konut stokları artarken paradoksal olarak evsizlerin de sayıları artıyor. Marksist düşünür David Harvey’in vurguladığı üzere, çünkü “artık yaşamak için değil yatırım yapmak için kentler inşa ediyoruz”.
Türkiye’den ya da İstanbul’dan baktığımızda da sorun farklı değil. Kiralar artıyor ama boş ev yok değil, hatta, yatırım amaçlı elde tutulan boş konut fazlasıyla var. İstanbul Planlama Ajansı’nın verilerine göre İstanbul’da 1 milyon 800 bin boş konut bulunmaktadır ve bu sayı Avrupa’daki diğer kentlerle kıyaslandığında ortalamanın üzerindedir. Bu da aslında İstanbul’da yeterince konut olduğunu, ancak herkes için erişilebilir olmadığını göstermektedir. Nitekim, Prof. Osman Balaban da son 20 yılda, yeni hane başına 3 konut üretildiğine dikkat çekerek sorunun stok yetersizliğinde değil, nitelik meselesinde, kar beklentisiyle rant yaratan projelere girişen kamuda aranması gerektiğini belirtmektedir. Salt lüks konut üretimine yönelik konut piyasası, yoksul, göçmen, öğrenci gibi alt gelir gruplarından kesimlerin barınma ihtiyaçlarını yok saymaktadır. Meselenin bir diğer veçhesi, lüks konut üretiminin diğer konutların fiyatlarını yukarı çekerek krizi derinleştirmesidir.
Lüks konut siteleri, Galataport, Haliçport gibi lüks projeler ya da 3.Köprü ve 3.Havalimanı gibi mega ulaşım projeleri kenti işgal ettikçe çevrelerindeki konutların ve kiralıkların fiyatlarını zıplatmaktadır. Girişimciler tarafından yatırım, spekülasyon amaçlı elde tutulan boş konut stokları, vatandaşlık alarak konuta giren varlıklı yabancılar, birden çok konuta sahip olmaları hasebiyle kiralıklarla istedikleri gibi oynayan girişimciler ve enflasyon baskısı altında ezilen ve ikinci konutu üzerinden geçimini sağlayan ev sahipleri-ki onları sürecin masumları olarak sayabiliriz-ile tabloyu tamamladığımızda, araştırmaların da ortaya çıkardığı üzere, insan onuruna yakışan şartlarda ve ödenebilir koşularda barınmaya / konuta erişim sadece üst gelir gruplarının ayrıcalığı olmuştur.
Barınamıyoruz, Geçinemiyoruz gibi platformlar kuruldu ama bir kitlesel harekete dönüşmedi bunlar. Oysa kentsel dönüşüm projelerine karşı belli bir toplumsal hareket ortaya çıkmıştı. O hareketleri yakından takip eden, hatta içinde olan biri olarak, kentsel dönüşüm projelerine karşı hareketlere ne oldu? O hareketlerle Barınamıyoruz ya da Geçinemiyoruz diyen hareketlere bakiyesi nedir? Devamlılıklar, kesintililik, öznellikler vb. bakımından…
Dünyanın farklı noktalarında konut krizine karşı örgütlenip mücadeleyi sürdüren ve yükselten kitlelere karşın, Türkiye’de kiracılığın güvencesiz bir konut biçimi olması, devletin sosyal konut politikasının salt mülkiyete dayanması hatta devlet politikası olarak mülk konutun özendirilmesi gibi nedenlerden nüfuslar hep kiracılıktan kaçtı ve dolayısıyla örgütlü bir kiracı hareketi oluşamadı. Konut krizini en görünür kılan, devlet yurdu bulamadıklarından tarikat yurtlarıyla pahalı kiralıklar arasına sıkışan üniversitelilerin başlattığı “Barınamıyoruz” hareketi oldu. Kamuoyundan önemli bir destek alan hareket, bu desteğin somut eylemlere dökülememesi, yurt dışı örneklerin aksine, sendikaların sorunun dışında kalmayı tercih etmeleri ve iktidarın baskıları ve kriminalleştirici yöntemleri nedeniyle sönümlendi. Kentsel dönüşüme karşı örgütlü ve hukuki mücadeleyi yürüten mahalle dernekleri ve kent hareketlerinin aksine “Yurtsuzlar” ya da “Barınamıyoruz” gibi hareketler çok kısa süreli oldu.
2005’den itibaren dönüşüm yasalarıyla yaşam alanları tehdit altına giren mahallelerin örgütlü ve hukuki mücadeleleri 2013 ortalarına kadar canlılığını korusa da hukuki mücadelenin uzun ve masraflı olması sebebiyle, örgütlü mücadelenin ise iktidarın dolaylı ve dolaysız baskıları ve ayrıca Gezi ertesinde giderek otoriterleşmesi sonucunda sekteye uğradı. Tapulu, tapu tahsisli, işgalci, kiracı gibi farklı mülkiyetler ve kullanım hakları, zaman içinde çıkarların çelişmesine yol açtığından belirli mahalleler dışındaki mücadeleler bölündü. Kiracılarla omuz omuza yürütülen yerinde kalma hakkı mücadeleleri salt tapu mücadelelerine ve ‘‘ne koparsak kardır’’ anlayışına evrildiğinden ilk gözden çıkartılanlar kiracılar oldu. Yukarıdan aşağıya örülen rantsal düzenin, aşağıdan yukarıya mutabakat bulduğu da göz önüne alınmalı.
Seneler öncesinden örgütlü ve hukuki mücadelelerini sürdürmeleri hasebiyle, bugün Okmeydanı Fetihtepe ve Güngören Tozkoparan mücadelelerini kentsel dönüşüm mücadelelerinin bakiyeleri olarak görebiliriz. Mahalle mücadeleleriyle “Barınamıyoruz” hareketleri ise ne yazık ki ortaklaşamamışlardır.
Kentsel dönüşüm projelerine karşı gelişen hareketle beraber “kent hakkı” tartışması da doğmuştu. Kent hakkı nedir? Kent hakkı perspektifinden şimdiki durumu nasıl değerlendirmek lazım ve tabi kira/konut/barınma adını ne koyarsak koyalım, hangi talepler etrafında bir mücadele geliştirmek gerekir?
Mayıs ‘68 isyanının hemen öncesinde ünlü Marksist düşünür Henri Lefebvre tarafından ortaya atılan ve ‘68’in sloganlarını etkileyen « Kent Hakkı », kentsel mekanın tasarlanması, üretilmesi ve yeniden üretilmesinde ve kentin tüm yönetim süreçlerinde odağına kent sakinlerini koyar. Böylece, kentsel mekan üretimini belirleyen güç ilişkileri yeniden düzenlenecek ve kent üzerindeki hak sahipliği ile kent ve kentleşme süreçleri üzerindeki denetim, devlet ve sermayeden kentin sakinlerine geçecektir. Kısaca, kent hakkı, sakinleri edilgen konumdan alıp, onları kentsel mekanların tasarımı, üretimi ve yeniden üretiminde, kentsel mekanları temellükte ve kent planlaması ile bütçesinde etkin konuma yükselten bir haktır. Tam da bu nedenle ‘‘kente ait olmak devrimci bir eylemdir.’’ David Harvey de, kent hakkını kentlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğü olarak tanımlar. Harvey’e göre, eğer kentleşme, artı-değer kullanımının başlıca vasıtalarından biri ise, artığın kullanımı üzerinde demokratik bir yönetimin tesisi şarttır.
Kent hakkı perspektifinden bugünkü duruma baktığımızda, kent ve kentsel mekanların üretimi, yeniden üretimi ve tasarlanmasında, devletin gücünü ardına alan sermayenin birincil söz sahibi olduğu, kent sakinlerine ise hiçbir hakkın tanınmadığı bir düzlemde tam da Lefebvre’in “feryat” olarak adlandırdığı sürecin içindeyiz.
Konut ve barınma bu bağlamda öne çıkmakta çünkü kent hakkını talep edebilmek için o kentte bir ayağınız, bir ikametiniz olmalıdır. Alt, alt-orta gelir grupları, öğrenciler, emekçiler ve kent yoksullarının kentsel dönüşüm projeleri eliyle, mega projelerin soylulaştırıcı etkileriyle ya da metalaştırılarak fiyatları erişilmez kılınan kiralıklar ve mülk konutlar karşısında kentlerden sürüldüğü, kent merkezlerinden püskürtüldüğü bir dönemde, kentte kim/lerin, hangi sınıfların kalacağını, kimlerin kovulacağını tayin eden konut hakkı, kent hakkının olmazsa olmazıdır. Büyük şehirlerin ve kent merkezlerinin giderek üst gelir grupları ve varsıl yabancıların ayrıcalıklı ikametlerine dönüştürüldüğü, kamusal alanlar ve müştereklerin de bu grupların talep ve ihtiyaçlarına yönelik yeniden tanzim edildiği, kentin ve kentsel mekanların pahalılaşarak erişilmez olduğu bir düzlemde, kent sakinlerinin mücadelelerini ortaklaştırmaları, siyasallaştırmaları ve iktidar ve sermayenin dayattığı sürgün projelerine ve lüksleştirilip erişilmez kıldığı kentsel mekânlara karşı, kendi arzu ve talepleri doğrultusunda başka bir kenti yaratmak için omuz omuza geniş bir mücadele hattını kurmaları gereklidir. Bu hat, dönüşüm mahallelerinden, mega projelerin arka bahçesi alanlara; kiralarını ödeyemeyen kitlelerden, esnafa; yurt bulamayan öğrencilerden, ucuz komşu kentlere göç etmek zorunda kalan nüfuslara ve elbette sendikalara uzanan geniş bir yelpaze olmalıdır. Konut hakkı burada şemsiye mücadele alanıdır çünkü ikamet sınıfsaldır dolayısıyla da politiktir.
Yoksullar, işçiler açısından bir zamanlar emeklilik ikramiyesi ev sahibi olmak hayalinin yerini AKP döneminde 20-30 yıl, hatta daha fazla yıl borç kölesi olmayı göze alarak banka kredisi ile ev sahibi olma aldı. Özel mülk biçiminde olmayan bir sosyal konut mümkün mü? Bunun örnekleri var mı?
Özel mülk biçiminde olmayan sosyal konut elbette mümkün hatta refah devleti uygulamalarının geçerli olduğu dönemlerde sosyal konut denilince akıllara kiralık sosyal konut gelmekteydi. Özellikle İngiltere’de yerel yönetimlerin inşa ettikleri sosyal kiralık konutlarda, güvenceli kiralar altında yaşayan nüfuslar kullanım haklarını mirasçılarına devredebiliyorlardı. Her iki kişiden birinin kiracı olduğu Almanya’nın Berlin kentinde ise nüfusun %80’i kiracıdır ve bunun nedeni de refah devleti yıllarından gelen sosyal kiralık konut uygulamalarıdır. Bugün Avrupa boyunca sosyal kiralık konutların önemli bölümü neoliberal politikalar sonucunda özelleştirildiğinden, Berlin referandumunda gördüğümüz üzere, günümüzün kiracı hareketlerinin talebi bu konutların yeniden kamulaştırılmalarıdır. İspanya, bundan böyle, sosyal konutların küresel emlak ve finans şirketlerine satışlarını yasaklayarak bu yönde ilk adımı atmıştır.
Kooperatifleşme ve dayanışmacı pratikleriyle Latin Amerika deneyimlerini de bu bağlamda sayabiliriz. Örneğin, kuruluşu 1970’e dayanan ve 500 kooperatiften oluşan Uruguay merkezli FUCVAM (Karşılıklı Yardımlaşmaya Dayalı Konut Kooperatifleri Federasyonu), işçi örgütleri, mahalleliler ve emekçilerin dayanışmasıyla ve inşaatların her aşamasında katılımcılık yöntemiyle, konutlarını kolektif inşa etmektedir. Bu model diğer Güney Amerika ülkelerinde de örnek olarak alınmaktadır.
CEMİL AKSU / POLİTİKA HABER