■ Politika’dan Yorum
AKP üzerine analizleri kabaca ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi, “gömlek değiştirerek” “milli görüş” geleneğinden ayrılmasından bugüne kadarki süreci bir kendi içinde ikiye ayırarak ilk dönemi “takkiye dönemi”, ikinci dönemi de özünün apaçık hale geldiği dönem. Bu yaklaşımı benimseyenler açısından bütün bu süreç boyunca değişik bir şey yoktur, sadece kandırılanlar, gerçeği gör(e)meyenler ya da hainler vardır. AKP, demokrasiyi bir araç olarak kullanarak siyasi İslami projesini (ABD projesi) hayata geçirmeyi hedefliyordu, dolayısıyla bu partiden demokrasi vb. beklemek büyük yanılgı olurdu ve oldu da.
Diğer yaklaşım ise, biraz daha derin bir mantaliteden beslenen ya da teorik olarak daha mistifike edilen bir anlayış. Buna Birikim dergisinin “muhafazakar inkılap” sayısındaki yazıları örnek vermek mümkün. Jakoben seküler ulusçuluk projesinde dışlanan, mağdur edilen kesimlerden birinin –siyasi İslamcılar ya da muhafazakarlar- kendi yaralarını tedavi ederken başka mağdurlarla da empati yaparak Cumhuriyet’in kadim kimlik sorunlarını aşma mesaisi ortaya koyabileceği beklentisini/temennisini ifade ediyordu, bu yaklaşım. Bu yaklaşım neden daha mistifike, çünkü hem Cumhuriyet tarihine dair geliştirdiği açıklamalar, hem de demokrasi kavrayışı oldukça sınıf ve tarih dışıdır. Osmanlı-Türkiye’deki toplumsal siyasal sistemi modernleşme paradigması içinde okuyan, Batı-Doğu, merkez-çevre, asker-bürokrasi elitleri ile halk çelişkisi, devlet eliyle burjuvazi yaratma, toplumsal değişimin hep dışsal bir gücün baskısıyla yaşandığı gibi açıklama kalıplarını kullanan bu yaklaşım zaten İslamcı ya da muhafazakar düşünce ile yöntemsel yakınlık içindedir.
Her iki yaklaşım birbirine çok farklı gibi dursalar da, devleti, sınıfı, partileri, halkı tarihsel toplumsal iktidar ilişkileri içinde belli ekonomik temele dayalı ilişkiler içinde ele almamak bakımından ortak bir noktada buluştukları söylenebilir. Tarihsel olgulara, öznelere, kimliklere öz atfetmek de onları toplumsal sınıfsal güç ilişkilerinden bağımsız olarak ele almak da sonuçta idealizmi üretiyor ve politik olarak da yanlış pozisyonlar almaya neden oluyor.
AKP, hiç kuşkusuz, siyasi İslamcı görünümlü ama özünde bir sermaye partisi olarak, hem kurucularının hem de ekonomik ve siyasi destek aldıkları kesimlerin çıkarlarını program haline getirerek tarih sahnesine çıktı. Siyasi olarak İslamcı oldukları kadar hatta ondan daha fazla neoliberal bir parti idi. Ve aslında neoliberalliği İslamcılığını da yedi. Bu açıdan AKP’nin hikayesi onun kurulmasından çok önce başlar. Çok daha öncesi bırakırsak bile, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, çok partili hayata geçiş, ABD emperyalizmi ile işbirliği ve “komünizme karşı mücadele” vb. süreçlerinin dinin ya da tarikat yapılarının hem siyasi hem de ekonomik güç elde etmenin bir aracı olarak kullanılması ile Anadolu’da kapitalist gelişmeyle bağlantılandırılması gerekir. AKP’nin kaderi bu açıdan “mücahitlikten müteahhitliğe” geçiş olarak belirlenmiştir.
Her partinin olduğu gibi, AKP’nin de bir programı ve stratejisi vardı. Fakat, yine her parti için geçerli olduğu gibi, AKP’nin hikayesi bu program ve stratejiye uygun olarak düz doğrusal bir gelişme izlemedi. Çünkü toplumsal tarihsel gelişme bir özne tarafından belirlenemez. Bir öznenin başarısı, tam da kendi dışındaki güçlerin pozisyonundaki değişimlere verdiği reflekse bağlıdır. AKP’nin 21 yıllık başarısı da bu sayede olduğu söylenebilir. Siyasi programını, ittifaklarını kendisinin ve temsil ettiği sınıfın çıkarları doğrultusunda değiştirmek, bunun için “çocuklarını yemek”, bir gecede 180 derecelik dönüşler yapmaktan çekinmemek.
AKP’nin gücü hiçbir zaman fikirlerinden kaynaklanmadı. Zaten hiçbir zaman güçlü fikirleri olmadı. Fakat fikirlerine kulak verilecek İslamcı yazarlar, düşünürler vardı. Siyasi olarak bir tek Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” yaklaşımının özgünlüğünü vurgulayabiliriz. Fakat çıkarlar bu fikirleri ve yazar-düşünürleri de yırtıp atmıştır. AKP’nin gücü, siyasi İslamcılıktan değil, liberalizminden gelir. Neoliberalizme sadık bir parti olarak, onu en iyi şekilde uygulayan bir iktidar olmasından gelir. Neoliberalizm hakkında birçok şey söylenebilir, ama yönetim açısından en önemli özellikleri şunlardır: Devleti, bir düzenleyici olarak aktif kullanmak. Bu sayede sermaye sınıfına sürekli yeni yatırım alanları açmak, kamu kaynaklarını sermayeye aktarmak. Girişimcilik özelliği: İnsanın kendisinden başlayarak her şeyi bir kaynak, sermaye olarak ele alarak, her şeyi paraya çevrilecek bir kaynak gözüyle bakılmasını sağlamak. Bunu değişik finansal mekanizmalarla, taşeron sistemi, sosyal yardım, imar afları vb. gibi araçlarla toplumun bütün gözeneklerine yaymak. AKP, rıza üretimini, kültürel ve ideolojik hegemonya ile değil bizzat bu araçlar üzerinden kurdu. Bu sayede yüzde 35’lik bir nüfusun çıkar birliğini kurabildi.
AKP’nin bu ekonomik rasyonalitesi ve uygulaması bilinmez değil elbette. Fakat “AKP karşıtı” muhalefet bu rasyonaliteden çok onun İslamcı kimliği, tutarsızlık olarak gördüğü ittifak ilişkilerini değiştirmesiyle, Kürt sorunu ve Suriye ile ilişkilerindeki taktik değişiklikleriyle ilgilendi. Bu nedenle de onun rasyonalitesi ile örneğin Kemalizmin değişik varyasyonları arasındaki yapısallığı görmeme hatasına düştü. Laiklik, cumhuriyetçilik AKP karşıtlarının ortak paydası haline gelmesi bu açıdan normaldir. AKP Karşıtlarının demokrasi, eşitlik, barış ve özgürlük gibi ilkeleri, fikirleri yoktur. AKP’nin, devletin kimlikleri tanımlama siyasetinden kimlikleri tanıma siyasetine geçişi esas alan “açılım siyaseti”nin “tek dil, tek din…” siyasetine evrilmesi, siyasi demokrasinin güçlü sınıfsal çelişkiler, adaletsizlikler içeren toplumsal hayatta karşılığının halkın örgütlenme, başkaldırma imkânını arttırmış olmasının yarattığı korkudur. Bu korku burjuvazinin temel korkusudur. Burjuva devrimler çağındaki devrimciliğinin, proletaryanın, emekçi halkların devrimci gelişimi karşısında karşı-devrimci olmasındaki tarihsel korkudur. Nitekim “Kürt açılımı” sadece Kürt özgürlük hareketinin ve sosyalist hareketinin gelişimine yaradığını gördüler. Bunu CHP de gördü. Ve bu yüzden dokunulmazlıkların kaldırılmasında, Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın tutuklanması başta olmak üzere HDP’ye yönelik terör dalgasında AKP ile birlikte davrandılar. Ve sonra sahtekârca bir “Adalet Yürüyüşü” ile toplumsal muhalefeti kendilerine bağlama hamlesinde de birlikte davrandılar.
AKP’nin ilk dönemi, “iktidar olduk muktedir olamadık” dedikleri dönem, iç mücadelelerle geçti. Kapatma davası, e-muhtıra, Abdullah Gül’ün TBMM’de Cumhurbaşkanı seçilememesi, vesaire. Bu dönemin bir yerleşme ve hazırlık dönemi olduğu söylenebilir. AB üyeliği, Kürt sorunundan Alevilere, Romanlara kadar her kesime “açılım” vaatlerinin bölge ülkelerine de varması, komşularla sıfır sorun açılımına gidilerek ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde Ortadoğu’nun rol/model ülkesi olma iddiasına varmıştı. AKP’nin bu “muhafazakar demokratlık” döneminde neoliberal rasyonalitesini elbette inşaat ve enerji sektörlerini sistemin motor gücü yapacak politikaları hayata geçirmesinde görebiliriz. Uluslararası kredileri Türkiye’ye çeken “mega projeler” ile mega kentler yaratmak, bu “yaratıcı yıkım” için de Anadolu coğrafyasını şantiyeye çevirmek. Tarımı şirketleştirmek, kırsal nüfusu çözündürmek ve işçileştirmek. Özelde olduğu gibi kamuda taşeron sistemini oturmak, sendikaları devletleştirmek yoluyla ucuz işgücü avantajı yaratmak.
AKP’nin ilk icraatları iş kanunlarını ve çevre kanunlarını değiştirmek olmuştur. İş Kanunu 2003 yılında, 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu 2004’te, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 2012 yılında köklü değişiklikler yapıldı. Çalışma yaşamını düzenleyen bu üç temel kanun kolektif ve bireysel hakları geriye götürmüş, esneklik yasal zemine kavuşmuş, sendika kanunları eliyle de devlet denetiminde sendikal düzen sürdürülmüştür.
AKP hükümetinin göreve geldiği aylarda ilk icraatlarından biri “Çevre ve Orman Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Tasarısı”nı Meclis’ten geçirerek Çevre ve Orman Bakanlıklarını tek bir bakanlık çatısı altında toplamak olmuştur. AKP’nin esasen öngördüğü, Çevre Bakanlığı’nın Orman Bakanlığı içerisinde eritilmesiydi, öyle de olmuştur. Bu durum, kültür ve turizm bakanlıklarının birleştirilmesi ya da yeni belediyeler yasası ile çevre ile ilgili diğer alanlarda da yaşanmıştır. İlk beş yılda Maden Yasası, Çevre Kanunu, Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkındaki Kanun ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’ndaki değişiklikler, Orman Arazilerinin Satışı ve Kıyı Kanunu gibi konularda Anayasa değişiklikleri, Doğrudan Yabancı Yatırımlar Yasası, Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi Hakkında Yasa, Kentsel Dönüşüm Yasaları, Kamu Taşınmazlarının Turizm Yatırımlarına Tahsisi Hakkındaki Yönetmelik, Tarım Arazilerinin Korunması ve Kullanılmasına Dair Yönetmelik, Orman Kanunu’nun 2’nci Maddesi’nin (A) Bendine Göre Orman Sınırları Dışına Çıkarılacak Yerler Hakkında Yönetmelik gibi birçok yasa ve yönetmelikte değişiklikler yapılarak tarım arazileri, ormanları, kıyıları, doğal, tarihi ve kültürel varlıkları, kısacası Türkiye’nin dört bir yanını yağma ve talana teslim edilmiştir. AKP’nin bütün bu konulardaki akıl hocası da Dünya Bankası olmuştur.
Fakat bu yükseliş dönemi uzun sürmedi. 2008 krizi, “Arap baharı”, Suriye’ye emperyalist müdahale ve tabii ki Türkiye’nin baharı “Gezi İsyanı”… Bu küresel ve yerel değişimler AKP’nin de programı ve ittifakları değişti. ABD açısından artık “Büyük Ortadoğu Projesi” gündemden çıktı. Suriye’de ise planlar tutmadı. Rejim güçlü çıkmış, Kuzey Suriye’de Kürtler özerklik elde etti. ABD ve AB emperyalistlerinden istediği kredileri alamayan AKP iktidarı Rusya’dan Çin’e kadar her kapıyı çalmaktan, siyasi, askeri anlaşmalar imzalamaktan geri durmadı. Ama bütün bunların arasında en sadık dostlarını yine “Müslüman!” dünyadan buldu. Arap petrol zenginleriyle yapılan açık-gizli birçok anlaşma ile hazineye “kaynağı belirsiz” para girişi sağlandı. Bu kaynağı belirsiz para girişinin bir kısmının IŞİD’le kurulan petrol kaçakçılığı, silah ve uyuşturucu ticaretinden geliyor olması ise muhtemel.
Ortadoğu’nun “rol/model ülkesi” olma stratejisi suya düşüp Suriye’de de kaybeden ülke olunca geriye tek seçenek kaldı. Hem iktidar içindeki güç ilişkilerini sadeleştirmek, genellikle bir çıkarlar koalisyonu olarak kabul edilen partiyi “tek adam”a bağlamak, parlamentoyu ve medyayı işlevsizleştirmek, demokratik, sosyalist muhalefeti tamamen geriletmek ve bu sayede yönetimi kolaylaştırmak. Bu aslında Kenan Evren’in 1961 Anayasası için söylediği “O Anayasa bize bol geldi” sözünde olduğu gibi parlamenter sistem de Türkiye’nin yaşadığı krizi aşmasında bol geliyordu. Nitekim AKP’nin ilk hedefi nevi şahsına münhasır bir Cumhurbaşkanlığı Sistemi getirmek oldu. Çünkü yaşanılan kriz, bir gecede faiz indirip, bir gecede döviz spekülasyonu yapmayı, yine bir gecede 128 milyar doları iç etmeyi gerektiriyordu.
Liberal iktisat anlayışı, devleti ekonomi dışında bir olgu, güç olarak gördüğü için AKP’nin adımları “akla”, “bilime” aykırı bulanlar olsa da yapılan her şey liberalizm uygundu. Nitekim, bütün bu dönemde bütün sermaye grupları karlarına kar katarak büyüdüler. Türkiye’yi küresel ilişkilerde önemli ülke konumunu korudular, yer yer arttırdılar. Suriye’de işgal ettiği bölgelerde, Libya’ya asker çıkarması, Akdeniz’de ve Karadeniz’de Mavi Bayrak stratejisi ile doğal gaz çıkarma ve boru hatları projelerine müdahale etmede son derece atak oldular. Azerbaycan Ermenistan savaşında aktif rol oynadılar. Bütün bunlar askeri-sınai kompleksin gelişimini sağladı. SİHA teknolojisi sayesinde hem Kürt hareketine karşı üstünlük sağlama konusunda adımlar attı hem de parasal hacmi çok büyük olmasa da birçok ülkeye sattı.
AKP’nin “neo-liberal muhafazakar”lıktan neo-liberal faşist bir parti haline gelmesini etkileyen koşulları analiz etmek yerine onun kimliği ile ilgilenmek siyasette doğru tutum almayı engeller. Bu yaklaşım bugün de görülmektedir. Örneğin tüm dünyada askeri harcamalar artarken, ABD kendi liderliğinde yeni bir NATO ve Batı Bloku inşa eder ve Rusya ve Çin’e savaş ilan ederken, ekonomik ve ekolojik kriz daha da derinleşme eğilimi gösterirken, liberal demokrat ülkeler de sağcı, ırkçı partiler güçlenirken… bütün bu küresel eğilimler içinde Türkiye’de 2023 seçimleri sonrası CHP ve 5’li ittifakın koalisyonundan demokrasi beklentisi pompalanıyor. Üstelik buna solun büyük bir kesimi de teşne.
AKP’nin gelişi de gidişi de ve yerine gelenlerin hangi sorunlarla karşılaşıp onları hangi ilkeler ve sınıf çıkarlarına göre çözmeye çalışacaklarını nesnel olarak analiz etmek zorundayız. Yoksa tarihsel toplumsal koşullar bizi tarihin çöplüğüne atar, hem de binbir işkence çektirerek…