Geçtiğimiz hafta içinde tarım ve gıda sektöründe faaliyet gösteren meslek odaları, sendikalar, dernekler, kooperatifler bir araya gelerek Tarım Platformu’nu kurdu. Tarımdaki kötü yönetime, neoliberal politikaların yarattığı yıkıma dikkat çeken Platform, acil taleplerini açıkladı.
Tarım Platformu üyesi Tarım ve Ormancılık Kamu Emekçileri Sendikası (Tarım Orkam-Sen) Genel Başkanı Ahmet Keleş ile gıda krizini, nedenleri ve Tarım Platformu’nun neler yapacağını konuştuk.
Türkiye uzun zamandır tarım alanında ciddi sorunlar yaşıyor. Bu sorunlar genelde pazarda, markette pahalılık olarak konuşuluyor. Kabak 20 TL, domatesin fiyatı geçen yıla göre yüzde 191 arttığı söyleniyor. Tarım, hayvancılık ve gıda alanında faaliyet yürüten sendikalar, meslek odaları ve çeşitli kuruluşlar olarak bir araya gelip Tarım Platformu’nu kurdunuz. Öncelikle Türkiye’de gıda krizi var mı? Gıda krizi gıdanın pahalı olması mı, yeterince gıda olmaması mı, mevcut gıdanın temiz olmaması mı, yoksa hepsi mi?
Tarım Orkam-Sen Genel Başkanı Ahmet Keleş: Kısaca tarım platformuna neden ihtiyaç duyuldu ile başlayıp sorunuzu cevaplamaya çalışacağım. Neoliberal politikalar sonucunda tahrip edilen tarım (tarımı kendi içerisinde orman, hayvan, bitki vb. kapsayan bir ekosistem olarak tanımlarsak) alanları ve bunun sonucunda oluşan iklim krizi ile birlikte her bileşen kendi cephesinde bir mücadele veriyordu. Sermayenin yoğun baskısı karşısında bu mücadele hattını ortaklaştırmak çok önemliydi çünkü sermaye çok yönlü saldırıyordu. Bu saldırı karşısında mücadele birliği yapmak önemliydi, eksiklik, yetmezlikler olabilir ama yola çıkmak çok önemli diye düşünüyorum.
Sermaye kesintisiz biçimde büyüme eğilimindedir. Sermaye birikiminin azalması, kesintiye uğraması iktisadi kriz yaratır. Sermaye birikiminin büyümesinde meta üretiminin genişlemesini zorunlu kılar. Meta üretimi de doğa ve emek sömürüsü sayesinde mümkün olur. İmalat, enerji , madencilik, inşaat, çimento, endüstriyel hayvancılık, turizm gibi şirketlerin etkinlikleri ormansızlaşmaya yol açar. Ağaç keresteye orman maden sahasına, vadi taş ocağına, mera atık depolama alanına, yayla turistik tesise, tarla konut alanına, zeytinlik alan termik santrale dönüştürülerek arazi yapısı değiştiriliyor.
Ormansızlaşma, mera ve otlakların yitirilmesi betonlaşma vb. süreçlerde arazi yapısının insan eliyle değişmesi sonucunda doğanın karbon salımları emme kapasitesi felce uğruyor. Bir yandan meta üretimi ve tüketimi süreçlerinde salımlar artarken bir yandan da arazi kullanımın değişmesi iklim değişikliğini de beraberinde hızlandırıyor. Bütün bunlara baktığımızda ülkemizin dünya toplam emisyonunda 16. sıraya yükselerek ilerlemeye devam etmesi, sera gazı emisyonunda da hedefi yüzde 21 düşürmek sera gazından mutlak anlamda azalması değil öngörülen artışın azaltılması hedefi olduğunu görüyoruz. Kaldı ki 2022 yatırım programında milli enerji ve maden politikası ile yerli kömür kullanımının artırılma planlaması Türkiye’nin Paris İklim anlaşmasını bazı kredilerden yararlanmak için imzaladığını net olarak gösteriyor. Çünkü 2053 net sıfır emisyon hedeflerine dair açıklanmış bir program yol haritası bulunmamaktadır. Adil dönüşüm programı uygulamasını, fosil yakıttan kurtulmayı, emisyon azaltım hedeflerini güncellemesini termik santrallerden vazgeçmeye, enerji başta olmak üzere sanayi, ulaşım, ulaştırma, bina, tarım, madencilik, baraj vb. konularda halktan doğadan yana eylem planlarını hazırlayarak karbon salımı ve emilimini eşitleyecek programa davet etmek gerekiyor.
Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda gıda krizi var mı sorusuna sanırım cevap vermiş oluyorum. Üretimde girdi maliyetlerinin yüksekliği ve ithalata dair bir çabanın olması gıdanın kontrolünü zorlaştırıyor. Sağlıklı mı sağlıksız mı, hangi koşullarda üretiliyor sorusunu doğal olarak soruyoruz. Soruna bütünlüklü yaklaştığımızda ithalata sermaye kazanır, sermaye için doğa ve insan sağlığını değil kazandığı kar önemlidir yani sermayenin zihniyet dünyasını doğru sorguladığımızda vereceğimiz cevap da maalesef dünyanın gıda krizine doğru gittiği gerçekliğini net olarak ortaya koyuyor. Son tahlilde Türkiye’nin gıda enflasyonunda Arjantin ve Brezilya’dan sonra dünya üçüncüsü olması aslında durumun ne kadar tehlikeli boyutlara geldiğini de ifade etmek isterim.
Ülkedeki yüksek enflasyon tarımsal girdilerde de kendini gösteriyor. Mazot, elektrik, gübre, tohum fiyatlarında her şey geçen yıla oranla büyük artışlar var. Çiftçi tarlaya varıp ekim yapabilecek mi?
Sorunun kendi içerisinde aslında cevap var dediğimiz bir tabir var. Fakat cevap vermekte zorlandığımız durum çiftçi zarar etmesine rağmen nasıl oluyor da hala ekiyor. Çiftçi tarım kredi kooperatifleri ile borçlandırılıyor ve borcunu ödemediğinde hemen haciz işlemi başlatıyor. Yetmiyor, hasılat döneminde ithalat yaparak ürünün ucuzlamasına neden oluyor. Borçlandırmanın yaratığı en büyük tehlike gübrede, tohumda, ilaçta tekelleşme ve çiftçinin kendisini mecburiyet hissiyatı ile üretim yapmak zorunda kalması. Tarım alanlarının imara açılırken, borç derdinden çiftçinin itirazını bırakalım rızası ile oluşan bir duruma geldiğini görmek gerekiyor.
Gıdadaki pahalılığı konusunda iktidar sürekli marketlerin, manavların istismarı ile açıklamaya, suçu onların üstüne atmaya çalışıyor? Gıdanın bu kadar pahalı olmasının sorumlusu kim, iktidarın ve şirketlerin payı nedir, bu konuda?
Güvenlikçi politikalar ve neoliberal politikaların sonucunda oluşacak olan durum gıda krizi, hayat pahalılığı ve sağ muhafazakar anlayış olur. Dereleri, gölleri, ormanları, zeytinlik alanlarını, tarım alanlarını betonlaşmaya, mera alanlarına getirdiği yasakçı zihniyetin sonucunda üretimin azalması, taşeron firmaların fazlalığı ile gıdanın pahalı olmasının asıl sebebi iktidarın politikaları olduğu sonucuna rahatlıkla varıyoruz.
İktidar gıdada A’dan Z’ye her kalemde ne zaman bir sıkışma olsa hemen ithalat ile sorunu çözmeye çalışıyor. Neden yurt içi üretimi arttırmayı değil de ithal etmeyi tercih ediyor? İthal etmek daha mı kolay ve karlı?
İthalatta gümrük vergisinin sıfırlanması ile sermaye için ürünü yurt dışından getirmek daha cazip hale geliyor. Çünkü tek amaç var karlılık. Sermaye zarar edeceği hiçbir işe girmeyeceğini de biliyoruz. Kontrol mekanizmaları devre dışı bırakması sonucu istediği ürünü istediği zamanda piyasaya sürme olanakları yakalıyor. Ürün kontrolünde zorluk yaşadığı dönemlerde mesela Tarım Bakanlığı’nı bir genelgesiyle İstanbul Laboratuvar Kontrolü (Halkalı’daki) hemen bir vakıfa devrederek laboratuvarı atıl olan bir yere (İstanbul’daki Yeşilköy Havaalanı’na) gönderip denetimden kaçabiliyorlar. Ülke içerisinde girdi maliyetlerinin çok yüksek olması ve Tarım Mahsulleri Ofisi (TMO), Et Balık Kurumu gibi kurumların insiyatifsizleştirilip ithalat odaklı politikalara yönelmesi tarım alanlarını daha çok maden ve enerji ihtiyacı olarak görüp daha çok burdan doğru bir çıkış arayışı olduğundan şimdilik ithalat devlet için de daha karlı gözüküyor.
Tarım Platformu olarak çiftçinin bu durumu hakkında neler yapmayı planlıyorsunuz? Acil olarak talepleriniz neler?
Tarım platformunun niçin kurulması gerektiği yada hangi ihtiyaç doğrultusunda kurulduğunu ifade etmiştim. Çıkan bir yönetmenlikle tarım alanları sermayeye peşkeş çekilmekte ve oluşan iklim krizi ile birlikte mücadele hattını güçlendirme inancı ile kurulduğunu ifade etmiştim. Sorun çokludur ve kapitalizm kar hırsı ile bu krizden varlığını korumak hatta güçlendirmek için yol ve yöntemde her türlü aracı kullanırken bizlerinde acil olarak çözülmesi gereken ve mücadele edilebilir politikaları maddeler halinde sıralayabiliriz. Elbette sorun ve kriz çoklu olduğu için eksiklikler olabilir ama neoliberalizm karşısında aldığımız tutum çok önemlidir ve bu anlamda bütün kurum kuruluşları Tarım Platformu’na destek vermeye ortaklaştığımız sorunları beraber çözme iradesi göstermeye davet ederek maddeler halinde ön plana çıkan taleplerimizi ifade etmek istiyorum;
– Tarımda ve gıdada yaşadığımız ciddi sorunların çözümü için, alanı serbest piyasanın insafına bırakan mevcut Neoliberal Tarım Politikaları terk edilerek, ivedilikle Kamucu Tarım Politikaları gündeme gelmelidir.
– Anayasanın 166. maddesi gereği tarım sektöründe planlı kalkınma gündeme gelmeli; arazi kullanım planlaması, tarımsal üretim planlaması, sulama planlaması, eğitim-istihdam-yatırım planlaması ivedilikle yaşama geçirilmelidir.
– Sağlıklı planlamalar için güncel ve doğru tarımsal veriler hazırlanarak kamuoyu ile sürekli paylaşılmalıdır.
– Tarımsal kamu yönetimi güçlendirilmeli, Tarım Bakanlığı yeniden yapılandırılmalı, liyakatlı kadrolar yönetime gelmelidir.
– Tarım alanları, çayır ve meralar, zeytinlikler ve diğer dikili alanlar koşulsuz korunmalı, rant amaçlı mevzuat düzenlemelerine izin verilmemeli, üretim alanlarımız amacı dışında kullanılmamalıdır.
– Ormanlarımız, zeytinliklerimiz enerji ve madencilik yatırımları ile yok edilmemelidir.
– Girdi ve ürünlerde dışa bağımlı politikalardan vazgeçilmeli, AR-GE çalışmalarına daha fazla pay ayrılarak girdilerde, tarımsal üretim planlaması ile temel ürünlerde kendimize yeterli duruma gelinmelidir.
– Güvenlikçi politikalar terk edilerek mera alanlarının kullanılmasının önündeki yasaklar kalkmalı, köye dönüş ve üretim için politikalar geliştirilmelidir.
– Ölü bir gezegende yaşam olmaz diyorsak tarım politikaları ekolojik ilke çerçevesinde yapılmalı ve karar aşamalarında bu alanda mücadele eden politika üreten bütün kurum ve kuruluşlar dahil edilmelidir.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER