Künye   Hakkımızda
26 Eylül 2025, Cuma
Politika Haber
  • GÜNDEM
  • EMEK
  • EKONOMİ
  • DÜNYA
  • KADIN
  • GENÇLİK
Tüm Haberler
Sonuç Bulunamadı
View All Result
Politika Haber
Sonuç Bulunamadı
View All Result
Anasayfa Politika'dan Söyleşi

Sinan Dervişoğlu: Yeni olgular ve bilgiler Marksizm açısından yeni problemler ve yeni fırsatlar yaratıyor.

Mustafa Suphi Vakfı kurucularından ve TİP PM üyesi Sinan Dervişoğlu’nun Sovyet Deneyi ve Yarının Sosyalizmi adlı iki ciltlik eseri, Dervişoğlu ile bu önemli çalışmasında tartışılmasında yarar gördüğümüz bazı konuları ele almaya çalıştık. Canut Yayınevi tarafından yayınlandı.

21 Eylül 2025
Facebook'ta PaylaşTwitter'da PaylaşWhatsApp'ta Paylaş

Mustafa Suphi Vakfı kurucularından ve TİP PM üyesi Sinan Dervişoğlu’nun Sovyet Deneyi ve Yarının Sosyalizmi adlı iki ciltlik eseri, Canut Yayınevi tarafından yayınlandı. Dervişoğlu, “Sovyet Deneyine Yeni Bir Bakış” başlıklı birinci ciltte, Sovyet Birliği daha geniş olmak üzere Çin, Küba, Vietnam örnekleri üzerinden “reel sosyalizm” deneyimlerindeki temel sorunları, bu konuda yapılan yeni çalışmaları referans alarak tartışıyor. “Bugünün ve Yarının Sosyalizmi” başlıklı ikinci ciltte ise, deneyimler ışığında ne/nasıl yapılması gerektiğine eğiliyor. Dervişoğlu’nun araştırmasının temel başlıkları devlet (proletarya diktatörlüğü), hukuk, parti, enternasyonalizm ve sosyalist ekonomi oluşturuyor.

Kapitalizmin çok yönlü krizini ancak yeni bir savaş dalgası ile aşmaya çalıştığı ve Gazze’de olduğu gibi soykırım, katliam, ambargolar ile halkların tepesine çöküldüğü bir dönemde “sosyalizmin sorunları”nı tartışmaya açmak her zamankinden daha farklı bir anlam taşıyor. Şimdi zamanı mı diye düşünenler olabilir ama “sosyalizmin sorunları”nı çözümler geliştirmeden halkların nezdinde sosyalizmin itibarını yeniden yukarılara yükseltemeyeceğimizi düşünebiliriz.

Sinan Dervişoğlu ile bu önemli çalışmasında tartışılmasında yarar gördüğümüz bazı konuları ele almaya çalıştık.

Sovyetler Birliği tarihi üzerine yeni araştırmalar ne düzeyde? 72 gün süren Komün, 70 yıl süren SB. Bu tarihin hala kör noktaları var mı? Sosyalizm tarihi açısından çalışılması gereken konu başlıkları nelerdir?

Öncelikle karşı karşıya olduğumuz ilginç bir durumu belirtmek istiyorum. Marksist teori bilimsellik iddiasına sahiptir ve öyledir, bu nedenle de tüm yeni olgularla hesaplaşmak ve bunlarla kendisi arasında rasyonel bir bağ kurmak zorundadır. Hayat sürekli önümüze yeni şeyler çıkarıyor. Fakat bu yeni olgular, bilgiler sadece günümüz ve gelecekle ilgili değil; geçmiş de bir anlamda “yenileniyor”. Elbette geçmişte olanlar değişmiyor, ama geçmişe ilişkin bilgilerimiz sürekli zenginleşiyor. Bu da Marksizm açısından yeni fırsatlar ve yeni problemler yaratıyor (örneğin Göbeklitepe kalıntılarının sunduğu yeni bilgilerle insanlık tarihi de yeni boyutlar kazanıyor).

Sosyalist tarihimiz bakımında da son 20-30 yılda birçok yeni bilgi, belge ortaya çıktı. Bu kitabı 25 yıl önce yazsaydım çok farklı şeyler yazardım. Özellikle Sovyet arşivlerinin açılması ile yeni birçok araştırma gerçekleştirildi. Özellikle herhangi bir önyargıdan azade batılı araştırmacılar, ki bunların çoğu Marksist ya da komünist de değillerdir, cesurca önemli yayınlar yaptılar. Bu araştırmalardan sonra “Soğuk Savaş” dönemindeki iddialarla Batı dünyasında hiç de öyle “bakın gördünüz mü, sosyalizm ne kadar kötüymüş” gibi zafer çığlıkları yükselmedi.

Mesela Grover Furr bazı yayınlar yaptı ve farklı tepkilerle karşılandı. Benim çalışmalarından yararlandığım iki temel kitap var, Kaliforniya Üniversitesi’nden John Archibald Getty bunlardan biri ve bu araştırma ekibinin fon sağlayıcısı Brzezinski’dir. Yani komünizm ile hiçbir ilgilisi olmayan biri. Getty, 90’ların ezberlerini bozan bir dizi konuda arşivlere dayalı yeni bilgiler paylaştı. Örneğin 1937-8 yıllarındaki Bolşevik Parti içindeki tasfiyelerin niçin o kadar dramatik boyutlara vardığını, bunun sadece bir kişinin despotizminden kaynaklanmadığı, partinin yapısının ne kadar sağlıksız olduğu, özellikle Stalin’in –gene birçok insanı şaşırtan şekilde- parti-devlet özdeşliğine son verme girişimi, milletvekili seçimlerde bağımsız adaylara izin verilmesi gibi çabalarının ve bunların nasıl akamete uğradığına dair birçok yeni bilgi ortaya çıktı. Bunlar Sovyetler Birliği’nin tarihini daha iyi anlamamızı sağlayacak yeni bilgiler.

Engels’in de belirttiği gibi, gerçek bir çizgi ise bizim ona yaklaşmamız asimptotiktir, sürekli ona doğru yaklaşırız. Bugün de yeni araştırmalarla sosyalizm tarihi hakkında daha fazla bilgi sahibiyiz. Ama hala aydınlatılması gereken konular var elbette. Rusçam yeterli olmadığı için kaynakları inceleyemedim ama SBKP’nin 19. Kongresi hakkında hala yeterince bilgi yoktur. Sadece Kruşçev ve Malenkov’un raporları yayınlandı ama tartışma tutanakları yayınlanmadı. Arapça yazılmış ikincil bir kaynakta bu kongrede çok önemli tartışmaları yaşandığını öğreniyoruz. Stalin, partide ciddi fikir ayrılıklarının olduğunu, partiyi gençleştirmek gerektiğini savunuyor bu kongrede.

Sovyetler ve diğer sosyalist ülkelerdeki çözülme/çürümenin temel nedeni olarak devlet ve hukuk olgusu üzerine duruyorsunuz. Parti-Devlet-Sovyet özdeşliği olması nedeniyle devleti denetleyecek bir güç kalmadığını savunuyorsunuz. Bu temelde çözüm olarak da devlet-parti(ler)-sivil toplum (Sovyetler, konseyler, halk meclisleri) biçiminde bir yönetim mimarisi öneriyorsunuz. Bu özdeşleşme sorununun sosyalizm açısından önemi nedir? Önerdiğiniz bu üçlü iktidar modeli yine Sovyetlerde olduğu gibi devletin daha da güçlenmesini engelleyecek nasıl bir rol oynayabilir? Ve ayrıca üçlü iktidar modeli devletin ilelebet sürmemesini ve “devletin sönümlenmesi” nasıl sağlanacak?

Parti-Devlet özdeşleşmesi Sovyetler Birliği’nde 75 yıllık bir sorun. Bu sorun bizzat Lenin, Stalin tarafından da dile getirilmiş ama önlem alınmamış, önlem alınması bizzat parti tarafından engellenmiş bir sorundur. Stalin, Jdanov’la birlikte bu soruna el atıyor ama bizzat parti Jdanov’un önerisinin sumen altı edilmesini sağlıyor. “Parti her şeyin üstünde olmalı ve her şeyi yönetmelidir” anlayışı sürdürüldü.

Parti ve devlet bütünleştiği zaman parti parti olmaktan, devlet de devlet olmaktan çıkıyor. Feodal, burjuva ya da proleter fark etmeksizin, devlet insanlardan bağımsız kurallar, yasalar, yönetmelikler vb. üzerinde yükselen kurumlar bütünüdür. Parti ise bir idealistler, gönüllüler birliğidir, irade birliğidir. Parti-devlet özdeşliğinde Parti’nin iradesi devletin yasalarını ve kurallarını sık sık ve rahatça delebiliyor. SSCB’de 1960 sonrası polis bir parti üyesini tutuklamak için partiden izin almak zorundadır; zira suçlanan şahıs partili, suçluyu tutuklayacak olan polis partili, yargılayacak olan yargıç partili vs. Yani hukuksal deyimle ciddi bir çıkar çatışması (“conflict of interest”) söz konusu. Bu da bir çifte standart yaratıyor. Bu nedenle birçok yolsuzluk örtbas ediliyor. Bu devlet tarafı. Parti tarafında ise fikir ve ideal birliği hızla aşınıyor, Parti üyeliği bürokraside yükselmek için bir araç haline geliyor, parti üyeliği imtiyazlar elde etmenin bir aracı haline geliyor ve partiye üye kaydının ticareti yapılır hale geliyor. Kitapta da aktardığımız örneklerde olduğu gibi yer yer Parti mevkileri para ile satılıyor.

Biz emperyalizm olduğu müddetçe sosyalist bir devletin kaçınılmaz olduğunu savunuyoruz. Yani polisimiz, ordumuz, istihbarat örgütümüz olmak zorunda. Ama parti-devlet özdeşliği olmak zorunda değil. Bunun üstesinden gelmek zorundayız. Birincisi, sorgulanmayan bir otorite her zaman yozlaşmaya neden olur. Bu günümüz partileri için de geçerlidir. MK üyelerinin kararlarını sorgulamazsanız berbat bir şeflik sistemi hâkim olur partide. Parti devrim yapmış olabilir ama parti ilelebet doğru yapacak diye bir yasa yok, parti hata yapabilir. Dolayısıyla partinin sorgulanabilir olması gerekir. Bu sorgulamanın yapılabilmesinin araçları, kuralları, imkanları yasal olarak güvenceye alınmış olması lazım. Sadece bir temenni olarak kalmamalıdır. Jdanov, “eleştiri ve özeleştiri Sovyet toplumunun temel özelliği olmalıdır” diyor ama bu temenniden öteye geçemiyor.

Sosyalizm iktidar üzerinden kurulacaktır ve siyasetin temel sorunu iktidarı ele geçirmektir. Fakat herkesin bildiği gibi mevcut burjuva devlet parçalanmalı ve “devlet olmayan bir devlet” kurulmalıdır. Ama bunun dışında bu devletin dışındaki siyasal yaşamı da tanımlamak gerekir. Meşru eleştiri, muhalefet nasıl olmalıdır, her türlü eleştirinin ihanetle özdeşleştirilmesini nasıl ayırt edeceğiz, bu soruların açık seçik cevapları olmalıdır. Sovyet tarihinde bir tane işçi protestosu yoktur örneğin. Bir arkadaşım şöyle bir şey söylemişti; eğer 72 yıl boyunca Sovyetlerde iktidara karşı bir “sivil” protesto olsaydı, sosyalizm yıkılırken de ona sahip çıkan gösteriler olurdu. Bence de haklı bir tespit bu.

Bu nedenle devlet-dışı inisiyatifleri, organizasyonları tanımlamak ve onların güçlendirilmesinin sağlanması gerekir. Bu organizasyonlar demokratik kitle örgütleri, meclisler, konseylerdir, yerel inisiyatiflerdir. Burada ademi merkeziyetçilik savunusu yapmıyorum, merkezi iktidar kesinlikle gereklidir. Ademi-merkeziyetçilik Yugoslavya’da denendi ve bölgesel eşitsizlikler oluştu ve sonradan da etnik iç savaş boyutuna vardı. Fakat bu yerel, sektörel vb. örgütlenmelerin devlet karşısında, parti karşısında bir yetkisi, gücü olmalıdır. Örneğin Jdanov, kitle örgütlerinin kanun yapma yetkisi olmalıdır fikrini savunuyor. Sendikaların, kadın örgütlerinin, meslek odalarının, yerel birliklerin, kooperatiflerin, yerel konseylerin devlet yönetimine, politikaya katkı yapmasının araç ve biçimleri yasal olarak tanımlanmalıdır.

Merkezi devletin sönümlenmesine gelince, iktidarda ya da devlette toplanmış olan yetkilerin yerel inisiyatiflere devri ile olacak bir şeydir. Ama bunun için dünyada emperyalist müdahale durumunun ortadan kalkması gerekir. Fakat bunu beklemeden de bazı adımlar atabiliriz. Bugün ABD’de ya da başka ülkelerde valiler, polis şefleri halk tarafından seçiliyor. Bunlar popülizme neden olabilir ama bunları gerekçe göstererek halkın inisiyatifinin önü kesilemez. Halkın bilgisinin, kapasitesinin, zamanının “kendi kendini yönetme”ye imkân verecek düzeye getirilmesi gerekir. Bu partinin işidir. Parti beş yıllık planla değil, demir çelik üretmekle uğraşmak yerine, kitlelerin devlete karşı uyanıklığının, devletin fonksiyonlarının halka geçmesinin mücadelesini vermeli, bunun moderatörlüğünü yapmalıdır. Bu da farklı bir parti örgütlenmesi modeli gerektiriyor. Sovyetlerde bütün devlet organları parti üyelerinden, partinin yönetici organları da devlet bürokratlarından oluşuyor neredeyse. Örneğin Partinin en üst organı olan Politbüro, devlet başkanı, istihbarat başkanı, savunma bakanı vb. gibi kişilerden oluşuyor. Böyle bir parti devletle bire bir bütünleşmiş demektir ve devleti sönümlendirme görevini üstlenmesi mümkün değildir. Stalin’in de 1945 sonrası bir ara vurgulamaya çalıştığı gibi, parti yönetiminde devlet bürokratlarından çok, sivil güçlü önder kadrolar, siyasi liderler ağırlık taşımalıdır. Parti komünizmi hedefliyorsa yapması gereken budur.

Çalışmanızın temelinde devlet hukuk konusu var. Marx’tan Lenin’e ve devamcılarında ağırlıklı olarak devletin burjuva egemenliğinin bir aracı olarak kabul edildiğini, Lenin’in ise proletarya diktatörlüğünü “hiçbir hukukla kendini sınırlamayan bir iktidar” olarak tanımladığını ve bunların yetersiz ve yanlış bir yaklaşım olduğunuzu savunuyorsunuz. Hukuk konusu aslında başlı başına bir sorun zaten. Marksist hukuk çalışmalarının ne kadar yetersiz olduğuna işaret ediyorsunuz siz de. Sosyalist ülkelerdeki çürüme ve çözülmede hukuk nasıl belirleyici oldu? Bir de hukukun altyapıya dahil bir faktör olduğunu savunuyorsunuz? Bu sav, altyapı-üstyapı ilişkileri bakımından ilk bakışta ters geliyor, bu tezinizi biraz açıklar mısınız?

Lenin bu sözü daha iç savaşın ön günlerinde söyledi. Ama en kanlı iç savaşın bile hukuku vardır, çocuklara dokunmamak, işkence yapmamak gibi. Aynı Lenin, 1921’de başka bir şey söylüyor; “herkes hukuk bilen Sovyet yurttaşı olmalıdır.” Yani hukuk çerçevesinde hakkını arayan, koruyan yurttaşlar olmalıdır.

Sovyetlerde elbette hukuk vardı. Stalin döneminde hazırlanan 1936 SSCB Anayasası dünyanın en ileri ve emekten yana anayasasıdır. Bu anayasanın yazımı sürecinde halktan bir milyondan fazla öneri gelmiştir. Bu bakımdan da demokratiktir. Hatta Anayasa komisyonunun başında da Stalin’den farklı fikirleri olan Buharin vardır. Fakat buna rağmen hukuk teorisi ve bir kurumsal mekanizma olarak hukuk tam oturtulamadı. Kitabımda bahsettiğim Paçukanis, partideki “Sol Muhalefete” mensuptur kendisi, o hukukun sönümlenmesine çok aceleci yaklaşmıştır. Paçukanis, yansıma kuramını kaba bir şekilde hukuka uygulayarak, “sosyalizmde sınıflar yoktur, devlet yoktur, dolayısıyla hukuk da sönümlenmelidir” dedi. Kolektivizasyon sürecinde İçişleri Bakanlığına yargılama ve infaz yetkisi verilmiş, Paçukanis de bunu “hukukun sönümlenmesi” diye selamlamıştır. Bu acı bir durum, zira kendi ensesine inecek bıçağı kendisi bileylemiş oluyor. Nitekim acı bir şekilde Paçukanis, 1937-38 sürecinde yargılanmadan infaz edilmiştir. Bu çok acı bir şey.

İç savaş, kolektivizasyon gibi sosyalizmin kuruluş sürecindeki sert çatışmalar devletin baskı aygıtlarının güçlenip mükemmelleşmesine neden oldu. Fakat bu bir sorundu ve buna bir tedbir alınmadı. Bu tedbir aslında çok açık olarak bu aygıtların keyfiliğini engelleyecek hukuksal bir bilincin ve işleyişin topluma ve devlete egemen kılınması idi. Kulaklar temizlendikten sonra da bu aygıtlar daha da güçlenmeye devam etti ve 37-38 yargılamalarında iş zıvanadan çıktı. Yargısız infazlar, toplu infazlar…. Kırgızistan’da 130 kişiyi kurşuna dizmişler, bir taş ocağında gizlice yapılmış, mahkeme, yargılama olmadan. Dolayısıyla burada yapılan işlemin savunulacak hiçbir tarafı yoktur.

Çok iyi Sovyet hukukçuları da var ama bu güçler dengesi içinde partinin üst iradesi hukuku bypass etti. Kruşçev döneminden sonra “yeniden hukuk devleti olacağız” söylemi öne çıktı ama partinin gücü gene ve yeniden hukukun üstünde olduğu için hukuk gene büyük ölçüde işlevsiz kaldı.

Hukukun Marksist teorideki yerine dair bir kaynak araştırması yaptım. Bizim teorimizin çıkış noktasının hukukun bir sihirli güç olduğu yönündeki burjuva illüzyonları yenmek olduğunu söyleyebiliriz. Yani burjuva toplumdaki “hukukun üstünlüğü” ve “herkesin hukukun önünde eşit olduğu” gibi, “hukuk devleti” gibi yanılsamaları tersyüz etmek. “Kanunların ruhu, mülkiyettir” demiştir Marx. Bu temelde de hukuk sadece üstyapının bir unsuru olarak ele alınmaya başlanmıştır. Ama üstyapı altyapıdan izole, etkisiz bir yapı değildir. Altyapı ile üstyapının birbiri üzerindeki etkilerini görmeden toplum analizi yanlış olur. Hukuk altyapının işleyişinde etkili bir güçtür. Burjuva toplumda da hukuk güçler dengesinin yansıması mıdır? Yoksa hukukun bir gücü var mıdır? Fransız bir Marksist hukukçu, organizasyon hukuku ile tahakküm hukuku arasında ayrım yapar. Tahakküm hukuku, egemen sınıfın diğer sınıflarla (temelde işçi sınıfı ile) ilişkileri düzenlerken, organizasyon hukuku egemen sınıfın iç ilişkilerini düzenliyor. Tahakküm hukuku, iş kanunu, grev, sendika kanunu ve benzeridir. Bunlar güçler dengesinin yansımasıdır. Ama organizasyon hukuku farklı bir şeydir. Borçlar kanunu, bankacılık kanunu, vergi kanunları, rekabet kanunları vb. organizasyon hukukunu oluşturuyor. Bunlar ekonominin ve devletin işleyişinin düzenlenmesini sağlar. Bunlar insanların iradelerinin dışında içselleştirilmiş hukuktur. Yani burjuvalar da vergi ödemek istemez ama ödemediklerinde sistemin işlemez hale geleceklerini bildikleri halde vergi öderler vs. Bizim de sosyalizmde bir organizasyon hukukuna ihtiyacımız var. Zaten bir “tahakküm hukuku”muz olacak ama organizasyon hukukunu da geliştirmek zorundayız.

Birçok yerde devletin bir özne olduğunu ileri sürüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Devlet nasıl bir öznedir? Burjuva devleti tanımlarken burjuvazinin “ekonomik bilinç”i, devletin “siyasi bilinç”i temsil ettiği ayrımına gidiyorsunuz? Burjuvalar sadece kısa vadeli ekonomik çıkarları peşinde koşan tipler midir? Kapitalizme yön veren fikirler (örneğin Keynescilik, neoliberalizm, vb.) devlet ya da siyasetçilerden değil, burjuva bilim insanlarından, iktisatçılardan çıkan fikirler değil midir? Ekonomik bilinç-siyasal bilinç arasındaki ayrım işçi sınıfının kendiliğinden bilinci ve hareketi ile parti ilişkisi bakımından da önemli bir konu olduğu için burada biraz daha açabilir misiniz? Devlet ile sınıf ilişkiisi nasıl bir ilişkidir?

Devletin tanımında mevcut araçsal (enstrümental) yaklaşım bizi her yönlü sınırlıyor. Engels’in tanımı ile Lenin’in devlet tanımı arasındaki farklılığa vurgu yaptım. Engels, “devletin rolü sınıf mücadeleleri sonucu toplumsal yaşamın dağılıp parçalanmasını engelleyecek tedbirler almaktır” derken, Lenin, devletin baskı aygıtı rolüne vurgu yapar. Devlet sınıfsal bir doğaya sahiptir çünkü korumaya çalıştığı sistem, düzen, sınıfsal çelişkilere bölünmüş ve bir sınıfın diğer sınıfı sömürdüğü bir sistemdir. Bu sistemden kim en fazla yararlanıyorsa devlet de mevcut düzeni korurken fiilen o sınıfı korumuş olmaktadır. Diğer taraftan sömürüye karşı gelişen hareketler sistemi yıkıma uğratarak devleti de yıkıma uğratacağı için devlet kendini savunmak için de bunlarla savaşır. Yani devletin sınıfsallığı, sanayi odasından emir almak değil, sanayi odasının (ve genel olarak burjuvazinin) “asıl kazanan” olduğu bir toplumsal sistemi ayakta tutma iradesinde somutlaşır.

Araçsal tanımda mantıksal bir hata da vardır. Devlete “araç” dediğimizde onun belli bir bilinçten, akıldan yoksun olduğunu da ima etmiş oluruz. Kalem gibi, araba gibi. Bunlar gerçekten araçtır ve hiçbir “akla” sahip değildir. Halbuki biz “devlet aklı”ndan bahsederiz. Devlet bir araç ise bu aklı kim üretmektedir? Verilebilecek tek cevap “burjuvazi” olmaktadır. Ama tek tek patronlar ya da onların mesleki örgütleri bir sınıf olarak ekonomik çıkarlarının temsilcisidir ve bir “siyaset üreticisi” değildir. Bu nedenle devleti burjuvaların ekonomik çıkarları doğrultusunda yönlendirdikleri basit bir araç olarak görmek yanlıştır. TÜSİAD 12 Eylül darbesinin en büyük destekçisidir ama aynı kurumun Kürt raporu devletten büyük tepki aldı. TÜSİAD’ın ekonomik aklı ile devletin siyasi aklı başka programlar savundu. Sizin değindiğiniz Keynesçilik örneğinde de, Roosevelt, Keynes’in ekonomi teorisini benimsedi ama iş dünyası bundan pek memnun olmadı, onlara rağmen uygulandı. O dönem Amerikan burjuvazisinin tercihinin Mc Arthur gibi bir askeri diktatörlük olduğunu biliyoruz. Roosevelt, bir anlamda Amerikan burjuvazisine “rağmen” (ya da onları zorlayarak) kapitalizmi kurtardı.

Marx’ın Engels’in de çalışmalarında da İngiliz devletinin çıkardığı bazı kanunların, yönetmeliklerin burjuvaların muhalefetine rağmen çıkarıldığını belirtirler. Çalışma kanunları, iş saatleri gibi kanunlar. İngiliz devleti bu kanunları çıkarmasa Fransız devrimi türü bir isyanla karşı karşıya kalacaklarını düşünüyor, hissediyor. Çartistleri kurşuna dizen, ama bu çalışma kanunlarını çıkaran şey devlet aklı dediğimiz şey. Devlet böyle bir öznedir. Yani dizilerdeki gibi bir “Baronlar Toplantısı” tarafından yönetilen bir devlet değil kastettiğimiz. Devlet aklı ise devleti oluşturan kurumların güç ve eğilimlerinin bir bileşkesidir. Askeriye, yargı ve sivil bürokrasi, hükümet, parlamento, dış işleri bakanlığı, istihbarat vb. Bunlar arasındaki güç dengesi de stabil değil sürekli olarak devingendir.

Bu tartışmada sosyalist devletin de bir yabancılaşma olduğunu görmemiz gerekir. Devletin yönetiminde işçiler olsa da bir süre sonra birer bürokrata dönüşmektedirler. Bunu engelleyecek mekanizmalar nelerdir, cevabını aramamız gereken soru budur.

Kitapta genel olarak herkesin kendi meşrebince yaptığı dönemlendirmelerin doğru olmadığını söylüyorsunuz. Komünist harekette genellikle Stalin sonrası revizyonizm, Troçkistler açısından da Lenin sonrası “karşı devrim” vs. olarak görülüyor. 70 yıllık Sovyetler Birliğinin bütün dönemlerini sosyalizm olarak ele almanın bir maddi temeli var mı? Örneğin Kruşçev ya da Gorbaçov dönemini hala sosyalist olarak görmenin maddi temeli nedir?

Sonuçta bütün üretimin halk yararına, tüm ekonominin ihtiyaçlara göre planlandığı bir sistemden bahsediyoruz ve bu anlamda bir süreklilik var. Brejnev, Gorbaçov dönemlerinde bile hala eğitim, sağlık ve konut ücretsiz, işçilerin birçok hakkı var, vs. Emekliye ayrılmış biri geçinmek bir tarafa, torunlarını bile tek başına büyütebiliyordu. Esas olarak üretilen zenginliklerin hepsi “kâr için” değil halkın ihtiyaçlarını karşılamak için üretiliyordu ve halka ulaşıyordu. Yegâne istisna bürokratların yolsuzluk yaparak ceplerine attıkları üç-beş kuruş ve kalitesiz ya da kötü yönetim dolayısıyla halka ulaşmayan tüketim ürünleri idi. Bunları o dönem eleştiren bazı arkadaşlar bu çarpıklıklara “kapitalizm” yaftasını yapıştırıyorlardı, ama “kapitalizmin” gerçekte ne olduğunu yıkımdan sonra gördük. Sovyetlerde o dönemlerdeki yolsuzluklar ile bugünkü oligarkları ya da ultra zenginleri karşılaştıramayız bile. Brezinski bile, halk tabakalarına yükselme olanaklarını sunma bakımından Sovyet toplumun batı toplumundan kat be kat üstün olduğunu 1970’lerde kabul eder. Kömür işçisi Kruşçev başbakan olmuştur. Uzaya giden ilk kadın astronot bir tekstil işçisidir. Büyük besteciler halk çocuklarıydı. Her dört Sovyet işçisinden bir üniversite mezunuydu. Sosyalizmde yozlaşmanın artık son demlerinin yaşandığı yıllarda Çernobil’de itfaiye işçileri öleceklerini bile bile “sıfır noktası”nda çalıştılar, halk için hayatlarını feda ettiler. Sonuçta problemli ve çarpıklıklar içeren bir yapı vardı, ama sosyalizmin temel ekonomik ve ideolojik değerleri son dakikaya kadar şu ya da bu ölçüde varlığını korudu.

Siz, hem çok partili sosyalizmi savunuyorsunuz hem de bugün kapitalizme karşı mücadele eden birçok özne olduğunu dolayısıyla devrime ancak “çok özneli öncülük” olabileceğini savunuyorsunuz. Bu teziniz, örneğin Lenin’in ve Gramsci’nin hegemonya tezinden farkı nedir? Devlet ve parti olgusunu tartışırken, tarihte zorun rolü üzerine pek durulmadığı izlenimine kapıldım. Öncülük, devrim, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, burjuva devletin dağıtılması zor olmadan gerçekleşmeyeceği bütün devrim deneyimlerinin sabiti. Ve bu “çok özneli öncülük” zora (ve gizliliğe) dayalı devrim tezi açısından nasıl formüle edilebilir?

Buradaki “çok parti-tek parti” tartışmasını mutlaklaştırmamak, her ülkenin somutunda değerlendirmek lazım. Örneğin Küba’da tek parti vardır ama Castro’nun dediği gibi “Küba’da şu anda kurulacak herhangi bir ikinci parti ABD’nin partisi olacaktır”. Çok partili olmayı parti sayısı olarak değil de, çok sesliliğin sağlanması, eleştiri-özeleştiri mekanizmalarının hukukun güvencesi altına alınmış olmasını, yani devleti ve partiyi denetlemeyi sağlayacak kurumlar, pratikler bakımından düşünülmesi gereken bir seçenek olarak görmek gerekir. Tek partili olabilir; ama o zaman o parti kendi içinde çok sesliliği garanti altına almalıdır.

Klasik devrim anlayışımız işçi sınıfı ve onun tek partisi üzerinden gelişen bir varsayımlara dayanıyor. Sovyetlerde devrim üç partinin ittifakı ile gerçekleşti. Ama bu ittifak sürdürülemedi, Bolşevik parti dışındaki partiler bir şekilde yasaklandı. Günümüzde kapitalizme karşı mücadeleyi sadece biz komünistler yürütmüyoruz. Kadın hareketi, ulusal hareketler, yerliler, çevreci hareketler, vb. Dolayısıyla bunlarla birlikte devrimci süreci örmek görevi ile karşı karşıyayız. Yani bu hareketleri sadece bir partinin katı hegemonyası altına almak değil, devrimci bir konsensüs üzerinden önderlik etmek gerekir. Öncülük sürekli hak edilmesi, her süreçte üretilmesi gereken bir şeydir. Doğu Avrupa’daki 1945 sonrası halk iktidarları başlangıçta halkın büyük desteğini aldılar (bu anlamda gerçekten öncüydüler) ama bir süre sonra izlenen yanlış politikalar sonucu halk desteğini yitirmelerine rağmen salt devlet gücüne dayanarak hüküm sürdüler, bunu da “öncülük” sanmaya ya da öyle sunmaya devam ettiler. Bu, kaçınmamız gereken bir illüzyondur.

Artık tek başına iktidara gelmek pek mümkün değil. Bu kadar örgüt, parti, hareket çeşitliliğini içermeden, onlarla şimdiden anlamlı ve devrimci ortaklıklar kurmadan iktidara gelmek çok zor, hatta tercih de edilmemeli. Birlikte bir mücadele ve iktidar olma tercih edilmeli.
Devrim illa ki zoru gerektirir. İngiltere’de bile bu kaçınılmazdır. Parti bu zoru en iyi örgütleyen odak olarak kendini konumlandırabilir, ama bunda bile diğer müttefiklerin onayını, rızasını almak gerekir. “Tüm güç bende, ben yaptım oldu”cu bir yaklaşım önderlik tarzı olarak reddedilmelidir. Önderlik, emekçi ve devrimci özneler arasında konsensüsü esas alan bir tarzı hâkim hale getirilerek uygulanması gerekir.

Gerek SB, gerekse de bugünkü Çin, Küba ve Vietnam gibi ülkeleri değerlendirirken, ekonomik gelişme bakımından piyasanın kilit bir rol oynadığını, ürün kalitesi, çeşitliliği yaratmak vb. için piyasanın ve küçük işletmeler, kooperatifler vb. arasında rekabetin örgütlenmesi gerektiği tezi ve sosyalist bir ekonomide piyasanın bu rolüne izin vermek gerektiğini söylüyorsunuz. Bu teziniz “piyasa sosyalizmi” tezlerinden farkı nedir? Piyasa olmadan kalite olmuyor, kalkınma olmuyor demek, sosyalist bir ekonominin imkânsız olduğu anlamına gelmez mi?

Örnek olarak baktığımız ülkelerin tarihine bakarak bu soruya somut olarak cevap vermek lazım. Örneğin Çin’de komünistler çok geri kalmış bir ülkede iktidarı aldılar, klasik sosyalist ekonomik ilkeleri uygulamaya çalıştılar, ama açlık sorununu dahi çözemediler. Sonra da üretici güçler gelişsin diye kontrollü bir piyasaya izin verdiler. Bu aslında bir mücadele. Çin, ekonomide piyasanın (dolayısıyla yeni zenginlerin) önünü açtı, ama siyasette hiçbir hak tanımadılar. ÇKP’de bu kesimlerden üye sayısı neredeyse sıfıra yakın. “Zenginlerin” de bir kısmı, bizzat parti görevlendirmesi ile ticarete atılmış genç kadrolar ve Parti’nin mutlak denetimi altındalar. Çin’de “serbest piyasa” değil, kontrollü bir piyasa var. Örneğin bir şirket ya da yatırımcı istediği yerde ve istediği sektöre yatırım yapamaz, devlet organları tarafından bölgenin ihtiyaçlarına göre yönlendirilir. Öte yandan para tümüyle devletin tekelinde (finans kapital yok). Örneğin Amazon’un rakibi Alibaba bir finans şirketi kurmaya çalıştı. Bu Çin’in kırmızı çizgisi olduğu için Alibaba’nın sahibi Jack Ma yönetimin hışmına uğradı ve geri çekildi. Keza ideoloji, medya alanında da bu şirketlerin bağımsız bir güç sahibi olmasına izin verilmiyor.

Bu Çin’e özgü bir şey. Bunu bir model olarak göremeyiz. Stalin’in 1929 kalkınma hamlesi, 20.yüzyılın mucizesi sayılır. Japon “mucizesi” bile bunun yanında basit kalır. SB, beş yılda çelik üretiminde İngiltere’yi geçti. Mao’nun bu kalkınmaya getirdiği bir eleştiri var, Mao diyor ki, SB ağır sanayi alanında büyük başarılar elde etti ama tarım ve hizmet/tüketim alanında başarısız kaldılar. Üç ayak üzerinde yürümeleri gerekirken tek ayak üzerinde yürüdüler. Buradaki sorun nereden kaynaklanıyordu? Bence bu iki alan, yani tarım ve hizmet/tüketim alanı geleneksel ve rijit planlama yöntemleri ile yönetilmesi zor alanlardır. Ağır sanayide planlama çok daha kolaydır. Kalem ve işlem sayısı sınırlıdır, hedefler, kalite kriterlerinin ölçülmesi, hesaplanması kolaydır. Ama tüketim alanında böyle bir sınırlılık mümkün değildir. Yüzbinlerce kalem var, bunların kalitesi, gerçekten halkın ihtiyaçlarını karşılıyor mu, kaliteli mi vb. Bu soruların cevabını bulmak, bunları ölçmek, merkezden planlamak kolay değildir. Bunun en kestirme yolu, üreticiler arasında piyasada rekabet örgütlemek, birer tüketici olarak emekçilere seçim şansı sunmak. Piyasada en çok beğenilen ürün satılacaktır. Tüketim sektöründe rekabetin iyileştirici bir rolü var. Elbette bunun alternatifi olarak “sosyalist bilince ve idealizme sahip üreticiler, ürünlerin de en kalitelisini üreteceklerdir” şeklinde bir iddiada bulunulabilir; ancak bu en fazlasından bir tahmin olabilir. Çünkü her üretici çok iyi sosyalist bilince sahip olmayabilir. Diğer taraftan “önce sosyalist insanı yetiştireceğiz sonra sosyalist ekonomiyi inşa edeceğiz” de diyemeyiz. Çünkü iktidarı ele geçirdiğin andan itibaren halkın en temel ihtiyaçlarını karşılamak görevi üzerinizdedir. Kaldı ki sosyalist insanın yetişmesi çok uzun bir süreçtir, ekonominin başarısı ya da işlerliği buna indekslenemez. Sovyet ekonomisinin kanayan yarası üretilen ürünlerin kalitesiz, hatta bozuk üretilmesidir.

Diğer taraftan sosyalizm devletçilik ve planlama değildir sadece. Sosyalizm, fabrikaların işçiler tarafından yönetilmesidir. İşçiler kendilerinde bu inisiyatifi görmediklerinde, fabrikanın başına bir memur atayıp üretimi sürdürdüğünüzde yabancılaşma devam ediyor demektir. Lenin döneminde, bir zorunluluk gereği, böyle yapıldı. Burjuva uzmanlar üretimin yönetimine getirildi. Bu uzun süre devam etti. Ama fabrikanın yönetiminin kollektifleşmesi sağlanmadı. Uzmanların yönetimi devam etti. Dolayısıyla yöneticinin, uzmanın işçi kökenli ya da burjuva kökenli olmasının önemi kalmadı, çok iyi eğitimli bir komünist de olsa, uzmanların yetkisine dayalı yönetim modeli, işçilerin yönetimden uzaklaştırılması ile sonuçlanarak, bürokrasi, yozlaşma, yabancılaşma üretmeye devam etti.

Uzaya astronot gönderen, çok büyük bilim adamlarını yetiştiren SB, tıraş bıçağı üretemeyecek kadar hizmet alanında başarısız kalıyor, penye iç çamaşırı 1980’lerde bile bilmiyorlar, bu inanılmaz bir durum. Ayrıca bir de dışa kapalılık söz konusu. Böyle bir durumda, pratik olarak, devletin ürettiği ile küçük üreticilerin, ya da emekçi kooperatiflerinin ürettikleri arasında bir rekabetin sağlanması, kendiliğinden bir kalite kontrolü sağlayabilir. Türkiye’de bugün 200.000 civarında küçük işletme var, bunların devrimden sonra direkt devletleştirilmesi söz konusu olmamalı. Vergisini ödediği, işçi hakları başta olmak üzere sosyalizmin kanunlarına saygı gösterdiği müddetçe üretmeye devam edebilirler.

Burada asıl hedef, devletleştirme değil, işçilerin fabrika yönetimine talip olması ve bizzat onlar tarafından yönetilmesidir. Devletleştirdiğimiz işyerlerinde burjuva uzmanlar yerine sosyalist uzmanları getirmemiz yönetim biçimini değiştirmiş olmuyor. Bütün çalışanların üretim sürecinin üzerinde söz, yetki, karar sahibi olmasını sağlamamız lazım. Bu söylendiği kadar kolay bir iş değildir; ciddi bir zaman alacaktır, ama bu süreci örgütlemek de komünist siyasi öznenin (ya da öznelerin) misyonu olmalıdır. Bunu sağlayana kadar üretimde rekabeti kontrollü bir şekilde bizzat örgütlemek zorundayız. Yani bir piyasa anarşisine neden olmamak lazım. Finansın devlet elinde olduğu koşullarda yapılabilir bu.

Ekonomiyi yönetmek için de tek yol da planlama ile işyerlerine komut verme değildir. Finansal yöntemlerle, vergilerle, ihracat-ithalat politikası, teşvikler, kredi düzenlemeleri ile de ekonomiyi yönlendirmek ve planlamanın hedeflerine ulaşmak mümkündür.

SB tarihi açısından olduğu kadar enternasyonal komünist hareket açısından kritik tartışmalardan biri, ““Tek Ülkede Sosyalizm” tezi. Aslında bu tezden önce gelen bir başka tez de, Lenin’in emperyalizm teorisine bağlı olarak devrimin merkezinin Avrupa’dan Doğu’ya kaydığı tezi var. Bu tezlerin yeterli ampirik ve teorik araştırmaya dayanarak değil de Almanya devriminin gerçekleşmemesinin getirdiği inkisar-ı hayalle mecburen geliştirilen tezler olduğunu anladım kitabınızdan. Bugün açısından yeni sosyalizm tartışması için bu tezler ne kadar önemli, belirleyici?

Tek ülkede sosyalizm kaçınılmaz bir şeydi. Kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada tek bir ülkede sınıfsız (komünist) bir toplum elbette yaratılamaz, ama bu sürecin başlangıcı olarak sosyalizmin inşasına tek ülkede başlamak mümkündür, gereklidir. Bunu savunmaya devam etmemiz gerekir. SB’de sorun, bu yaklaşım sonucu kendi kendine yeten bir ekonomi/toplum yaratma hedefiyle tam bir kapalı topluma dönüşmüş olmasıdır. Yanlış buradadır. SB kendi dışındaki dünya ile değil rekabete, canlı bir ekonomik ilişkiye dahi girmedi. Buna ek olarak radyo, televizyon yasaklarını ekledi. Dışa kapalı bir toplum büyük bir risktir ve keyfiliğe, yozlaşmaya son derece açıktır.

Sosyalist bir Türkiye’nin siyasi, ideolojik alanda elbette gerektiğinde sert tedbirleri olacaktır ama başka ülkelerle, kapitalist ülkelerle ekonomik bağlarını tamamen kesmesi mümkün değildir, gerekli değildir. Önemli olan bunları yönetebilmektir.

Devrimin doğuya kayması sorunu ise, basit bir yer değiştirme değildir. 1917 sonrası Marksist Leninist fikirler önce en gelişmiş kapitalist ülkelerin taşrası, “gecekondusu” sayılabilecek Orta Avrupa, Balkanlar, İber yarımadası gibi ülkelerde, sonra da Güney Amerika, Çin, Uzak Asya gibi dünyanın “köyleri” arasında büyük karşılık buldu. Güçlü işçi hareketlerinin olduğu merkez ülkelerde sosyal demokrasi güçlü çıktı ve komünist partiler bu işçi sınıfı içinde etkili bir güce erişemedi, bir iki istisnai durum dışında. Bunun üzerine düşünmemiz lazım.

Günümüzde dört bir kıtada antikapitalist, sosyalizme doğru birçok hareket var. Er ya da geç bunlar sosyalist bir devrimi doğuracaktır. Fakat şu soruyu sormamız gerekiyor: Sovyetler Birliği’nde kurduğumuz sosyalizm ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfı içinde niye karşılık bulmadı (hala da bulmuyor)? Bunun üzerine düşünmeliyiz. Burada iki temel şeye dikkat çekmek lazım. Birincisi, Rosa Luxemburg’un da sakıncalarına dikkat çektiği gibi, Rusya’da belli koşullarda başarılı olmuş bir parti model ve kültürünü, Bolşevik çerçeveyi, tüm dünya devrimci işçi hareketine model olarak sunmak ve empoze etmek doğru muydu? İkincisi, Rusya’daki kurduğumuz sosyalizmin –bütün başarılarına rağmen- Avrupa’daki dürüst bir sosyalist işçiyi cezbetmemesinin nedeni, sadece reformist şeflerin karşı propagandası mıydı? Burada özellikle basın özgürlüğü, ifade ve toplanma hakları, tartışma ve fikir özgürlüğü gibi kavramların bizim literatürümüzde algılandığı gibi “burjuva” kavramlar değil, bizzat Avrupa işçi hareketinin mücadelesi ile hayata geçmiş ve ete kemiğe bürünmüş kavramlar olduğunu görmemiz lazım. Birinci ve İkinci Enternasyonallerde örgütlenmiş Avrupa işçi sınıfının en önemli mücadele gündemleri genel oy hakkı, kadın hakları, sansüre karşı mücadele, basın özgürlüğü, dernek ve parti kurma özgürlüğü gibi kalemlerdi ve bugün Avrupa’nın toplumsal yaşamına değer katan bütün bu unsurlar işçi sınıfının dişi ve tırnağıyla verdiği mücadelenin kazanımları oldular. Bu hedefler için hem mücadele etmiş olan, hem de onlara değer veren bir işçi hareketinin bu hakların “devrimin çıkarları” adına (ne yazık ki geçici değil sürekli olarak) budandığı ve sınırlandığı bir toplumsal yapıyı benimsemesi söz konusu olamadı. Bugün de 21.yüzyılda kurulacak sosyalist iktidarlar, burjuvazinin direncini kırmak için ne denli sert tedbirler alacak olursa olsunlar (ki muhtemelen alacaklardır) belli bir süre sonra mutlaka emeğin değerleri temelinde ve dünyadaki her işçiye cazip gelecek bir fikir ve ifade özgürlüğünü inşa etmek zorundadır.

Sosyalizm deneyimlerine dair ampirik tartışmaların dışında tarihsel materyalizm açısından temel önemde olan geçiş sorununa kitabınızda pek değinmemişsiniz. Bir toplumsal formasyondan bir diğerine geçişin koşulları, biçimi vb. nasıldır, konusu. Marksist iktisatçılar arasında bir dönem bu geçiş sorunu tartışılmış ama sonuca da bağlanmadan kaldı. Feodalizmden kapitalizme geçişteki yasallıkların kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde geçerli olmadığı, bu geçişin yukarıdan (siyasi iktidar eliyle) aşağıya doğru örgütlenmesi gerektiği tezi, devlet ya da proletarya diktatörlüğü, parti, iradecilik, öncülük ve hegemonya ve daha bir dizi tartışmanın zemini. Bu tartışma hakkında ne düşünüyorsunuz?

Burada teorimizdeki geleneksel yaklaşım malumdur: Feodalizmden kapitalizme geçişte yeni toplumun üretim ilişkileri bizzat eski toplumun bağrında doğar, gelişir, olgunlaşır. Sonunda da bu ilişkiler kendilerine uyan bir siyasal iktidar arayışına girerler ve burjuva üretim ilişkilerinin taçlanması olan burjuva siyasal devrimler olur. Sosyalizm için bu söz konusu değildir, sosyalist üretim ilişkileri kapitalizmin bağrında gelişmez. Sosyalist siyasal devrimle iktidar ele geçirilir ve o iktidar üzerinden yeni üretim ilişkileri ve ekonomik altyapı inşa edilir.

Bu yaklaşım çok yanlış olmamakla birlikte geliştirilmeye muhtaçtır. Temel sorun gelecekteki sosyalizme ait tüm kazanımları siyasal iktidara ve güce endekslemiş olmasıdır, öbür 2 düzey olan ekonominin ve ideolojinin (ideolojik hegemonyanın) özgüllüğünü ve bu alanlara özgü görevleri göz ardı etmesidir.

Ekonomiden başlarsak, kapitalist toplumun bağrında Owen’vari sosyalist adacıklar, ya da Proudhon’un öngördüğü, iktidardan bağımsız bir sosyalist ekonomi mümkün olmamakla birlikte Marx’ın bir tespitini hatırlamak gerekir: Marx 19.yüzyıl İngiltere’sinde işçiler tarafından yönetilen işletmeleri (Rochdale örneği) çok olumlu bulmuş ve bunları (kapitalizmi tümüyle aşmış olmamakla birlikte) “mevcut toplum içinde gelecek toplumun müjdecileri, filizleri” olarak selamlamıştır. Aynı şekilde Birinci ve İkinci Enternasyonal dönemlerinde bu işçi kooperatifleri (hem tüketim, hem de üretim kooperatifleri) oldukça ciddi bir faaliyet alanıydı. Tüm ekonomik inşayı devrim sonrasına ve devlete yönlendiren yukardaki klasik anlayış çerçevesinde 1917 sonrası komünist geleneğimizde kooperatif hareketi asla önemli bir gündem maddesi olmadı. Ancak bugün yeniden 2 alanda bu “işçiler tarafından yönetilen işletmeler” olgusu karşımıza çıkıyor: Bir yandan ileri Avrupa ülkelerinde, özellikle neoliberal saldırı sonrası kapanma olgusuyla karşı karşıya kalan bazı (sınırlı sayıda) işyerlerinde yönetim işçiler tarafından üstlenildi (İtalya, İspanya ve Fransa’da); öte yandan başka bir coğrafyada, Hindistan’da Hindistan KP (M) yönetimindeki eyaletlerde (Kerala ve Batı Bengal) çok güçlü ve başarılı kooperatif modelleri gelişmeye başladı. Burada gelecek açısından önemli olan, elbette “devrim olmadan bu kooperatifler yoluyla sosyalizme geçmek” gibi bir ütopya değildir. Mühim olan emekçilerde “üretimi bilfiil üstlenme ve yönetme” bilincinin ve iradesinin gelişmesidir ve bu bilinci geliştirmek için devrimi beklemek şart değildir. “Başımızda bir patron olmadan da biz bir işyerini yönetebiliriz, üretim için kâra susamış bir patrona ihtiyaç yok” fikri toplumu da sosyalizm yönünde etkileyecek önemli ve değerli bir fikirdir. Ancak bunun da ötesinde patron tarafından yönetilen iş yerlerinde dahi, örgütlü bir işçi sınıfının fabrika yönetimine katılması, üretim için görüş ve öneri bildirmesi, kısaca üretimi ilerde üstelenmesini sağlayacak bilgi birikimini sağlaması oldukça önemlidir. Bu konuda elde edilecek her birikim, hem sosyalist devrim fikrinin haklılığını güçlendirir, hem de devrim sonrasında sosyalist bir altyapının kurulması sürecini çok daha başarılı ve verimli kılar.

İdeoloji alanı ise bir diğer konudur. Sovyet deneyi, sosyalizmin ideolojik hegemonyasının zayıfladığı koşullarda en güçlü ve sert devlet aygıtlarının dahi devrimin kazanımlarını korumaya yetmediğini göstermiştir. Temel hatamız ise ideolojik hegemonyayı (tıpkı ekonomi gibi) salt devlet iktidarı üzerinden kurmaya çalışmamızdır. Sosyalizm için bu kadar hayati olan ideolojik hegemonya salt devletin propaganda aygıtı ve (ne kadar güzel olurlarsa olsun) marşlar ve afişler ile sağlanamaz. İdeolojik hegemonya, hayatın tüm alanlarında yeni bir ahlakı ve kültürü öne çıkaran, bunun mümkün olduğunu gösteren ve (en önemlisi) her türlü otoriteden bağımsız, hiçbir maddi veya siyasi karşılık beklentisi olmayan ideolojik pratiklerle (Lenin’in bir Cumartesi gönüllü bedava çalışma girişimi olan Subbotnik örneği gibi) mümkündür. Bu ideolojik pratikleri geliştirmek ve yaymak da komünist öznenin, Partinin bir diğer hayati görevidir.

(Söyleşi Politika gazetesinin Haziran/Eylül 2025 tarihli 96.sayısında yayımlanmıştır.)

İlgili Haberler

Ömer Ağın: Öcalan’ın çağrısı ile yeni bir mücadele dönemi başlamıştır
Politika'dan Söyleşi

Ömer Ağın: Öcalan’ın çağrısı ile yeni bir mücadele dönemi başlamıştır

14 Mart 2025
Halit Erdem: Barış için büyük çaba harcamamız gerekiyor
Gündem

Halit Erdem: Barış için büyük çaba harcamamız gerekiyor

20 Şubat 2025
Yasin Duman: Rojava’daki demokrasi modeli, sınırları aşan bir demokratik yönetim anlayışı sunuyor
Politika'dan Söyleşi

Yasin Duman: Rojava’daki demokrasi modeli, sınırları aşan bir demokratik yönetim anlayışı sunuyor

3 Şubat 2025
“Açık, özgür, mücadeleye dönük” bir tartışma yapmalıyız
Gündem

“Açık, özgür, mücadeleye dönük” bir tartışma yapmalıyız

13 Ocak 2025
Yarını Bugünden Kuralım!
Politika'dan Söyleşi

Yarını Bugünden Kuralım!

12 Mayıs 2024
Murat Çepni: Ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışan siyaset anlayışına karşı çıkıyoruz
Politika'dan Söyleşi

Murat Çepni: Ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışan siyaset anlayışına karşı çıkıyoruz

22 Mart 2024
Politika'dan Günün Yorumu
CHP’ye kayyum ve mücadele
Politika'dan Yorum

CHP’ye kayyum ve mücadele

Politika Haber
6 Eylül 2025
Politika'dan Söyleşi
Politika'dan Söyleşi

Sinan Dervişoğlu: Yeni olgular ve bilgiler Marksizm açısından yeni problemler ve yeni fırsatlar yaratıyor.

Politika Haber
21 Eylül 2025

EN SON HABERLER

Ankara Büyükşehir Belediyesi, kentten belli araçların geçişini yasakladı

Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne soruşturma: 5 kişi tutuklandı, 9 kişi serbest

26 Eylül 2025
Yarın için fırtına uyarısı: Feribot seferleri iptal edildi

Güney Marmara’da yarınki bazı feribot seferleri iptal edildi

26 Eylül 2025
Kürt basının hafızası: Yeni Yaşam vardığımız yerdir

Yeni Yaşam gazetesi ve ETHA’nın X hesaplarına erişim engeli

26 Eylül 2025
İran’ın Rusya Büyükelçisi Celali: Moskova, İran’da yeni bir demiryolu yatırımı yapmak istiyor

İran ile Rusya arasında 25 milyar dolarlık nükleer santral anlaşması

26 Eylül 2025
Trump, selefi Biden’in aldığı 78 kararı iptal etti

Trump: Gazze konusunda anlaşmaya vardığımızı düşünüyorum

26 Eylül 2025
İran’daki tutsaklar: İdamlarda artış var

320 gündür açlık grevinde olan Yılmaz’ın durumuna dikkat çekildi

26 Eylül 2025
Beştaş: Çözüm İmralı tecridinin kaldırılmasıdır

“Kürtler varlık mücadelesinden haklarını kazanma aşamasına geçti”

26 Eylül 2025
Politika Haber

© Tüm hakları saklıdır
Politika Haber'de yayımlanan yazı, haber, fotoğraf ve videoların her türlü telif hakkı Mustafa Suphi Vakfı'na aittir. İzin alınmadan, kaynak gösterilmeden ve link verilmeden alıntılanamaz.

Bizi Takip Edin

Kurumsal

Künye

Hakkımızda

Çerez Politikası

Gizlilik Politikası

Kullanım Koşulları

Politika Haber, MA ve SPUTNIK abonesidir.

© 2025 Politika Haber - Büyük İnsanlık İçin Politika!

Sonuç Bulunamadı
View All Result
  • Politika’dan Yorum
  • Politika’dan Söyleşi
  • Gündem
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Ortadoğu
  • Kadın
  • Gençlik
  • Göçmen
  • Emeklilik
  • Eğitim
  • Doğa
  • Tarih
  • Kültür
  • Sağlık
  • Teknoloji
  • Spor
  • Video Haber
  • Foto-Galeri
  • Tüm Haberler

© 2025 Politika Haber - Büyük İnsanlık İçin Politika!