2023 Başkanlık ve parlamento seçimleri bir kez daha mevcut siyasi İslamcı faşist Saray iktidarının zaferi ile sonuçlandı. Seçim sonuçlarına dair değerlendirmelere Mustafa Suphi Vakfı Başkanı Kemal Atakan’la devam ediyoruz. Atakan, seçimlerin sınıfsal tercihlere göre gelişmediğine dikkat çekiyor ve dengelerin değişimi sınıf bilincinin gelişimine bağlı olduğunu savunuyor.
Başkanlık seçimlerinin ikinci turunda Recep Tayyip Erdoğan, oyların yüzde 52’sini alarak birinci oldu. Erdoğan böylece 2007’den beri girdiği beş seçimden de birinci çıkmayı başararak beş yıl daha iktidarda kalmayı garantiledi.
Enflasyondaki artış, gelir adaletsizliği gibi toplumsal sorunlarla birlikte mafyalarla, uyuşturucu baronlarıyla kurdukları bazı ilişkilerin ortalığa saçılmasına, her alanda yolsuzluk, kuralsızlık ve hukuksuzluğun ayyuka çıkmasına ve son olarak 6 Şubat depremlerinde binlerce insanın enkaz altında can verirken AHBAP gibi bir gönüllü kuruluş kadar etkinlik göstermemesi bir tarafa bir de Kızılay eliyle çadır satma gibi skandallara imza atmalarına rağmen Saray Rejiminin seçim zaferi elde etmesi muhalif kesimlerde büyük bir hayal kırıklığı yarattığı gözleniyor. Muhalefet, kendisini destekleyenleri, bütün süreç boyunca yaşanan hukuksuzluklara, usulsüzlüklere sessiz kalarak seçimi kazanacağına inandırdı. Bununla birlikte ilk turdaki gibi hile, hırsızlık tartışmaları olmadan ikinci turda Erdoğan’ın seçim zaferi kabul edildi.
Seçimlerin iktidar için olmasa da muhalefet için pek çok değişimi koşulladığı söylenebilir. Ard arda alınan yenilgilerin bir özeleştiri ve yenilenmeyi zorlaması beklenilebilir. Bunları önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Seçim sonuçlarının değerlendirmeleri kapsamında 14 Mayıs’tan sonra Mustafa Suphi Vakfı Başkanı ve Politika Gazetesi yazarı Kemal Atakan ile parlamento seçimlerini değerlendirmiştik. Şimdi de ikinci turun değerlendirmesini yaparak söyleşiyi tamamlamış oluyoruz. Atakan’a göre, halklar “kötünün iyisi ile kötüsü” arasında tercih yapmaya zorlandı.
Başkanlık seçimleri, hiç bir hile, hırsızlık tartışması olmadan, RTE’nin zaferi ile sonuçlandı. Böylece bir 5 yıl daha Saray İttifakı iktidarını garantiledi. Siz bu başarıyı neye bağlıyorsunuz?
Konu başından itibaren hile ile başladığı için ve buna karşı tepki gösterilmediği için seçim süreci boyunca yapılan hile ve hırsızlıkların -tespit edilenler düzeltilmesine rağmen- pek bir önemi kalmıyor. Erdoğan’ın aday olmasının kendisi kendi yaptığı Anayasa’ya tersti ve buna kimse tepki göstermedi. Asıl sorun buradan başladı.
Baskı, terör ve sansür koşullarında AKP-MHP faşizminin ve Erdoğan’ın gerek milletvekili seçimlerinde, gerekse de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde devletin tüm maddi ve teknik olanaklarını kullanarak sürdürdükleri bir seçim kampanyası yaşadık. Faşist Saray İttifakı, bu koşullarda, Yeniden Refah Partisi, HÜDAPAR ve S. Oğan gibi siyasal islamcı faşist yeni güçleri bünyesine katarak kendini berkittiği ve faşizmin toplumsal tabanını kuvvetlendirdiği bir sonuç elde etti. Ancak asıl sorun onların başarısında değil düzen muhalefetinin başta CHP ve İYİP olmak üzere kendi gelgitleri, yürüttükleri seçim kampanyasının biçimi ve en önemlisi politik niteliğidir.
İkinci ve bizi ilgilendiren daha belirleyici neden ise emek, demokrasi ve özgürlük güçlerinin hatalarıdır. Eğer amaç emek demokrasi ve özgürlük blokunu güçlendirmek ise, ki devrimci alternatif olarak bu görünür kılınmak durumundaydı, CHP’nin her pragmatik manevrasına eyvallah dememek, ortaya görüş koymak gerekirdi.
K. Kılıçdaroğlu ve Mİ’nin başarısızlığını nasıl açıklamak gerekir?
Sağ güçlere dayanarak milliyetçi söylemler ile bu sonucun alınması normaldir. CHP eğer bir ilke imza atıp sağ, ırkçı, milliyetçi güçler yerine emek, demokrasi, özgürlük güçleri ile ilkeli bir işbirliği yapsaydı başka bir durumdan bahsedecek olurduk. CHP’nin bu ülkede oy oranı yüzde 25’tir. Diğer ortakları ile buna yüzde 15 daha eklerseniz yüzde 40 olur. CHP o ırkçı ve milliyetçi yüzde 15 yerine emek ve özgürlük güçlerinin yüzde 15’ini tercih etseydi alacağı sonuç aynı olacaktı. Ama bir farkla. İleriye yönelik halklara güven veren bir sonuç olacaktı. Daha başarılı sonuç almak dahi mümkün olabilirdi.
Bu seçim süreçleri bize bir kez daha devlet içi restorasyon politikalarının karşılık bulmadığını gösterdi. Halklar “kötünün iyisi ile kötüsü” arasında tercih yapmaya zorlandı. Onun sonucu da budur.
CHP tüm cumhuriyet tarihine ilişkin köklü bir özeleştiri yapmaz ve kendi içindeki devlet gücü olan Ergenekonculardan arınmazsa değişmesini beklemek ve ona dayanarak hesap yapmak yanlıştır. Bu seçimler bu gerçeği bir kez daha ortaya koymuştur.
Bir noktaya daha değinmek isterim. 14 Mayıs seçimlerinde Millet İttifakı hedeflediği sonucu alamayınca, CHP ve İYİP seçmeninin bir kesimi 28 Mayıs’ta “parlamento çoğunluğunu Cumhur İttifakı aldı, Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı seçilse de bir anlamı olmaz” düşüncesiyle sandığa gitmedi. Hatta bunların bir kısmı “devletçi” bakış açısıyla, Kılıçdaroğlu seçilirse kriz olur düşüncesiyle geri çekildiler.
Önümüzdeki dönem bizi neler bekliyor?
İyi şeyler beklemediği kesin. Demokrasi güçleri üzerindeki baskılar artacak. Demokrasi mücadelesinin koşulları daha da zorlaşacak. Erdoğan’ın Sarayından yaptığı balkon konuşmasında verdiği sinyaller yargıya politik müdahalenin artacağı yönündedir. Selahattin Demirtaş için sarf ettiği sözler bütün tabloyu tarif etmemize olanak sağlıyor. Toplanan kitlenin “idam” sloganları atması ise kemikleşmiş AKP-MHP seçmeninin niteliğini ortaya koyuyor.
Kırıntı olarak kalan bir dizi demokratik hak bu dönemde tamamen ortadan kalkabilir. Bu koşullarda mücadelenin nasıl bir boyut alacağı bizi aşan bir konudur. Ancak kişisel fikrimi söyleyebilirim. Eğer devrimci demokratik güçler bu sürece dur demek istiyorlarsa kesinlikle lale bahçesinde volta atarak bunu başaramayız. Devrimci muhalefet muhakkak Meclisler yoluyla örgütlenmesini güçlendirmeli, halk yığınları ile örgütlü ilişkisini geliştirmeli, özellikle işyerleri ve fabrikalarda Meclis’ler oluşturmalı, sendikaların mücadele perspektifi gözden geçirilmeli ve pasiflikten arındırılmalıdır.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler arasında örgütlenme kesinlikle bugünkünden farklı olarak güçlendirilmeli ve bu seçimlerin bizler açısından en önemli mesajı olan Kürt illerindeki bilinçli muhalefet potansiyeli ile birleşmelidir. Ülkenin dört bir yanında bu çalışmaya yoğunlaşılması gerekir. Karadeniz, Akdeniz ve Çukurova bölgelerinde öncelikle AKP-MHP rejiminin etkisi kırılmalıdır. Bu önemli bir kazanım olur.
Kısacası koşullar zorlaşacak ama bunu tersine çevirme çabasına girilmezse kabul etmek anlamına gelir ki, bu hiç de devrimci bir tavır değildir. Zorlukları göreceğiz ama aşma konusunda net politika ve stratejilere sahip olmalıyız. Moral bozukluğu ve teslimiyet en büyük tehlikedir.
Seçimlerde sol, sosyalistler Mİ destekledi. Mİ’nin yenilgisi sol, sosyalist hareketi nasıl etkiler? Bu yenilginin derinleşerek toplumsal bir geri çekilmeye dönüşmemesi için ne yapmak gerekir?
Bizim görüşümüz Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kendi Cumhurbaşkanı adayını çıkarıp ilk tura katılması yönündeydi. Kuşkusuz ki bu Cumhurbaşkanlığı seçimlerini EÖİ’nın adayı alır olarak düşünülmedi. Devrimci demokratik alternatifin gerçek gücünün gözler önüne serilmesini sağlayacaktı ve 2. Tura kalırsa da politik olarak gündemde olmayı getirecekti.
Seçimlerin iki turunda da Kürt illerinden alınan baskın oyların anlamı çok açık ve çok anlamlı. Ancak onun dışında da batı metropollerinde gerçek bir değişim isteyenlerin oranı gözler önüne serilecekti. Bunun görülmesi halklara güven verme ve devrimci alternatifi geliştirme anlamında önemli olacaktı. Olmadı. EÖİ daha ilk turda Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararı aldı.
Bakınız. Bu yenilgi derken doğru analiz etmemiz lazım. Türkiye’de seçimler sınıfsal tercihlere göre şekillenmiyor. Bir yanda TC’nin kuruluş geleneğine sahip çıkan ve kendisini Türkiye’nin sahibi olarak gören yüzde 25’lik bir Kemalist seçmen kitlesi var. Diğer yanda yüzde 50’lik bir muhafazakar olarak nitelenen ama aslında din ve milli duygu sömürüsüne dayanan bir seçmen kitlesi var. Bunlar da kendilerini Anadolu topraklarının asıl sahibi olarak gören Müslüman Türk kitlesi. Onların Kemalizmi kendilerine göre bir Kemalizm. Bir de bu seçimlerde de ortaya çıkan, oylara yüzde 15 olarak yansıyan ulusal bilinç sahibi bir Kürt seçmen kitlesi var. Kalan yüzde 10 ise ortada oradan oraya savrulan ama aslında Kürt kitlesinin içinde olması gereken bir seçmen kitlesi. Ne zaman ki yüzde 50’lik muhafazakar Müslüman Türk kitlesi içinde ve yüzde 25’lik Kemalist kitle içinden sınıf bilincine sahip bir ayrışma olur, o zaman Türkiye’deki oy dağılımı da değişir. Yani Türkiye’de seçimler açısından bakarsak bir takım denge değişiklikleri olması sınıf bilincinin gelişmesine bağlı olabilir. Bu da parlamenter mücadele ile olmaz. Sahada, mahalle ve semtlerden fabrika ve madenlere kadar her alanda yürütülecek titiz bir örgütlenme çalışmasının sonucu olabilir. Bu örgütlenme çalışmasının niteliği de Meclis örgütlenmesidir. Demek ki, emek, demokrasi ve özgürlük güçleri, Emek ve Özgürlük Cephesi’ni daha da genişleterek kurumsallaştıracaklar ve oy verdikleri partilere bakmadan işçilerin, emekçilerin ve halkların Meclislerde bir araya gelmesini sağlayacaklar. Bu cephenin bir de seçim partisi olacak ve seçim dönemlerinde tüm Meclisler çalışmalarını oraya kanalize edecekler. Parlamenter dengeyi değiştirmenin tek yolu sahada çalışmaktır. Ve bu olgu bundan sonra daha da önem kazanmaktadır.
Cemil Aksu / POLİTİKA HABER