■ Politika’dan Yorum
Dünya çok kritik bir dönemden geçiyor. 1990/91’de Sovyetler Birliği ve Dünya Sosyalist Sistemi’nin karşı-devrim ve kendi eksiklikleri yüzünden dağılmasından sonra dünyanın her köşesinde bölgesel savaşlar eksik olmadı. Afganistan, Irak, Yugoslavya, Ukrayna bunlara sadece birer örnek teşkil ediyor. Şu anda Avrupa’nın göbeğinde ve Ortadoğu’da yanı başımızda savaş sürüyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da tezgahlanan “renkli devrimler” devletlerin parçalanması, haritaların yeniden çizilmesi ve kimi devletlerin de yönetimlerinin değişmesini beraberinde getirdi. Konu salt Avrupa ve Ortadoğu ile sınırlı değil. Pasifik, Latin Amerika ve Afrika için savaş planları çekmecelerinde hazır bekliyor. Nükleer çağda kendilerinin de doğrudan dahil olacakları bir dünya savaşının yine kendi sonlarını da hazırlayacaklarını bildiklerinden dünya savaşını bölgesel vekalet savaşları niteliğinde sürdürüyorlar.
Bunun son örneği Suriye oldu. El Kaide’den devşirme, Türkiye ve İsrail’in aktif desteği ile şekillenen ABD’nin kurduğu İslamcı çeteler iki haftadan kısa bir sürede herhangi bir engel ile karşılaşmadan Şam’ı ele geçirdiler. Esad’ın direnmeden yönetimi devrederek ülkeyi terk etmesi uluslararası alanda emperyalist kapitalist merkezlerin uzlaşması sonucu gerçekleşmiştir. Karar bizzat Putin tarafından Esad’a tebliğ edilmiştir. Çetelerin harekatı Astana Zirvesi’nin Doha’da yaptığı toplantıdan bir gün sonra başlamıştır. Operasyonu bizzat planlama ve yürütme görevini İsrail üstlenmiş, Türkiye de işbirliği içinde kendisine biçilen işlevi yürütmüştür.
Bu sürecin bu kadar kısa sürede sonuçlanması ile ilgili bir dizi komplo teorileri üretilebilir. Ancak, bunların hiçbir önemi yoktur. Suriye’de yaşananlar Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dünya çapında yaşanmış depremin çok gecikmiş artçı sarsıntısıdır. Ne Esad Sovyetler Birliği’nin müttefiki olan Esad idi, ne de Rusya, Sovyetler Birliği’dir. Rusya kapitalist bir devlet olarak kapitalist-emperyalist kampta yürütülen yeniden paylaşım mücadelesinin bir tarafıdır.
Türkiye’de ulusalcı “sol” Esad’in Baas rejiminin dağılmasını sanki anti-emperyalist bir rejim yıkılmış gibi değerlendirerek yanılıyor. Nasıl ki, SDG’yi ABD, İsrail ve Türkiye ile işbirliği yapmakla suçladıkları gibi. Savaş bir sanattır ve masa başında hele hele küçük burjuva aydınlar tarafından tahayyül dahi edilemeyecek kadar ciddi bir sanattır. Bırakın savaşın taktiksel ve stratejik yol ve gidişatını savaşanlar belirlesin.
Ülkemiz ve bölgemiz açısından bu gelişmeleri değerlendirmek için yapılacak en gerekli değerlendirme “bundan sonra ne olacak” sorusuna verilecek yanıt olmalıdır. Ne milliyetçi, tekçi diktatörlükler, ne de İslamcı çeteler bölge için herhangi bir gelecek vaad edemez. Baas rejimleri Kemalizmin taklitçi Arapça versiyonları idi ve miyadlarını doldurdular. Aynen Kemalizmin de doldurduğu gibi… Sosyalist sistem döneminde üstlendikleri anti-emperyalist (ki o da tartışılır) rolleri artık yok.
Şimdi ileriye bakmak istiyorsak Türkiye ve bölgenin diğer ülkelerinde barıştan, halk demokrasilerinden, sosyalizmden yana adımların nasıl atılabileceğine yoğunlaşmamız gerekiyor. İlhak ve işgal politikalarına karşı, farklılıklar içinde birliği yansıtacak, ezilen sınıfların, sömürge halkların, ulusların, dinlerin, mezheplerin demokratik yönetim mekanizmalarını geliştirmeyi hedeflemeliyiz.
ABD, İsrail ve Türkiye’nin işgal ve savaş politikalarına karşı barıştan, demokrasiden, sosyalizmden tüm güçlerin sağlayıp mücadele etmeliyiz. Rojava’ya yönelik saldırılar derhal durdurulmalı, diyalog yolu seçilmelidir. Türkiye’de sınıf mücadelesini yükseltip aynı zamanda Kürt halkı ile adil, barışçı anayasal haklarla garanti altına alınmış bir çözüm için mücadele edilmelidir. Bölgede barışın ve demokrasinin tesisinin ancak Türk, Kürt ve Arap halklarının ortak demokratik mücadelesi ile şekillenebileceği, tüm emperyalist güçlerin planlarının ancak bu şekilde boşa çıkarılabileceği anlaşılmalıdır.