Hamit Erdem, Kurban Bayramı vesileyle 102 yıl önce “Yeni Hayat” dergisinde yayınlanmış “Kuzu” makalesini derledi. Yeni Hayat dergisi 1922’de yayınlanan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası yayın organıdır. Erdem’in derlediği “Kuzu” makalesi ise Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Genel Sekreteri ve “Yeni Hayat” dergisi sahibi Nazım ( Nazım Resmor) tarafından kaleme alınmıştır.
Derlemenin tamamı şu şekilde:
Kurban Bayramı vesile edilerek Boğazlanan hayvanları görünce, bundan 102 yıl önce yayınlanmış Yeni Hayat dergisinde yer alan bir makaleyi; içimin tuhaf ezintisiyle birlikte insanları merhamete çağıran bu -unutulmuş- yazıyı hatırlarım. Makalenin başlığı: Kuzu, Yazan: Yeni Hayat’ın sahibi Nazım.
Bir Çoban, bir koyun ve yavrularının hazin öyküsü.
KUZU
Muharriri: Nazım (*)
Sürüde bir gün iki koyun daha kuzulamış, doğan kuzuları anaları yumuşak dilleriyle, sıcak nefesleriyle kurutmuşlar. Onları yattıkları yerlerden kaldırdım. Her ikisini de birer kolumun üstünde, bağrıma bastım. Zayıf, körpe tenleri nisan gecesinin dokunucu serinliğinden üşümesin diye sardım sarmaladım. İşte şurada, şu çalının dibinde iki arkadaş gibi birbirine sokulmuş yatıyorlar.
Abanın yanı başında ön ayaklarını, başını o çaprazvari ayakları üstüne uzatmış duran, gecenin karanlığında yıldız gibi ışıldar bir çift gözle bakan gölge kancık köpeğimdir. Onun âdetidir koyunlarından her yeni doğan kuzuyu anasının arkasından yürüyünceye kadar korur, gözetler. Ben çok vakit bu köpeğin yeni doğan bir kuzuyu doğuran koyunla beraber baş başa yaladığını, kokladığını, kuruttuğunu görmüşümdür.
Bilmem siz hiç kuzuları ilk günlerinde gördünüz mü? Onlar melekler gibi güzeldirler. Ben doğan kuzuları analarının altında tamam kuruduktan sonra daha memeye yapışmadan cennet kokan o güzel dudaklarından, kadife yanaklarından, siyah sürmeli koyu kınalı gözlerinden öper koklarım; bu sert, taş gibi ellerimle onların sırtlarını, o taze, yumuşak kıvırcık ipeklerini korka korka okşar, sığar, severim.
Şimdi loğusa analar, sürü içinde kancık köpeğim, çift yavrucukların başını gözlüyoruz: Güneş.
İçimizde güneşi tanımayan, fakat bugün onu hepimizden ziyade bekleyen iki can var, şu abanın altındaki şu iki kuzucuk.
Biz sürüler ve çobanlar onu pek çoktan tanırız. O bizim pek eski dostumuzdur.
Hele ben dünyada iki şeyi tanıdım ve iki şeyi sevdim: Yeni doğan kuzu ve yeni doğan güneş.
Doğan kuzular bana bitmez tükenmez hazinelerin yeryüzüne yağdırdığı bereketlerdendir; onlardan bir nişanedir. Doğan güneşler, bence Allahın gökten bize bakan merhamet gözüdürler.
Kuzular doğar, sürüler onlarla şenlenir, çoğalır; güneşler doğar, kuzular, sürüler, biz, hepimiz bütün dünya onların altında, onların sıcaklıkları içinde ısınır, canlanır yürürüz, sürüler yayılırlar, güneş onları gecenin karanlıklarından, kara kurtlardan, sırtlanlardan, kaplanlardan korur, kurtarır. Kuzular, koyunlar dağlardaki, derelerdeki taze yumuşak su gibi güzel tatlı otları mini mini dudaklarıyla öper gibi koparır, emer gibi ısırır, çiğnerler. Güneş onlara yeniden taze otlar, tatlı sütler yetiştirir. Sürüler yayıldıkları yerlerdeki çimenlerin, çiçeklerin üstüne yatar, örseler, yıpratırlar; güneş onların altına yeniden yeşil ipekli temiz halılar serer. Onların önüne renk renk taze çiçekler serer ve yayar. Güneş, kuzu; bana öyle geliyor ki; biri yerde öteki gökte doğan bu iki güzellik arasında ezelden bir kardaşlık yahut bir oynaşlık var.
Güneş dağların tepesinden yerlere yaydığı ılık ışığıyla bunları, bu güzel yavrucukları okşuyor, ısıtıyor gibidir. Analarının dizleri altında büzülmüş, yumak olmuş kuzular, güneşten üstlerine serpilen pamuk elli gözlerin, tatlı yumuşak çimdikleriyle çabucak uyanır, canlanır, sıçraşırlar, onu gözleriyle, kulaklarıyla, burunlarıyla koklar, dinler, süzer gibi sever ve saklarlar; oyuklara nurlarıyla sıcak öpüşler, bunlar ona gözleriyle, başlarıyla tatlı, kadife öpücükler gönderiyorlar. Gökle yer arasındaki bu cilvelerden bazı kere insan neler duyar, neler anlar? Ben çok defa sabah doğan güneşten, gece doğan kuzulara şu yolda bir söz fısıldandığını sezdim: Sevimli, güzel kuzular, siz ananızın karnından yeryüzüne düştüğünüz zaman dünyayı da ötesi gibi karanlık gördünüz ve sandınız ki düştüğünüz âlem karanlıktır, karanlık kalacaktır değil mi?
Dünyanın karanlığı da öteki karanlık gibi boş, durgun, tehlikesiz olsaydı yine iyi idi. Ve yine çok rahat ve bahtiyar olacaktınız, böyle! Dünyanın karanlıklarında sizlere, sizin gibi dişsiz, çelimsiz, boynuzsuz zavallılara uzanmış; ne pençeler, ne paralayıcı dişler, kan sömüren, kan yalayan ne ağızlar vardır. Lakin korkmayınız dünyanın işte böyle bir de kötü gündüzü var. Ben Allahın yüksekten size bakan merhamet gözüyüm. Her gün işte buralardan çıkar ortalığa ışıklar yakar zalimleri vahşileri … görür … kaçırırım.
Güneşten kuzulara böyle bir ses fısıldanırken ben çok defa iki elim yukarı kalkmış, başım göğe dikilmiş olduğu halde boynumu bükerek ağlar bağırırdım:
Ey büyük Allahsın, büyük nuru, ey adaletsin, … bu solmaz, kokmaz, yorulmaz gözü! Senin o kurtaran parlak bakışların …kesik, kalın celep ağalarına keskin ağızlarıyla kesen, parçalayan kasap satırlarına, cehennem ateşleriyle yakan kavuran … nihayet temiz örtüler latif çiçeklerle bezenmiş yemek masalarına vurmayacak mı? Allahım kuzuları korkutan, parçalayan, yiyen canavarlar yalnız dağlardaki, yalnız derelerdekiler mi? Gece sabahlara kadar doğan bir kuzuya acır ve kıskanır bir yürekle bekçilik eden şu kancık köpeğin içine … bu insanca duygudan bir azını olsun diş yerine bıçak, tırnak yerine çatal kullanan, bağırsaktan ciğerden kebap, baştan kuyruktan çöz yaparak geğiren… yüreklerine sokmaya kadar mı yarabbi? Ben yine çok defa ya bir insan kızına bir entari, oğluna bir ayakkabı bedeli olmak üzere demir gibi bir elle boynundan yakalanarak bağırta bağırta sürüklene sürüklene götürülen birkaç aylık toraman bir kuzunun arkasından “me! me! me!” diye koşan memeleri süt dolu bir koyunun şu sözlerini can kulağıyla işittim, dinledim:
Acıyınız bana, yavrum için memelerim hâlâ süt dolu. Onu ben daha doya doya doyurup sevemedim. O daha körpedir, o daha çocuktur. Ah! Altı senede sekiz kuzu doğurdum, hepsini yanımdan aldınız, erkeklerini kestiniz, yediniz, dişilerini ezdiniz bilmem ne yaptınız! Şu dağlarda, şu derelerde yazların kışların bin türlü derdini çektim, gözümün kökü ağardı ihtiyar oldum. Bana bir kuzumun olsun mürüvvetini göstermediniz. Bari bunu bırakınız, bugüne kadar memelerimdeki sütün yarısını size veriyordum, ben sizden kuzum için merhamet, insaniyet dileniyorum; bundan sonra bütün memelerimin bütün sütleri sizin olsun, onları sağınız yiyiniz, yünüm sizin olsun onları kırkınız, giyiniz, tek yavrumu güzel kuzucuğumu bana veriniz, bana bırakınız. Of, görüyorsunuz, anladım pek acıkmışsınız, onu da kesecek onu da yiyeceksiniz. Fakat durunuz, ben kendimi size veriyorum, parçalayınız beni yiyiniz. Bakınız bu sizin o büyük, o aç karnınız içinde faydalı olacaktır, süt gibi körpe bir et yerine sıkı kanlı et, ilikli kemik, yüreğim daha büyük, başım daha etli, beynim daha çok, böbreklerim akşam meze size, işkembem sabah çorba, geliniz, geliniz işte vücudum, işte.
Ah yavrum, yavrum! Kadınlar, ey bizim gibi doğuran ve emziren analar! İki aylık bir yavrunun anasının memesinden kapılıp gitmesi, şişe takılması ne acı şeydir, bilmez misiniz? Bizim bacaklarımız arasındaki kuzularımızın, sizin kucaklarınızdakilerden farkı ne?
Kuzunun arkasından koşan, bağıran, kuzunun, başka bir demir pençe ile tutulup geriye atılırken ben kollarım birbirine kavuşmuş, boynum bir tarafa bükülmüş olduğu halde yumuk gözlerle göğe, o büyük nura bakar susarım.
Çoban
(*) Yeni Hayat dergisi, 1922’de yayınlanan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası yayın organıdır. Buradaki “İştirakiyun” komünist anlamındadır. Makaleyi yazan Nazım, (Nazım Resmor) Parti’nin Katib-i Umumisidir. (Genel Sekreter)
HABER MERKEZİ