■ Politika’dan Yorum
Millet İttifakı (Mİ) “Anayasa” önerisini açıkladı. Böylece mevcut siyasi ve ekonomik krize karşı çözüm programlarını açıklamış oldular. Bu durumda, kendi siyasi ufkunu “AKP gitsin de ne olursa olsu” diyen, temel motivasyonu bu olan toplumun geniş kesimlerinin ve daha Millet İttifakı bu anayasa önerilerini bile açıklamadan ittifakı destekleyeceğini açıklamış olan sol, sosyalist parti ve grupların bir kez daha durup düşünmesi gerekiyor. En azından halka AKP-MHP karşısında çare olarak işaret edilen Millet İttifakı’nın ne menem bir şey olduğu konusunda doğruları ifade etmek gerekiyor.
Anayasa önerisi, açıktır ki, Millet İttifakı’nın iktidara geldiğinde neler yapacağının göstergesidir. Öncelikle, açıklanan Anayasa önerisinin “eksikleri”ni Millet İttifakı’nın iktidarı kızdırmamak, sağcı-milliyetçi seçmenleri küstürmemek pragmatizmiyle açıklamaya çalışmasın. Bu artık naiflikten çıkıp art niyete girer. Kimse, “dereyi geçtikten sonra” durumun daha da ileri gideceği hayallerine kapılmasın.
Elbette Mİ’ndan “özgürlükçü anayasa” beklemek tam bir aymazlık olacaktır. Mİ’nin bileşenlerinin hiç birinin hiç bir konuda “özgürlükçü”, “demokratik” bir felsefesi yoktur. En uçtan örnek verelim, CHP, “özgürlükçü laiklik”i bırakalım bir kenara laik bir parti bile değildir. Hiç bir zaman da olmamıştır. Toplumsal cinsiyet, LGBTİ+ konularda da “aile toplumun temelidir” demekten vazgeçemez. İşçi ve emekçilerin ekonomik siyasi hakları, Kürt meselesindeki duruşuna ise değinmeye gerek yok.
Açıklanan “Anayasa” önerileri de bu yüzden elbette “özgürlükçü” olamaz. “Özgürlükçü” bir Anayasa’nın yazımı, birkaç tane hukuk uzmanından oluşan komisyon tarafından gerçekleştirilmez bir kere. İktidar çomak sokar, manipüle eder gibi bahanelere sığınıp, toplumsal kesimlerden gizli kapaklı Anayasa yazımı, içeriği özgürlükçü maddelerle doldurulsa dahi, özgürlükçü olamaz. Çünkü özgürlük, demokrasi, “gerekiyorsa onu da biz getiririz” denecek şeyler değildir. Öyle olsaydı, “yarın Cumhuriyet’i ilan ediyoruz” dendiğinde Cumhuriyet’e geçilirdi!
Bu noktada, belki en başta şu konunun aydınlatılması gerekir: 12 Eylül Anayasasının yerine, neredeyse kabul edildiği andan itibaren ve kabul edilmesi için en fazla çalışan TÜSİAD’dan bilimum sağcı partilere kadar hepsinin “sivil bir anayasa” yapılması gerektiğini savunmalarına, aradan geçen bunca zaman boyunca her partinin temel vaatlerinden birinin de bu olmasına rağmen neden “sivil” ve “demokratik” bir anayasa yapılamamıştır. Son örnekten bahsedelim; yani neden AKP, “muhafazakar inkilap”ın devamını getirip, vazettiği gibi, “sivil” “demokratik anayasa” yapamadı? Zaten “demokrasiyi iktidara gelmek için bir araç” olarak gördükleri, dolayısıyla hiç bir zaman demokrasi gibi bir amaçları olmadığı takiye yaptıkları için mi böyle oldu, yoksa daha temel başka faktörler mi etkili oldu bunda?
Eğer gerçekten bilimsel bir analiz yapmak istiyorsanız, sadece öznenin tarihsel, kültürel kodları ile ilgili öznel açıklamalarla sınırlı bir analiz yeterli değildir. Elbette AKP’yi –hatta CHP’yi bile- kuran/yöneten kadroların hiçbiri “demokrat” değildir. Ana neden demokrat olmadıklarının cevabı ise, onların eğitim düzeyleri, imam hatip mezunu mu, yoksa kolejli mi olduğuna bağlı değildir, düpedüz sınıfsal bir meseledir. Demokrasi, demokratik anayasa sınıf mücadelesinin düzeyi, şiddeti ile doğrudan bağlı konulardır.
Açıklanan Anayasa önerisinin kimin için hazırlandığı, nasıl bir siyasal ve toplumsal sistem öngördüğünü anlamak için, bizim açımızdan kerteriz noktaları nettir. Birincisi, işçi ve emekçilerin örgütlenme, eylem haklarının gelişmesine yarıyor mu? İkincisi, Kürt sorunu, Alevilerin inanç özgürlüğü gibi sorunları karşısında çözüm namına ne öneriyor?
Bir devletin siyasi biçiminin Başkanlık, Parlamenter sistem vb. olması tek başına onların demokratik ya da faşist vb. olarak görülmesi için yeterli değildir. Açıklanan Anayasa önerisinin de bu bakımdan, aslında Başkanlık bile olmayan “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nde ne gibi değişiklikler öngördüğü ve bunların sistemin ne kadar demokratik, laik ve eşitlikçi hale getirilmesine yarayacağını da yukarıdaki iki kriter üzerinden anlayabiliriz. Diğer şeyler elbette bu iki kriterin yanında “bir parmak bal çalmak” olacaktır.
Bu açıdan bakıldığında hemencecik görülecek şey, iki temel konuda da açıklanan Anayasa’nın hiçbir demokratik, özgürlükçü önerisinin olmadığıdır. O kadar ki, bu konularda eksik, yetersiz düzenlemeler bile önerilmemiştir; düpedüz bu konularda hiçbir değişiklik olmayacağını, 12 Eylül ve AKP-MHP iktidarının yaklaşımlarının berdevam edeceğini ilan etmiştir.
İşçi sınıfının en azgın koşullarda çalıştırılmasını garanti altına alan, sendikalaşma, grev gibi örgütlenme hakkını elinden alan, taşeron sistemi ile kölelik koşullarına boyun eğdiren “iş hukuku” Mİ’nin sorunu değildir, ki açıkladıkları Anayasa’da buna dair en ufak bir düzenleme yoktur.
Peki Kürt sorununda, 100 yıllık Cumhuriyet’in en temel sorununda bir çözüm önerisi, iması var mı? Hayır. Bütün söyleyebildikleri, parti kapatma ve milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasının zorlaştırılması. Bu “Anayasa aykırı ama destekleyeceğiz” açıklamasındaki tavrın aynen sürdüğünü gösteriyor. Kürt halkının ulusal, demokratik, eşit yurttaşlık, anadilde eğitim gibi hiçbir talebi Mİ’nin ajandasında yok. Eksik de olsaydı, zaten bugünden AKP-MHP iktidarının savaş politikaları karşısında kenetlenmezlerdi.
Alevilerin inanç özgürlüğü talebi, geniş kamuoyunun laiklik talebi karşısında Mİ’nin Anayasa’sı ne öneriyor peki? Bu açıdan da, yani ağızlarına pelesenk ettikleri laiklik konusunda da 12 Eylül’ün devamını istemektedirler. Mevcut rejimin Türk-İslamcı-mezhepçi ideolojisinin temel direği olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bu Anayasa’da da olduğu gibi korunuyor. DİB, sadece AKP ile değil, kurulduğu andan itibaren laiklik ilkesinin inkarıdır ve öyle de çalışmıştır. “Türkiye laiktir laik kalacaktır” safsatadır. DİB eliyle Cumhuriyet, en başından beri İslamcı-mezhepçi bir ideoloji ile çalışmıştır. Hristiyanların, Yahudilerin, Ezidilerin ve Alevilerin yaşadıkları bunun kanıtıdır. Ve bugünde bu sistem aynen devam ettirilmek istenmektedir.
Mİ’nin açıkladığı Anayasa, öyle böbürlendikleri gibi “sivil” bir anayasa mıdır? Hayır. Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması bakımından en temel kurum olan Milli Güvenlik Kurumu’nun sistemdeki rolü aynen korunmuştur. MGK’nın sistemdeki rolünün pekişmesi 12 Eylül Faşist Darbesi ile gerçekleşmiştir. Ve bugüne kadar da bu rolünü oynamaya devam etmiştir. MGK sadece “ülke güvenliği” ile ilgili yani ülkeler arası savaş vb. gibi askeri konularla sınırlı bir kurum değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetilmesinde esas olan “Kırmızı Anayasası”nın kurumudur. “Milli Güvenlik”, işçilerin grev hakkından köylülerin merasının enerji ya da maden şirketi için “acele kamulaştırılması”na, gösteri ve basın açıklamalarının yasaklanmasından dış politikaya kadar her şeyi kapsayacak şekilde tanımlanmıştır ve MGK da tam da buna uygun olarak Anayasal bir kurum olarak işbaşındadır.
Mİ’nin Anayasası’nda da MGK rolü ve işlevini devam ettirecektir. MGK aldığı kararları Bakanlar Kurulu’na bildirecektir, yani Bakanlar Kurulu’nun üstünde bir kurum olarak kalacaktır. Yani halkın oylarıyla seçilen Bakanlar Kurulu hala ikincil hatta üçüncü dereceden bir yürütme erki olmaya devam edecektir. Bu faşizm değil de nedir?
Peki bu “Anayasa”, “tek adamcılık”a son verecek midir? Hayır.
Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin temel gücü, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesidir. Bu sayede Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilen Parlamento ile eşit hatta üsttün bir güç bahşedilmiş oluyor. Çünkü Cumhurbaşkanı tek, parlamento 600 kişi demek. Bu nedenle Cumhurbaşkanı seçmek diktatör seçmekle eş anlamlıdır. Parlamento’nun üzerinde bir güç ortaya çıkarmaktır. Çünkü kurumlar da gücünü halk desteğinden alır, yazılı metinlerden değil. Bu yüzden değil mi, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımayan bir yürütme ve yargı var. Parlamenter Sistemde Cumhurbaşkanı olmak zorunda değildir; ister yetkili ister yetkisiz.
Mİ’nın Anayasası’nın işçiler, emekçiler, Kürtler, Aleviler, gayri-müslimler, kadınlar açısından özgürlük, eşitlik, adalet, barış getirmediği, hatta “sivil” ve “tek adam rejimi”ne bile son vermediğini görmek için bu kadarı yeterli. Kuşkusuz Anayasalar, yasalar, kapalı kapılar ardında, uzmanlar tarafından değil sokakta, sınıf mücadelesinin düzeyine, mücadele eden toplumsal kesimlerin güçlerine göre yazılır, uygulanır. Sınıf örgütlü değilse, kadınlar, Kürtler örgütlü değilse Anayasa ve yasalarda yazılanlar değil, sermayeyi elinde tutan egemenlerin dediği olur. Egemenler de ezilenler için hayırlı rüya görmezler.
Ezilenlerin rüyası Emek ve Özgürlük İttifakı’nda (EÖİ) bir araya gelen gerçek halk güçlerinin mücadelesi ile yazılacaktır. EÖİ’nın tarihsel ve güncel görevi budur. Emekçilerin ve özgürlük isteyen bütün kesimlerin bedeninde özneleştirip özgürleştirecek olan bu görevin ifasıdır. Zaman kaybetmeden EÖİ, bu iddianın sahibi olduğunu göstermelidir.