Diyarbakır’ın Lice ilçesinde Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın’ın şüpheli şekilde yaşamını yitirmesinin ardından 22 Ekim 1993’te askerlerin evleri taraması sonucu yaşanan katliamın üzerinden geçen 32 yıla rağmen tek bir fail cezalandırılmadı. 22 Ekim 1993’te Licê merkez ablukaya alındı, ilçeye giriş-çıkışlar yasaklandı, ev ve işyerleri rasgele tarandı. Saldırılarda 16’sı sivil, biri asker 17 kişi yaşamını yitirdi. Resmi kayıtlara göre, saldırı sırasında 401 ev ve 242 iş yeri hasar aldı. Bunun yanı sıra binlerce kişi göç etmek zorunda kaldı. Dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valiliği verilerine göre, o dönem 13 bin 665 nüfusu, 2 günde 2 bine kişiye düştü.
Olayın mağduru 246 kişinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yaptığı başvuru, 15 Haziran 2001’de sonuçlandı. “Dostane çözüme” giden Türkiye, AİHM’in “yaşam hakkı ihlali” kararıyla mağdurlara 2 milyon 5 bin sterlin ödedi. Tazminatı ödeyerek, sorumluluğunu kabul eden Türkiye, faillerin cezalandırılması konusunda aynı sorumluluğu almadı. Katliamdan tam 20 yıl sonra, 21 Ekim 2013’te Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iddianame hazırlandı. İddianamede, Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı Emekli Albay Eşref Hatipoğlu ve Üsteğmen Tünay Yanardağ hakkında “taammüden öldürme”, “Halkı isyana ve birbirini öldürmeye teşvik”, “Cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturma” suçlarından ağırlaştırılmış müebbet hapis ile 24 yıla kadar hapis cezası istendi. Diyarbakır 8’inci Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilen iddianamede, yıllarca emniyet ve jandarmanın “PKK yaptı” diye rapor tuttuğu olaya ilişkin herhangi bir delil bulunamadığına yer verildi.
TARAFLARA BİLGİ VERİLMEDEN DAVA DÜŞÜRÜLDÜ
Dava, Amed’den Eskişehir’e, oradan da İzmir 1’nci Ağır Ceza Mahkemesi’ne nakledildi. 2014’te başlayan yargılamada, 7 Aralık 2018’de karar verildi. Mahkeme, sanıklardan Tünay Yanardağ’ın yaşamını yitirmiş olması nedeniyle hakkındaki davanın düşürülmesine, Eşref Hatipoğlu’nun ise üzerine atılı suçları işlediğinin sabit olmadığı gerekçesiyle beraatine karar verdi. Davanın Yargıtay’daki temyiz süreci devam ederken sanık Hatipoğlu da 7 Ağustos 2022’da yaşamını yitirdi. Bunun üzerine Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi, beraat kararını bozarak, ölen Hatipoğlu’nun durumunun da incelenerek karar verilmesi için, dosyayı yerel mahkemeye gönderdi. İzmir 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi, davanın taraflarına haber vermeden, davanın düşürülmesine karar verdi. Davanın düşürülmesi kararına karşı ise Yargıtay’a itiraz başvurusunda bulunuldu. Yargıtay’daki inceleme 3 yıldır sonuçlanmadı.
‘KAÇAK DURUŞMAYLA BEYAN ALINDI’
Dosya avukatlarından Yunus Muratakan, dosyanın 20 yıl raflarda bekletilerek, “failler Kürt’müş” gibi gösterilmeye, “terörize” edilmeye çalışıldığını belirterek, yargılama başlarken birkaç duruşma sanıkları hiç görmediklerini belirtti. Muratakan, mahkemenin avukatının talebiyle sanık Eşref Hatipoğlu’nun odasında “kaçak” olarak dinlediğini, buna itiraz etmeleriyle çapraz sorgusunun yapılması için sanığın mahkemeye çağırdığını ifade etti. Dava sürecinin 3’üncü yılında 2016’da Diyarbakır 8’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin duruşmasında, çapraz sorgu yapabildiklerini ifade eden Muratakan, “Sorgusunda esasında üstü örtük bir biçimde bu operasyonu kendisinin planladığını söyledi ve hatta ‘Ben Licê’nin ne olduğunu biliyorum. Licê’de insanların hepsi yalan atar. Onlar örgüte müzahir kitlelerdir’ şeklinde de beyanda bulunmuştu. Esasında Eşref Hatipoğlu’nun vermiş olduğu beyanlarda, Licê katliamını yapan kolluk kuvvetleri, onların sıralı amirleri ve sanıkların hangi siyasal ve duygusal saiklerle de hareket ettiklerini gösteriyor” diye konuştu.
Soruşturma ve kovuşturmanın olması gerektiği yürütülmediğini ifade eden Muratakan, olayın her kademeden tanıklarının dinlenmesi ve keşif taleplerinin dahil tüm taleplerinin de reddedildiğini söyledi.
GÖSTERMELİK’ MAHKEMELER
Emir komuta zinciri içinde işleyen büyük bir katliama rağmen sadece 2 sanığın dosyada yer almasının büyük bir eksiklik olduğunu dile getiren Muratakan, “O gün Licê’nin etrafı tamamen sarılmış. Tek tek evleri yakılıyor. Helikopterlerden, zırhlı araçlardan ateş ediliyor. Yani başlı başına hem ferdi hem de ağır silahlar kullanan hukuka aykırı öldürme, yakma ve yağmalama talimatı veren bu hukuka aykırı emirlere rağmen, bunu bilmelerine rağmen; bu fiillere iştirak eden, insan öldüren, evleri yakan, yağmalama suçlarını işleyen kişilerin tümünün yargılanması gerekiyordu” ifadelerini kullandı.
İddianame hazırlanırken Türkiye’nin hem basında hem de uluslararası camiada 90’lı yıllarda köy yakma, katliam, failli meçhul cinayetler, işkenceler, gözaltında kayıplar gibi bir dizi suçla anılır olduğunu vurgulayan Muratakan, “Dolayısıyla bunun ‘haksızlığını’ tespit etmek amacıyla göstermelik mahkemeler de kurulabileceğine ilişkin endişelerimiz vardı. Ve gerçekten de öyle oldu. Bakınız Cizîr (Cizre), Kerboran (Dargeçit) dosyasında, Licê davasında birçoğu zaman aşımına tabi tutuldu. Sanıkların tümü ödüllendirildi. Bu dosyalarda yargılananların çoğu daha sonrasında tekrardan görevlerinin başına getirildi. Sûr’da, Cizîr’de, Nisêbîn’de 2015’te o dönemde yürütmüş oldukları gayri nizami harbin benzerini yürütmeye başladılar” diye belirtti.
İNSANLIĞA KARŞI SUÇ
Halk olarak, avukatlar olarak o dönem taleplerinin geçmişle yüzleşme, hakikati açığa çıkarma, faillerin cezalandırılması olduğunu ifade eden Muratakan, bu taleplerinin göstermelik, tiyatral mahkemelerle cezasızlıkla ödüllendirildiğini söyledi. 17 kişinin öldürülmesinin insanlığa karşı suçlar kapsamında olduğunu dile getiren Muratakan, “Esasında insanlığa karşı suç kapsamında değerlendirilen, hatta hukuk tekniği açısından tartışıldığında soykırım denilebilecek bir suçun faili mahkemede kaçak duruşma ile dinlenilip, cezasızlıkla ödüllendirilirken, Çeşme’den İzmir’e kendi aracıyla döndüğünde yol güzergahında yapmış olduğu bir kazada başka bir sivil yurttaşa beylik tabancasını ateş etmek suretiyle yaraladığından bahisle, aynı kişi tutuklandı. Ama öldürülen 6 aylık bebeğin, 80 yaşındaki dedenin hesabı sorulmadı. Bırakalım tutuklamayı, gözaltına alınmadı. Bırakalım gözaltına alınmayı, 3 yıl sonrasında mahkemeye çağrılıp kaçak duruşmayla kendisinden çay, kahve ikram edilip, saygı, hürmet gösterilip yaptıkları alkışlanarak -o mana çıkıyor çünkü- ifadesi alındı” şeklinde konuştu.
‘SANIKLARIN SUÇLARI SABİTTİ’
Adil yargılama, maddi gerçeği açığa çıkarma gayesiyle bir yargılama yapılmadığını söyleyen Muratakan, “90’lar sanki hiç yaşanmamış gibi. Yaşanmışsa da failleri mahkemelerden aklanmış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Ama şunu unutmamak gerekiyor; halkın hafızası asla silinmez. Halk kendi hakikatini, kendi gerçeğini, bizzat yaşadığı şeyi biliyor, görüyor. Eğer gerçek bir araştırma ya da yargılama yapılmış olsaydı mahkeme gelirdi, keşfini yapardı. Mahkeme ilgili evrakların tümünü toplardı. Tanık beyanlarının hepsini karşılaştırırdı. Belgelerle uyumlu olup olmadığına karar verirdi. Sanıkların bu suçu işlediği sabitti” dedi.
Sanıkların suçunun sabit olduğunu ve “Mahkeme ne yaptı?” sorusunu soran Muratakan, mahkemenin dosyayı cezasızlıkla sonuçlandırmak amacıyla, olaydan 6 ay önce Pasûr’da (Kulp) yaşanan bir çatışmada, kullanılan bir silahtan çıkan mermilerinin Licê’de bulunduğunu, bundan dolayı bir çatışmanın olduğunu ve olayın örgüt mensupları tarafından gerçekleştirildiğine karar verdiğini ifade etti.
HUKUKA AYKIRILIKLAR
Davanın karar gerekçelerinden birinin OHAL Bölge Valiliği’nin “5 örgüt üyesi ölü olarak ele geçirilmiş” adıyla ve 5 örgüt mensubunun yakalandığına dair düzenlediği tutanak olduğunu belirten Muratakan, gerçekte böyle bir şeyin yaşanmadığını, 100 yakın yurttaşın gözaltına alındığını ve dosyalarının da takipsizlikle sonuçlandığını kaydetti. Muratakan, şöyle devam etti: “Dönemin örgüt mensuplarından biri olan Zafer Alak’ın, bir de o dönemde Licêli bir yurttaş olan Bayram Çakır’ın beyanı var. Her ikisi de beyanlarında açık bir biçimde şunu söylüyorlar: ‘Zamanında bizi gözaltına aldılar. Biz çok ağır işkenceden geçtik ve önümüze ne getirdilerse biz hepsine imza atmak zorundaydık. Çünkü bizi öldüreceklerdi.’ Dolayısıyla iki kişinin beyanını ve 7 adet kovanı -koskoca Licê yakılmış, yıkılmış, o kadar insan nüfus yerinden edilmiş- buna dayanak yapması; akla, mantığa, hukuk kurallarına aykırıdır.”
CEZASIZLIK POLİTİKASI
Bu tür dosyalardaki cezasızlık politikalarına karşı mücadele etmenin önemine vurgu yapan Muratakan, bu tür politikalara karşı mücadelenin kişinin, halkın; yaşam hakkını, beden bütünlüğünü, mülkiyet hakkını ve diğer tüm haklarını garanti altına alması anlamına geldiğini kaydetti. Cezasızlığa karşı mücadele noktasında toplumun tümünde bilinç yaratılması gerektiğini sözlerine ekleyen Muratakan, “Hukuka, insanlığa aykırı harekette bulunan, özellikle devlet ajanlarının işlemiş olduğu suçlar nedeniyle yargılanıp, cezalandırılması suç işleme potansiyeli olan devlet ajanları açısından caydırıcı olur. Silahlı çatışma dönemlerinde maalesef Türkiye’de bir hukuku askıya alma pratiği söz konusu. Temel hak ve hürriyetlerin tümü neredeyse rafa kaldırılıyor. Toplum bilinçli bir şekilde cezasızlıkla mücadele edip, örgütlense mahkemeler toplumun güçlü sesini duymak zorunda kalacaklar. O boyutuyla ben Licê dosyasının hem ülke açısından hem dünya açısından çok önemli bir dosya olduğunu düşünüyorum. Dünyada yaşanılan soykırım, insanlığa karşı suçlar gibi pratiklerin de birbirine çok benzer olduğu da açık, aşikar. Bu yönüyle cezasızlıkla mücadelenin edilmesi gerekiyor” diye belirtti.
TOPLUMSAL YÜZLEŞME
Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin yaşandığı bir dönemde, bunun sağlanmasında yüzleşmenin önemine işaret eden Muratakan, “Toplumun hafızasında derin yaralar açan bu tür olaylarla yüzleşilmediği sürece kalıcı barışın sağlanması mümkün değil” dedi.
MA / Rukiye Payiz Adıgüzel