Bir bireyin özel niteliklerini aşarak, onun Devlet ile olan yurttaşlık bağını, hukuki bir bağ olarak düşünmeli ve bu bağı yurttaşlık üzerinden kurgulamalıyız. 1982 Anayasası’nın 66. Maddesi hâlâ şöyle diyor:
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”
Bu cümlenin tarihsel bağlamını biliyoruz. Ama bugün geldiğimiz yerde bu hüküm, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Araplar ve kendini etnik bir kimlik üzerinden tanımlamak istemeyen herkes için daraltıcı bir çerçeveye dönüşmüş durumda. Devlet, yurttaşına “önce seni ne olduğun konusunda ben tanımlarım” diyor.
Demokratik entegrasyon, tam da burada başlar. Devletin yurttaşı tanımlama hakkını geri çekmesi, yurttaşın kendi kimliğini özgürce taşıma hakkını tanıması gerekir.
İki basit ama köklü adım:
Yurttaşlığın yeniden tanımı:
“Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıdır.”
Eşitliğin somut yazımı:
“Bütün yurttaşlar; etnik kökeni, dili, dini veya inancı, mezhebi, felsefi kanaati, cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, engelliliği ve benzeri herhangi bir özellik nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulamaz; hak ve özgürlüklerde eşittir.”
Bu iki cümle, Anayasa’nın 2. Maddesindeki “insan haklarına saygılı demokratik hukuk devleti” tanımını laf olmaktan çıkarır; yurttaşlık modeline dönüştürür. Demokratik entegrasyonun zemini de ancak böyle oluşur.
“EGEMENLİĞİN DİLİ TÜRKÇE” Mİ, HALKLARIN DİLLERİ Mİ?
Mehmet Uçum, “Bir kez daha vurgulayalım: Egemenliğin ve birliğin dili Türkçe” başlıklı yazısında Türkçe’yi “millî birliğimizin harcı” olarak tanımlıyor; devletin tek resmî dilinin Türkçe olması ve eğitimde zorunlu tek dilin Türkçe kalmasını “bekanın gereği” sayıyor ve “Türkçe dokunulmazdır” diyor.[12] Ardından da Kürtçe ve diğer diller için bugün tanınan seçmeli dersleri, enstitüleri, yayın imkânlarını sıralayıp “hukuki bir sorun kalmadığı” sonucuna varıyor.
Bugünkü Anayasa’nın 42. Maddesinin onuncu fıkrası ise tam tersine, anadil alanını daraltan bir hüküm içeriyor:
“Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez… Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.”
İlk cümle, Türkçe dışındaki tüm diller için anadil düzeyinde eğitim ve öğretimi kategorik olarak yasaklıyor; üçüncü cümledeki “Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır” ifadesi ise, AİHS, BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi gibi metinler üzerinden aslında bu yasağın dar ve insan haklarına uygun yorumlanmasını zorunlu kılıyor. Yani Anayasa’nın kendi içinde, hem anadil eğitimini yasaklayan hem de uluslararası andlaşmalara kapı aralayan çelişkili bir düzen var. Demokratik entegrasyon, bu çelişkiyi giderip m. 42/10 ile m. 90’ı birlikte, dil haklarını güvence altına alacak şekilde yeniden kurmayı gerektiriyor.[13]
Buradaki mantığı ters yüz etmek gerekiyor.
Bir: Türkçe’nin devletin resmî dili ve ülkenin ortak kamusal dili olması tartışma konusu değildir. Türkiye’de kimse “Türkçe kaldırılsın” demiyor. Tam tersine, demokratik entegrasyon güçlü bir ortak dile ihtiyaç duyar.
İki: Sorun, Türkçe’nin resmî dil olmasında değil; “dokunulmaz” ve “zorunlu tek eğitim dili” ilan edilmesindedir. Resmî dilin tekliği, halkın dillerinin çokluğunu görünmez kılmamalıdır.
Egemenliğin kaynağı Türkiye halkının tamamıysa; egemenlik de fiilen çok dillidir.
Üç: Kürtçe ve diğer anadiller için sıralanan imkânlar –seçmeli ders, enstitü, kurs, tiyatro, yayın– önemlidir ama bu dilleri hâlâ kamusal alanın kenarında tutmaktadır. Anadilde eğitimin tanınmaması, mahkemede ve idarî işlemlerde anadilin tam hak hâline gelmemesi, bunların lütuf gibi sunulması, demokratik entegrasyon değil, kontrollü serbestliktir.
Demokratik entegrasyon açısından doğru çerçeve şudur:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak kamusal dili Türkçe’dir; Kürtçe başta olmak üzere bu topraklarda tarihsel olarak var olan diller, resmî statüden ve kamusal görünürlükten dışlanamaz; herkes, özel ve kamusal yaşamında, eğitimde ve kültürel faaliyetlerinde kendi anadilini kullanma ve geliştirme hakkına sahiptir; devlet, dil temelinde ayrımcılığı önleyici tedbirler alır, gerekli yerlerde bölgesel resmî dil statülerini tanır ve dilsel çoğulculuğu kurucu bir zenginlik olarak görür.”
İsviçre örneğinde olduğu gibi, bir ülkede birden fazla resmî dilin veya bölgesel resmî dillerin tanınması, o ülkeyi parçalamaz; tersine farklı halkları ve kimlikleri aynı demokratik çatı altında tutmanın en dürüst yolunu kurar. Türkiye’de Kürtçeyi resmî statünün dışına iten yaklaşımın kendisi, “beka”yı korumak değil, sürekli kriz üretmektir. Bu ülkede Kürtlerin dilini resmî statüde yok sayan bir Anayasa, adalet ve eşitlik testini baştan kaybetmiştir.
Bu nedenle Anayasa’ya şu yönde açık bir hüküm eklenmesi gerekir:
“Herkes, özel ve kamusal yaşamında, eğitim ve kültürel faaliyetlerinde, devletin resmî dili olan Türkçe yanında, kendi anadilini kullanma ve geliştirme hakkına sahiptir. Devlet, dil temelinde ayrımcılığı önleyici tedbirler alır; dilsel çoğulculuğu kültürel zenginlik olarak görür.”
LAİKLİK VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ
Anayasa’nın 24. Maddesi din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına aldığını söylüyor. Fiiliyatta ise bir inancın –Sünni İslam’ın belirli bir yorumunun– devlet eliyle korunup kollandığını, diğer inançların ve inançsızların “tahammül edilmesi gereken” konumuna itildiğini görüyoruz.
Demokratik entegrasyon, çoğunluğun dinini devlet dini haline getiren bir laiklik yorumuyla ilerleyemez. Laiklik, her inanç ve inançsızlık için eşit güvencedir; kamusal bütçenin ve gücün tek bir inanca seferber edilmemesidir.
Bu nedenle:
Zorunlu din dersi kaldırılmalı ya da gerçekten çoğulcu ve seçmeli hale getirilmelidir.
Diyanet, tek mezhebin kurumu olmaktan çıkarılmalı; ya tüm inançlara eşit mesafeli, sınırlı yetkili bir çerçeveye kavuşmalı ya da bütçesi ve yetkileri ciddi biçimde daraltılmalıdır.
İnançsız olma özgürlüğü, Anayasa’da açıkça yazılmalıdır.
Aksi hâlde laiklik, inanç özgürlüğünün değil, çoğunluk inancının siyasal zırhı olmaya devam eder.
TOPLUMSAL CİNSİYET
Demokratik entegrasyonun cinsiyet boyutunu görmezden gelen her model, yarısı eksik bir toplum tasavvurudur. CEDAW, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmasını ve fiilî eşitlik için pozitif önlemler alınmasını zorunlu kılar.[14] İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddeti insan hakları ihlali olarak tanımlar ve devletlere dört sütunlu bir görev yükler: önleme, koruma, kovuşturma, bütüncül politika.[15] Bu ülkede kadınların, LGBTİ+’ların, farklı cinsiyet kimliklerinin güvenliği yoksa, entegrasyon değil, itaat vardır.
Burada kastedilen, Anayasa’ya açık bir norm olarak şu hükmün eklenmesidir:
“Devlet, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak ve cinsiyete, cinsel yönelime ve cinsiyet kimliğine dayalı şiddeti ortadan kaldırmak için gerekli her türlü tedbiri alır.”
Bu hüküm, Anayasa’nın 10. Maddesine eklenecek yeni bir fıkra olarak ya da “Temel haklar” bölümünde ayrı bir “Toplumsal cinsiyet eşitliği” maddesi olarak düzenlenebilir.
Yerel yönetimlerde kadın meclislerinin ve eşbaşkanlık uygulamalarının güvenceye alınması, iş hukukunda eşit ücret ve bakım emeğinin paylaşımı ilkelerinin açıkça yazılması, entegrasyonu erkek egemen bir hizalanma olmaktan çıkarır; eşit yurttaşlık programına dönüştürür.
YEREL YÖNETİMLER, KENT HAKKI VE ÖZERK ŞART
Demokratik entegrasyon Ankara’dan bildiriyle olmaz; mahalle meclislerinden, kent konseylerinden, köy meralarından görülür. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı tam da bunu söyler: Yurttaş, kendisine en yakın düzeyde söz sahibi olmalıdır.[16] Yerel yönetimlerin seçilmiş olması, yetki sahibi olması, mali kaynaklarının güvencede olması ve üzerlerindeki idari vesayetin “hukuka uygunluk denetimiyle sınırlı” olması gerekir.
Biz ne yaptık? Şart’ı imzaladık ama ruhunu iç hukuka taşımadık. Bütünşehir düzenlemeleriyle yerel farkları silikleştirdik; ilçe ve köy ölçeğini zayıflattık; seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atamayı olağanlaştırdık.
Demokratik entegrasyon için:
Anayasa’nın 127. Maddesi, yerinden yönetim ilkesini güçlendirecek biçimde değiştirilmelidir. Seçilmiş yerel yöneticilerin görevden alınması ancak yargı kararıyla mümkün olmalıdır.
Kent konseylerine belediye meclisi gündemine doğrudan madde önerme ve gündem ekletebilme yetkisi verilmelidir. Bağımsız ve şeffaf bir bütçe şarttır.
Kadın, gençlik, ekoloji, engelli ve farklı kimlik meclisleri kent konseylerinin asli bileşeni hâline getirilmelidir.
Örneğin bir kentin toprağını, parkını, meydanını, suyunu, deresini, ormanını birlikte savunamayan bir toplum; kimlik çatışmalarını da birlikte çözemez. Parkların restoran, büfe, bankamatik, petrol istasyonu, muhtarlık binası, taksi durağı hâline getirilmesi, parkı ortak kamusal alan olmaktan çıkarır.
SINIF, KİMLİK, BÖLGESEL EŞİTSİZLİK
Demokratik entegrasyonu yalnızca kimlikler üzerinden konuşmak da eksik kalır. Bu ülkenin en yakıcı gerçeği, sınıfsal eşitsizliğin yanı sıra kimliksel ve bölgesel eşitsizliklerdir. Kürt meselesi dediğimiz şey, aynı zamanda emek meselesi, işsizlik meselesi, yoksulluk meselesi, sosyal devlet meselesidir.
Doğu ve Güneydoğu’nun yıllardır süren çatışma, güvenlik politikaları, zorunlu göç ve yatırım eksikliği nedeniyle diğer bölgelere göre daha yoksul, daha işsiz, daha güvencesiz oluşu; metropollerdeki Kürt emekçilerin inşaatta, taşeronda, güvencesiz işlerde yoğunlaşması; sosyal haklara erişimde mekânsal ve sınıfsal eşitsizliklerin birikmesi, entegrasyon tartışmasının sosyoekonomik zeminini oluşturuyor.
Barış, yalnızca “artık cenazeler gelmiyor” hâli değil; aynı zamanda adil bir vergi rejimi, güçlü bir sosyal güvenlik sistemi, bölgesel kalkınma, nitelikli eğitim ve sağlığa eşit erişim demektir. Demokratik entegrasyon programı, bu yüzden sadece anayasa maddeleri ve yüksek siyaset başlıklarından değil; aynı zamanda emek, sendika, konut, iklim ve ekoloji başlıklarından da oluşmalıdır.
Eşit yurttaşlık, soyut bir statü değil; gündelik hayatın maddi şartlarında eşitlenme iddiasıdır. Bu iddia olmadan, entegrasyon söylemi, kimlik çatışmalarını geçici olarak bastırsa bile, sınıfsal öfkeyi büyütür.
ÖCALAN’IN ÇAĞRISI VE ULUSLARARASI YANKISI
Tam bu noktada, İmralı’dan gelen çağrılar, demokratik entegrasyon tartışmasının merkezine oturuyor. 27 Şubat 2025 tarihli mesajında Abdullah Öcalan, PKK’ya “silah bırakma ve kendini feshetme” çağrısı yaptı.[17] Bu çağrının ardından, 6–7 Aralık 2025’te DEM Parti’nin İstanbul’da düzenlediği Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansına gönderdiği “Barış ve Demokratik Toplum İnşasıyla Sosyalizmi Yeniden Kazanalım” başlıklı mesaj, önceki çağrıyı daha geniş bir çerçeveye yerleştirdi.
Öcalan bu mesajında, İmralı’da geçen 26 yılı “Kürt sorunu üzerinden barış ve demokratik toplum arayışı”nın bir parçası olarak tanımlıyor; ulus-devlet sosyalizminin tıkandığını, artık demokratik toplum sosyalizmi temelinde demokratik cumhuriyet ve demokratik toplum inşasına yönelmek gerektiğini vurguluyor. Devletle ilişkisinin “bir demokratikleşme ilişkisi olarak tanımlanması gerektiğini” belirtiyor; geliştirdiği “demokratik entegrasyon hukuku” kavramını da bu ilişkinin ana ekseni olarak tarif ediyor.[18]
Bu çağrılar en az üç düzeyde okunabilir:
Bir: Tarihsel bir dönüm noktası ihtimali.
Öcalan’ın, 20. Yüzyılın şiddet paradigmasından çıkılması gerektiğine dair vurgusu,
Mücadeleyi siyasal zemine taşıma iradesi içeriyor. Bu, IRA ve FARC süreçlerinde olduğu gibi, silahlı yapıların kademeli tasfiyesi ve siyasal alana entegrasyonu için bir fırsat penceresi yaratabilir.[19]
İki: Taktiksel bir hamle ihtimali.
Harro von Senger’in stratagem kavramlarıyla bakıldığında, “geri çekilerek ileri hamle”, “boş kabuğa hücum”, “rakibi kendi silahıyla karşılama” gibi taktikler akla geliyor.[20] Devletin, bu ihtimali tüm süreci belirleyen ana okuma haline getirmesi ise demokratikleşme fırsatını boğabilir.
Üç: Devletin hegemonik çerçevesiyle iç içe geçmiş bir yeniden konumlanma ihtimali.
Mandela, Gandhi, Martin Luther King, IRA ve FARC liderleriyle kıyaslandığında, Öcalan’ın mesajlarının ağır tecrit koşullarında ve devlet denetimi altında iletildiği düşünüldüğünde, “kararların ne kadar özgür iradeyle alındığı” sorusu meşrudur.
Bu noktada uluslararası yankı, çağrıların yalnızca Türkiye iç politikasına değil, küresel demokratik tartışmalara da yerleştiğini gösteriyor.
Konferansın kapanışında konuşan İtalya Parlamentosu üyesi Francesca Girra, Öcalan ile dayanışmasını yineleyerek Avrupa’nın daha güçlü bir tutum alması gerektiğini vurguladı; Öcalan’ın özgürlüğünün barışın anahtarlarından biri olduğunu belirtti. Öcalan’ın mesajlarının “yalnız olmadığını gösterdiğini” ve demokratik çözümün önünü açtığını söyledi.[21]
Volt İtalya Eşbaşkanı Daniela Patti ise, Öcalan’ın demokrasi, ekoloji ve kadın özgürlüğü eksenli paradigmasının sadece Ortadoğu için değil, “kriz içindeki Avrupa için de bir çıkış imkânı sunduğunu” belirtti. Türkiye’ye geliş amaçlarını: “Öcalan’ın sözlerinin gücünü ülkemize götürmek için buradayız.” Diyerek ifade etti. Patti’ye göre Türkiye’de barış süreci, Avrupa–Türkiye ilişkileri açısından yeni, eşitlikçi bir zemin yaratabilir.
Bütün bu değerlendirmeler şunu gösteriyor:
Demokratik entegrasyon artık yalnızca Türkiye’nin iç meselesi değil; küresel barış, demokrasi ve yeni toplumsal sözleşme tartışmalarının da bir referans noktasına dönüşüyor.
Ancak kritik ilke değişmiyor:
Devlet, bu çağrıları yalnızca güvenlik konseptinin bir enstrümanı olarak değil, eşit yurttaşlık ve demokratik dönüşüm fırsatı olarak görürse;
Silahsızlanma hakikat, adalet ve kurumsal reformlarla birlikte yürütülürse;
Kürt meselesi yalnızca “terörün sona ermesi”ne indirgenmeyip, dil, kimlik, yerel
Demokrasi ve sınıf eşitsizlikleriyle birlikte ele alınırsa; o zaman Öcalan’ın çağrıları gerçek bir barış fırsatına dönüşebilir.
Aksi halde, devlet denetimi altında iletilen mesajlar yeni bir “Lozan tezgâhı” hissiyatı üretir; güveni derinleştirmek yerine şüpheyi büyütür.
Gerçek barış çağrısı, ancak özgür bir siyasal ve hukuki çerçeveyle buluştuğunda sahici olur.
“MİLLİ YARGI” VE “ÖNCE GEÇİŞ SONRA DEMOKRASİ” TEZİ
Mehmet Uçum’un “Milli yargının demokratik meşruiyeti, bağımsızlığı ve tarafsızlığı” ve “Önce geçiş sonra demokrasi çarpıtması” başlıklı yazılarında çizdiği resim, bugünkü yargı ve geçiş mimarisini meşrulaştırmayı amaçlıyor.[22] Özetle deniyor ki:
“Yargı, egemenliğin fonksiyonudur; HSK üyelerinin TBMM ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi demokratik meşruiyet gereğidir. Adalet Bakanı’nın HSK başkanı olması, “yargı idaresinde demokratik meşruiyetin doğal sonucudur.”
Ulusal yargı asli, uluslararası yargı mercileri tali ve sınırlıdır; kimse “yargı yetkisini dışarıya devretmekten” söz edemez.
Türkiye’de mesele demokrasiye geçmek değil; demokrasiyi geliştirmektir. “Terörsüz Türkiye’ye geçiş” ise önce tamamlanmalı, büyük hukuk reformu ve yeni anayasa sonra gelmelidir.
Burada iki kritik kaydırma var:
Birincisi, demokratik meşruiyet ile yürütme kontrolü birbirine karıştırılıyor. HSK’nin fiilen yürütmenin gölgesinde şekillendiği, Adalet Bakanı’nın aynı zamanda yürütmenin üyesi olduğu, yargı organlarının kritik dosyalarda nasıl hizaya sokulduğu herkesin gözünün önündeyken “işlevsel bağımsızlık”tan söz etmek, bağımsızlığı kurumsal düzeyden çekip içi boş bir temenniye indirmektir.
İkincisi, geçiş süreci ile demokrasi arasındaki ilişki ters çevriliyor. Terörün bitmesi elbette hiçbir önşarta bağlanamaz; ama barışın hukuku, adalet ve demokrasi taleplerinin ertelenmesinin mazereti de olamaz. 1928 tarihli 1239 sayılı kanuna yapılan atıf, geçiş hukukunu tek taraflı bir tecil tekniğine indirgeme riski gösteriyor.[23] Oysa çağdaş geçiş dönemi adaleti deneyimleri hakikat komisyonlarını, mağdur odaklı onarımı, devlet şiddeti dâhil tüm ağır ihlallerle yüzleşmeyi ve kurumsal reformları birlikte düşünüyor.[24]
Gerçek anlamda “milli yargı”, yürütmeye yakın duran değil; Anayasa’ya ve temel hak sözleşmelerine sadık kalan yargıdır.[25] Gerçek anlamda “terörsüz Türkiye’ye geçiş” de, silahların susmasının ötesinde, adaletin ve eşit yurttaşlığın konuşulmaya ve daha da ötesi hayata geçirilmeye başlanmasıdır.
Mehmet Uçum’un 30 Kasım 2025 tarihli “Terörsüz Türkiye’ye geçiş süreci ve bütünleşme perspektifi” başlıklı yazısı [26], bu yaklaşımın siyasi sonuç bildirgesi gibidir. Bu metinde bir yandan Atatürk’ten Erdoğan’a uzanan çizgi “kuruluş–yükseliş” hattı olarak tanımlanmakta, 15 Temmuz sonrası başkanlık sistemi “milli demokratik halk devrimi” olarak ilan edilmekte; diğer yandan “Terörsüz Türkiye”ye geçiş, devlet inisiyatifi ve devlet politikası olarak tek merkezden yürütülen bir süreç olarak sunulmaktadır.
Uçum, “devletin anlaşılabilir bazı tercihleri hariç sürecin olabildiğince açık ilerlediğini” söylerken, aslında demokratik denetim ve şeffaflık ihtiyacını baştan paranteze almakta; 27 Şubat 2025 tarihli açıklamayı “münfesih örgütün tüm unsurları bakımından tek bağlayıcı metin” ilan ederek, bu metnin dışındaki her dili “sapma” ve “fikri sabotaj” kategorisine yerleştirmektedir. Böylece geçiş sürecine dair eleştirel veya farklı her söz, daha kurulurken kriminalize edilmekte; dil, demokratik tartışma alanı olmaktan çıkarılıp sadakat testine dönüştürülmektedir.
Aynı yazıda “silahlar tamamen bırakıldıktan ve sistematik terör yok edildikten sonra her tür sorunun demokratik zeminde ele alınabileceği” savunulmakta; yani demokratikleşme ve eşit yurttaşlık, geçişin zemini değil, ancak geçiş sonrasının ödülü gibi kurgulanmaktadır. Oysa geçiş dönemi adaleti literatürü ve uluslararası örnekler, tam tersini anlatır: Barışın sahici ve kalıcı olabilmesi için, demokrasi ve hak temelli dönüşüm bizzat geçiş sürecinin kurucu unsuru olmalıdır. Aksi hâlde “bütünleşme perspektifi”, tek taraflı lütuf ve kontrollü entegrasyon çerçevesinde kalır; eşit yurttaşlık ve çoğulcu cumhuriyet ufkuna ulaşamaz.
ÇATIŞMAYI DURDURMAK: SADECE BAŞLANGIÇ
Türkiye’de siyaset ve kamuoyu hâlâ büyük ölçüde “çatışmanın durması” eşiğine kilitlenmiş durumda. Çünkü geçmişte ateşkesler kırılgan, süreçler kesintili oldu; siyasal zeminde güven sürekli erozyona uğradı. Bu nedenle zihin, barışa değil, barışa giden yolun hemen ilk virajına odaklanmaya alıştı.
Oysa çatışmasızlık, barış değil; yalnızca barışın nefes aldığı boşluktur. Kalıcı çözüm, çatışmanın durduğu gün değil, çatışmanın bittiği ertesi gün başlar. Bu ertesi güne dair söz söylemeyen her siyaset, ister istemez devletin tek taraflı “bütünleşme” tahayyülüne teslim olur.
ÇATIŞMA SONRASI DÖNEM: ÖNERME CESARETİ
Uluslararası deneyimler bize şunu gösteriyor: Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kurulmadan, Kuzey İrlanda’da polis reformu tasarlanmadan, Kolombiya’da toprak reformu konuşulmadan hiçbir çatışma sürdürülebilir şekilde bitmedi. Çatışma sonrası düzeni tasarlamadan çatışmayı bitirmeye çalışmak, evin çatısını onarıp temeli çürük bırakmaktır.
Türkiye’de de benzer bir yanılgı var: “Silahlar bırakılsın, sonrası kolay.” Hayır. Silahların bırakılması, ancak sonrasının nasıl olacağına dair ortak bir vizyonla anlam kazanır.
Bu nedenle çatışmayı durdurma hedefinin ötesine geçip, çatışma sonrası demokratik düzeni açıkça konuşmaktan geri durmamak gerekir. Bu, ayrılıkçılık değil; aklın, bilimin ve uluslararası barış hukukunun bize öğrettiği en temel derstir.
Önerme cesareti şunları içerir: eşit yurttaşlık düzeninin nasıl kurulacağı, anadil hakkının nasıl tanımlanacağı, yerel yönetimlerin yetkilerinin nasıl kalıcı olacağı, geçiş dönemi adaletinin nasıl işletileceği ve devlet–toplum ilişkisinin hangi modelle yeniden kurulacağı. Bu sorular ertelendiği sürece, çatışmayı bitirmek isteyenler ile çatışmanın sürmesini isteyenler aynı karanlık noktada buluşur: geleceksizlik.
YAPAY ZEKÂ NE DİYOR: SİLAHLI ÇATIŞMA MI, DEMOKRATİK HUKUK MU?
Bugün elimizde sadece siyasetçilerin beyanları, hukuk metinleri ve tarihsel örnekler yok.
Barış süreçleri, insan hakları ve çatışma çözümü üzerine yapılan karşılaştırmalı çalışmalar, büyük veri analizleri ve modeller de bize aynı şeyi söylüyor: Silahlı çatışmalar, modern dünyada hem insan onuru hem ekonomi hem de ekoloji açısından en maliyetli, en irrasyonel yol.
Veriye dayalı bu çalışmalar, üç basit sonuçta birleşiyor:
Bir: Kalıcı barış, ancak hakikatin ortaya çıkarılması ve adalet duygusunun onarılmasıyla mümkündür.
İki: Müzakereye dayalı, hukuki ve siyasal çözüm yolları, güvenlikçi stratejilere göre çok daha düşük maliyetli ve daha sürdürülebilirdir.
Üç: Demokratik kurumların güçlendiği, hukuk devletinin işlediği toplumlarda, çatışmaların yeniden patlama riski belirgin şekilde azalır.
DEMOKRATİK ENTEGRASYONUN OLANAKLARI VE RİSKLERİ
Demokratik entegrasyonun olanaklarını özetlersek; eşit yurttaşlığa dayalı bir demokratik entegrasyon, hem Kürt meselesinin, hem cinsiyet rejiminin, hem de inanç ve dil çatışmalarının çözümü için büyük bir tarihsel şans.
Ancak bu sürecin kendi içinde ciddi riskler taşıdığını da görmek gerekiyor;
En büyük risk, entegrasyon kavramının yeniden asimilasyonun makyajı hâline gelmesi. Yani “hepiniz eşit yurttaşsınız” denilirken, fiiliyatta tek dil, tek kimlik, tek inanç, tek merkezden yönetim pratiğinin sürmesi. Bugüne kadar “kardeşlik” söylemlerinin sık sık böyle işlediğini biliyoruz.
İkinci risk, geçiş hukukunun tek taraflı bir af veya tecil tekniğine indirgenmesi. Buna örnek 1928 sayılı 1239 sayılı Yasa’dır. Devletin güvenlik aygıtlarının, kontrgerilla pratiklerinin, zorla kaybetmelerin, köy boşaltmaların, faili meçhullerin hiç açılmadan “geçmiş kapandı” denmesi, ileride çok daha ağır bir hesaplaşmanın zeminini hazırlar. Hakikat ve adalet talebi bastırılınca, barış kırılgan hâle gelir.
Üçüncü risk, uluslararası insan hakları rejiminden geri çekilme eğilimidir. AİHM kararlarının tanınmadığı, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığı, CEDAW’ın lafzına uyulup ruhunun boşaltıldığı bir ortamda demokratik entegrasyon, içeriden çürür. Çünkü zayıfın, azınlığın, muhalifin güvencesi olmadan, entegrasyon çoğunluğun yeni adı olur. İşte Mehmet Uçum’un, yani Devlet aklının anladığı yaklaşım bu.
Olanak ile risk arasındaki farkı belirleyecek olan, tam da bu metinde tartıştığımız şeydir: Cumhuriyet, demokrasi ve hukukun kabuğunu mu koruyoruz, yoksa içini adaletle dolduruyor muyuz? Demokratik entegrasyon, bu soruya verdiğimiz cevaba göre ya demokratik cumhuriyete açılan kapı olur ya da yeni bir “idare-i maslahat” döneminin etiketi.
DEMOKRATİK ENTEGRASYONDAN DEMOKRATİK CUMHURİYETE
Özetleyelim. Demokratik entegrasyon, iki yoldan biri olabilir:
Ya tek devlet, tek millet, tek dil, tek doğru yargı, tek merkezli yerel yönetim ve tekçi bir laiklik altında, farklılıkları kontrollü serbestlikle idare eden bir ‘huzur rejimi’;
Ya da eşit yurttaşlık, dil ve inanç özgürlüğü, toplumsal cinsiyet eşitliği, yerel özerklik, bağımsız ve insan haklarına bağlı bir yargı, hakikat ve adaletle yüzleşen bir geçiş hukuku temelinde kurulan demokratik cumhuriyet.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında asıl soru budur. “Demokratik entegrasyon” kavramını hangi içerikle dolduracağımız, bu soruya vereceğimiz cevaba bağlıdır.
Barış Vakfı’nın çağrısını bu yüzden önemsiyorum. Dünü inkâr etmeden, bugünü ve yarını konuşalım deniyorsa; Cumhuriyetin, demokrasinin ve hukukun kabuğunu değil, içini tartışalım demektir.
Gelin, Cumhuriyetin, demokrasinin ve hukukun içini birlikte dolduralım. Farklı dillerimizle, inançlarımızla, kimliklerimizle, sınıf ve cinsiyetlerimizle…
Gelin, barışa giden yolu ve kaldırımı birlikte döşeyelim. Çünkü bu ülkede hepimiz için başka bir ortak ev yok.
DİPNOTLAR:
[1] “Eşit, Özgür ve Demokratik Bir Gelecek İçin!” şiarıyla çalışmalarını yürüten Barış Vakfı, 5 Aralık 2025 tarihinde, İstanbul’da,“Uluslararası Hukuk ve Deneyimler Işığında Demokratik Entegrasyonun Olanakları ve Riskleri” başlıklı bir çalıştay düzenledi. Sosyal Adalet Hareketi İnisiyatifi (SAHİ) 6–7 Aralık 2025 tarihlerinde, yine İstanbul’da “Ortadoğu’da Barışı Aramak” başlığıyla ayrı bir toplantı gerçekleştirdi. DEM Parti de, yine 6-7 Aralık tarihlerinde, İstanbul’da “Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı” düzenledi.
[2] Mehmet Uçum, “Terörsüz Türkiye’ye Geçiş Süreci ve Cumhuriyet Tarihinden Bir Örnek: 1239 Sayılı Kanun”, AA Analiz, 16.11.2025; “Geçiş Sürecinde Yeni Gelişmeler”, AA Analiz, 23.11.2025; “Önce Geçiş Sonra Demokrasi Çarpıtması!”, X (eski Twitter), 19.10.2025.
[3] Barış süreçlerine ilişkin genel değerlendirme için bkz. Ruti G. Teitel, Geçiş Dönemi Adaleti (Transitional Justice), Oxford University Press, 2000; ayrıca Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu raporları.
[4] Barış Vakfı, “Uluslararası Hukuk ve Deneyimler Işığında Demokratik Entegrasyonun Olanakları ve Riskleri” Çalıştayı, İstanbul, 5 Aralık 2025.
[5]Prof. Dr. Sevtap YOKUŞ, Barış Vakfı Çalıştayı.
[6] Av. Vahap COŞKUN, Barış Vakfı Çalıştayı.
[7] Av. Cihan AYDIN, Barış Vakfı Çalıştayı.
[8] DEM Parti tarafından düzenlenen “Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı Sonuç Bildirgesi”, İstanbul, 6–7 Aralık 2025.
[9]Nabi YAĞCI, Söyleşi: Hüseyin ÇAKIR, Elele Özgürlüğe, “Zarlar atıldı geri dönüş yok” Doruk Yayınları, 2. Baskı, s.623.
[10] Benzer bir söylem için; (İncil), Elçilerin İşleri, 22/2-3-4; 23/6; Filipililer 3/5’e bakınız.
[11] UNESCO, Kültürel Çeşitlilik Üzerine Evrensel Bildirge, 2 Kasım 2001; ayrıca bkz. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Ulusal veya Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına Dair Bildiri, Karar No: 47/135, 18 Aralık 1992.
[12]Mehmet Uçum, “Bir Kez Daha Vurgulayalım: Egemenliğin ve Birliğin Dili Türkçe”, AA Analiz, 26.10.2025.
[13] Dil haklarına ilişkin iç ve uluslararası çerçeve için bkz. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası m. 42/10 (“Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez… Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.”); Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m. 10, m. 14 ve 12 No.lu Protokol; Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi m. 27.
[14] Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), 1979.
[15] Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi), 2011.
[16] Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Avrupa Konseyi, 1985.
[17] Abdullah Öcalan, “Öcalan’ın Çağrısı: Tarihsel Bir Dönüm Noktası mı?”, Renkler ve Pencereler Topluluğu, 2025.
[18] Abdullah Öcalan, “Barış ve Demokratik Toplum İnşasıyla Sosyalizmi Yeniden Kazanalım” başlıklı mesaj, DEM Parti Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı, 6–7 Aralık 2025, İstanbul; bkz. ANKA Haber Ajansı, “DEM Parti’nin Barış ve Demokratik Toplum Konferansı… İmralı’dan mesaj gönderen Öcalan: ‘Devletle ilişkimi bir demokratikleşme ilişkisi olarak tanımlıyorum’”, 06.12.2025.
[19]Kuzey İrlanda barış süreci için: Hayırlı Cuma Anlaşması (Good Friday Agreement), 1998; Kolombiya FARC süreci için: Nihai Barış Anlaşması (Final Agreement to End the Armed Conflict and Build a Stable and Lasting Peace), 2016.
[20] Harro von Senger, Savaş Hileleri – Stratagemler: Hayatta Kalmak ve Zafer Kazanmak İçin Taktikler, Anahtar Kitaplar Yayınevi, Politika–Strateji Dizisi, Almanca’dan çeviren Mekin Özbalta; 1. Cilt: 2. Basım (2000), 2. Cilt: 1. Basım (2003), 3. Cilt: 2. Basım (2010).
[21] “DEM Parti’nin Barış Konferansı sona erdi: ‘Öcalan’ın sözlerinin gücünü ülkemize götürmeye geldik’”, Siyasi Haber, 07.12.2025, İstanbul.
[22]Mehmet Uçum, “Millî Yargının Demokratik Meşruiyeti, Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı”, AA Analiz, 09.11.2025; ayrıca “Önce Geçiş Sonra Demokrasi Çarpıtması!”, X, 19.10.2025.
[23] 1239 sayılı “Şark Mıntıkasında Muayyen Vilayet ve Kazalarda Ceraim Takibatı ile Cezalarının Tecili Hakkında Kanun”, Resmî Gazete, 14.05.1928.
[24] Geçiş dönemi adaleti literatürü için bkz. Ruti G. Teitel, Geçiş Dönemi Adaleti; Priscilla B. Hayner, İfade Edilemeyen Hakikatler: Hakikat Komisyonları ve Geçiş Dönemi Adaletinin Zorlukları (Unspeakable Truths), Routledge, 2011.
[25] Türkiye Cumhuriyeti Anayasası m. 2, m. 9, m. 36, m. 66, m. 90 ve m. 127.
[26] Mehmet Uçum, “Terörsüz Türkiye’ye Geçiş Süreci ve Bütünleşme Perspektifi”, AA Analiz, 30.11.2025.













