DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan T24’te “Cumhuriyetin 102. yılında: Nasıl birlikte yaşayacağız?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. “Cumhuriyet, ‘Nasıl birlikte yaşarız?”‘ sorusuna verilmiş dünya-tarihsel cevaplardan biridir.” Dedi. “Bugün gelinen noktada farklı kesimler farklı gerekçelerle barışa ihtiyaç duyuyor, demokrasiyi zorunlu görüyor.” diyen Bakırhan’ın yazısının tamamı şu şekilde:
Cumhuriyet, “Nasıl birlikte yaşarız?” sorusuna verilmiş dünya-tarihsel cevaplardan biridir. İlan edilişinden 102 yıl sonra, hâlâ aynı soruyu soruyoruz: “Nasıl birlikte yaşayacağız?”
Cumhuriyete neden ihtiyaç duyduğumuzu anlamadan bugünü kavrayamayız. Birçok sorunun cevabı bu sualin içinde gizli. Osmanlı İmparatorluğu’nun “utangaç” modernleşmesi Cumhuriyetle belli ölçüde “radikal” bir hal aldı. Fakat modernleşme farklı biçimler almasına rağmen Cumhuriyet ile demokrasi arasında derin bir gerilim süregeldi. 1946’da çok partili hayata geçildi ama gerçek demokrasiye geçilemedi.
Cumhuriyetin bu topraklardaki yolculuğu, modernleşme çabasıyla şekillendi. 102 yıl sonra artık şunu çok daha net görüyoruz:Bu toprakların kendi gerçeğini ve dinamiklerini görmezden gelemeyiz. Canımızı acıtan, yüreğimizi yakan nice tecrübeler yaşadık. İçinde yer alan tarihsel ilişkiler, hukuku, düzeni onarmamız gerekiyor.
Tarih ve sosyoloji perspektifinden bakıldığında Türkiye hem Doğu hem de Batı’dır. Hem geleneksel hem de moderndir. Onu eşsiz kılan da tam olarak bu. Belki de artık bu gerilimleri büyütmeden aşmanın, diyalog kurmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Yunus Emre’yle Goethe’yi, Ahmedi Xani’yle Nazım Hikmet’i birlikte okumaktan, farklı dünyalar arası temaslar ve kucaklaşmalardan bahsediyorum.
İşte tam da bunu başarabilmek için Cumhuriyete dair yanlış kabullerimizle yüzleşmeliyiz. Devleti toplumun, yurttaşın üstünde tutan zihniyet, Osmanlı’dan başlayarak Cumhuriyetin kuruluşunda da etkisini sürdürdü. Oysa bizim Cumhuriyet ve halk egemenliğiyle doğrudan, ilkeli bir bağ kurmamız gerekiyor. Evet Cumhuriyet, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olmasının ötesinde; devletin yüzü, bütünlüğü ve devamlılığı olarak kodlanmış bir olgu olarak görüldü. Demokrasi ise, halkın bu olguya dahil olduğu bir form olarak tanımlandı. Sonrasında hep şuna tanık olduk: Devlet, kendi bekasını ve kurucu ideolojisini tehdit altında hissettiği her an, demokrasiyi temel bir değer değil, konjonktüre göre askıya alınabilecek bir “tedbir” olarak gördü. Bu yanlıştı ve bu yanlışın tezahürü en çok Kürt meselesinde hayat buldu. Demokrasiye dönük bu gerilim hali halen çözülemedi. Bir haklar rejimi olan Cumhuriyet ile bir yaşam biçimi olan demokrasi arasındaki gerilimi çözmemiz gerektiğine inanıyoruz. Başka bir deyişle: Demokrasiyi bir hak, Cumhuriyeti sorumluluk olarak içselleştirirsek, 102 yıldır derin krizler üreten yanlışları aşmamız mümkün.
CUMHURİYETİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Toplumsuz cumhuriyet olmaz, kamusuz demokrasi olmaz. Cumhuriyet bir kavram, bir egemenlik biçimidir ama onu diğer bütün egemenlik biçimlerinden ayıran alameti farikası demokrasidir.
Tarihe 4 Mart 1925’ten baktığımızda bu Cumhuriyetin harcı Takrir-i Sükun ile değil, demokratikleşmeyle karılmalıydı.
Tarihe 17 Eylül 1961’den baktığımızda bu Cumhuriyetin meşru başbakanı ve arkadaşlarını idam etmesine değil, demokrasiye saygı duymasına ihtiyaç vardı.
Tarihe 24 Ocak 1980’den baktığımızda bu Cumhuriyetin ülkeyi sömürüye açan kararlara değil, demokratik ekonomiyi güçlendirmesine ihtiyaç vardı.
Tarihe 20 Aralık 1982’den baktığımızda bu Cumhuriyetin eğitim kurumlarında başörtüsü yasağına değil, özgürlükleri garanti altında tutan demokratik normlara ihtiyacı vardı.
Tarihe 1 Mayıs 2007’den baktığımızda bu Cumhuriyetin demokrasiye darbe anlamına gelen 367 kararına değil, demokratik siyasetin kanallarını en etkin şekilde açan kararlara ihtiyacı vardı.
Tarihe 20 Temmuz 2016’dan baktığımızda bu Cumhuriyetin bir OHAL rejimine değil, daha fazla demokrasi diyen ortak sesine ihtiyacı vardı.
Özcesi bu cumhuriyetin temel sorunu şuydu: Kamu ile devleti özdeşleştirerek, devletten ayrı kolektif varoluşlara ve özgür-eşit yurttaşlar alanına izin vermedi. Yurttaşı aktif bir siyasi özne olarak tanımadı, iradesinin önüne sürekli engeller koydu. İşte bugün bu cumhuriyeti topluma iade etme, yurttaşlara teslim etme zamanı.
KÜRT MESELESİ: CUMHURİYETİN DEMOKRATİKLEŞME İMTİHANI
102 yıllık Cumhuriyet serüveninde Kürt meselesi, temelde haklar ve her düzeyde siyasal katılım sorunudur. Cumhuriyet ile Demokrasi arasındaki gerilimin en acı sonucudur. Bugün, hepimiz yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Barış ve Demokratik Toplum Süreci, tarihi bir fırsat sunuyor.
Bugün gelinen noktada farklı kesimler farklı gerekçelerle barışa ihtiyaç duyuyor, demokrasiyi zorunlu görüyor. Kimi devletin bekası için, kimi bölgesel dengeler için, kimi küresel konjonktür için… Belki de toplumsal muhalefet ile iktidar arasındaki temel ayrım burada yatıyor. Konjonktürel bir kesişim var ortada. Bizim görevimiz bu sürece sahip çıkmak, halkın Cumhuriyeti kendine mal ederek demokratik bir yaşam biçimine dönüştürmesine öncülük etmektir. Bunu başarabilirsek, Cumhuriyet ve Demokrasi devletin gerektiğinde askıya alabileceği bir araç olmaktan çıkacak, toplumsal bir yaşam biçimi haline gelecektir. Farklı kesimlerin tanındığı, katı merkeziyetçi ve keyfiyete dayalı düzenin reddedildiği Demokratik Cumhuriyet, devletin bekasının da en güçlü teminatıdır. Ancak bu teminat, salt hukuksal bir tanımanın ötesinde, bu farklı kesimlerin bir arada yaşama iradesini göstermesiyle somutlaşır. İşte bu ortak iradenin toplumsal hayattaki karşılığı olan ve birbirimizin hayatlarına korkusuz bir şekilde katılmak anlamına gelen demokratik entegrasyon, Cumhuriyetin kendisini savunabilmesinin kalıcı ve gerçek yoludur.
TARİHSEL HAFIZAYI DEMOKRATİKLEŞTİRMEK
Halkın Cumhuriyet ve Demokrasi’yi 102 yıl sonra kendine mal etmesi, Kürt Meselesinin de çözümüdür. Kürt ve Türk halkları arasındaki tarihsel ilişkileri bu bağlamda düşünmeliyiz: Ayrıcalıkların gerekçesi olarak değil, Cumhuriyetin demokratikleştirilmesine imkân sunan ortak bir hafızanın parçası olarak.
Mustafa Kemal 21 Haziran 1919’da Ahmet İzzet Paşa’ya, Kara Vasıf’a ve Halide Edip’e gönderdiği telgrafta şöyle yazıyordu: “Kürtlerin serbestçe gelişimlerini temin etmek bakımından ırk hukuku ve toplumsal olarak en çok gözetilen ulus olmaları dahil desteklenmeli…”
Yine 16 Haziran 1919’da Cemilpaşazade Kasım Bey’e çektiği telgrafta Kürtler ve Türkleri öz kardeş olarak tanımadıktan sonra şöyle diyor: “…. Kürt kardeşlerimin hürriyeti ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hukuk ve imtiyazların verilmesine taraftarım.”
20-22 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokolü’nde vatan “Türk ve Kürtlerin oturduğu arazi” olarak tanımlanmıştı. Bugün 21. yüzyılda bu tanımı sadece iki halkın egemenliği olarak değil, tüm halkları ve inançları dahil eden eşit yurttaşlık fikri için bir imkân olarak değerlendirmeliyiz. Mesele ayrıcalıklı olanları değil, tüm halklar için eşitlik ve adaleti çoğaltmaktır.
Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, aynı zamanda tarihle ilişkimizin de demokratikleştirilmesi demektir. Resmi dil, bayrak, ortak vatan demokratik bir toplumda ayrıcalıkların ifadesi değildir. Tarihten süzülüp gelen müşterek yaşamın doğal sonucudur. Bugün Kürtler, Türkler, Araplar, Çerkezler, Ermeniler, Lazlar, Aleviler, Sünniler, Süryaniler ve bu coğrafyanın bütün halkları ve inançları sadece eşit bir hukuku inşa için değil, aynı zamanda ortak tarihsel hafızalarına sahip çıkmak için mücadele ediyorlar. Birlikte yaşamı güçlendirecek ortak bir tarihsel hafızaya sahip olmak, hepimiz için büyük bir şans.
1 EKİM’DEN BU YANA: BARIŞIN YENİ DİLİ
1 Ekim 2024’te başlayan süreç, Türk-Kürt ilişkilerinin demokratik zeminde güncellenmesi için tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu süreç sadece bir sorunun çözümü değil, Demokratik Cumhuriyetin inşa şansıdır. Onlarca yıldır süren çatışma, binlerce insanımızın canına mal oldu. Artık bu acıya son verme, barışı ve demokrasiyi birlikte kurma zamanıdır. Bunu “demokratik müzakere” ile mümkün kılabiliriz. Bu bağlamda bu kavram kilit roldedir. Çünkü düşünmek ve konuşmak arasında kurulan zorunlu ilişkiyi hatırlatır. Son yüz yılın tecrübesi ve 50 yıllık çatışmalı dönemin acı dersleri bize bunu öğretti. Barış sadece silahların susması değil, eşit yurttaşlığın, demokratik katılımın, özgürce konuşmanın tesis edilmesidir.
Şu açıktır; Cumhuriyet hem bir kurtuluş hem de bir kuruluş projesi olarak doğdu. Bu aralıkta Kürtler, kurtuluş sürecinin asli ortağıyken, kuruluş aşamasının nesnesi haline getirildiler. Yani ilk başlangıç için gerekli olan çoğulcu ittifak ruhu, devleti ve ulusu kurma aşamasına gelindiğinde yerini homojen, merkeziyetçi bir modele bıraktı. Bu bakımdan, tam da bugünün barış arayışı, aslında 102 yıl sonra bu “kuruluş” hikayesini, “kurtuluşun” çoğulcu ruhuyla yeniden anlama ve hatırlama çabasından başka bir şey değil.
Mustafa Kemal, 1930’da Afet İnan’ın derlemesiyle çıkan Medeni Bilgiler kitabında “Demokrasinin tam ve açık olarak uygulandığı hükümet biçimi cumhuriyettir. Demokrasi ilkesinin en çağdaş, en akılcı uygulayımını sağlayan yönetim biçimi cumhuriyettir” der ve aynı kitapta şu vurguyu ekler: “Hakların en birincisi yaşamak hakkıdır, diğer bütün haklar ve bu haklara karşılık görevler hep yaşamak hakkına dayanır.”
O halde teşbihte hata olmaz: “Cumhuriyetin 102. yılında barış, yaşam hakkının bir gereğidir.”
Ezcümle, Cumhuriyetin 102. yılını geride bırakırken, ikinci yüzyıla dair en büyük umut ve hedefimiz, demokrasi ile Cumhuriyeti barıştırmak olmalıdır. İnanıyoruz ki halklar, bugün de ortak yaşam sözleşmesini birlikte yazabilecek kudrete sahiptir.
SIRRI SÜREYYA VE HALAY!
Sözlerime son vermeden önce sevgili Sırrı Süreyya Önder’i de bir hikâyesiyle anmak istiyorum. Bir düğün hikayesiyle nasıl bir Cumhuriyet istediğimizi çok güzel anlatmıştı. Adıyaman’ın tek halk eğitim salonunda yapılan düğünlerden bahsediyordu. Karadeniz’den gelen bir ailenin horonu, yerel halayla karşılaştığında ortaya çıkan tabloyu anlatıyordu. “Bir müddet sonra herkes ayağını, ömründe ilk defa oynayacağı bir oyuna uydurmaya çalışırdı. Ortaya eşsiz bir koreografi çıkmazdı belki ama herkes eğlenirdi. Çünkü ortaklaşa yapılıyordu bu. Mühendislik yaklaşımları eşsiz koreografiler arar, tepeden iner. Kâğıt üzerinde her şey rasyonel gözükür ama insan ve toplum dediğimiz canlı organizma ile çarpışınca, genellikle sonuçları irrasyonel çıkar.”
Evet, sevgili Sırrı Süreyya’nın sözüyle: Cumhuriyeti bir halay gibi ele almalıyız. Herkesin adımını, sesini, rengini katıp, birbirimize ayak uydurarak ve kimseyi dışarıda bırakmadan yan yana olabilmek… İşte ancak böyle bir Cumhuriyet, gerçek bir Demokratik Cumhuriyet olabilir.
Haber Merkezi













