Türkiye’nin uzun süredir içinden geçtiği çoklu kriz ortamı, yalnızca ekonomik göstergeleri değil, siyasal ve toplumsal dengeleri de hızla aşındırıyor. Ekonomik daralma, yüksek enflasyon, işsizlik, yoksulluk ve ekolojik tahribat büyürken otoriterleşme süreci yeni kırılma noktaları yaratıyor. Bu atmosferde Kürt meselesi ve savaş politikaları çoğu kez ayrı bir başlık gibi ele alınsa da krizin politik ekonomisini anlamak için bütünlüklü bir okuma gerekiyor. Bu çerçevede İktisatçı Prof. Mustafa Durmuş, Qad Barış Araştırmaları Derneği’ne Türkiye’nin yapısal sorunlarını ve barışın ekonomik karşılığını değerlendirdi.
Durmuş’a göre Türkiye ekonomisinin temel sorunu, neoliberalizme eklemlenmiş ve dış tasarruflara bağımlı bir yapının sürdürülmesi. Sermaye grupları ile iktidarın iç içe geçtiği, inşaat, finans ve militarist sektörlerin önceliklendirildiği bir düzende ekolojik talanın ve gelir adaletsizliğinin büyüdüğünü belirtiyor. Emekçiler için ise tablo daha sert: düşük ücretler, artan yoksulluk, istihdam sorunları ve nitelikli gıdaya erişimde ciddi eşitsizlikler.
Söyleşinin tamamı şu şekilde:
Türkiye’nin içinden geçtiği çoklu kriz süreci, çözüme ve barışa dair atılan tüm olumlu adımların etkisini azaltabilecek şekilde derinleşiyor. Bir yandan otoriterleşme süreci yeni bir ivme kazanırken, ekonomik krizin çözülebileceğine dair ise ciddi bir işaret bulunmuyor. Kürt meselesi bağlamında savaş ve barış denklemi ise sıklıkla bu krizlerden ayrı bir başlık altında, müstakil bir sorun olarak ele alınıyor. Savaş ve barışın politik ekonomisini ve Kürt meselesinin diğer kriz alanlarıyla ilişkisini çözümlemek için Prof. Mustafa Durmuş’a bağlanıyoruz.
QAD: Size göre Türkiye ekonomisinin en önemli yapısal sorunu nedir?
Türkiye ekonomisinin en önemli sorunu kapitalist sistem içinde var olan, özellikle de kapitalizmin neoliberal versiyonuna dayalı olarak işleyen bir ekonomi olmasıdır. Buna ekonominin göreli olarak yüksek büyüme hedefi karşısında yetersiz yerli tasarrufa sahip olması nedeniyle dışsal tasarruflara bağımlı olmasını da ilave edebiliriz. Bir başka deyimle, emperyalist sisteme olan bağımlılık ekonominin sıklıkla döviz krizi gibi krizlere girmesine neden oluyor.
Ancak bu sorunu sınıfsal bir perspektiften ele aldığımızda farklı çıkarımlar yapmak da mümkündür. Öyle ki, ekonominin mevcut işleyişinden son derece memnun olan bir kesim var. Bunlar İktidar Bloku ve çevresindeki yerli ve yabancı sermaye gruplarını; inşaat sektörü, bankalar ve askeri sanayi (ya da savunma sanayii) gibi militarist sektörlere hâkim sermaye gruplarını ve bu gruplarla iç içe geçmiş iktidar kesimlerini kapsamaktadır. Bunlara doğa talanı yoluyla servet edinmeyi de eklediğimizde, ekolojik yıkımın da ekonominin en önemli sorunlarından biri olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Diğer yandan, işçiler, emekçiler, küçük esnaf ve topraksız köylüler açısından en önemli sorunlar; son derece düşük emek gelirleri, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlik, yeterli nitelikli istihdamın olmayışı ile giderek derinleşen yoksulluk ve nitelikli gıdaya erişim en önemli sorunlardır.
Son olarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, eşit yurttaşlık haklarının eksikliği, ana dilde eğitime erişimin olmaması ve farklı cinsel kimliklere karşı ayrımcılık gibi sosyal ve siyasal faktörler de ülke ekonomisinin gelişiminin önündeki önemli engeller arasında yer alıyor.
Soru: Bu soruna ve katmerlenmesine Kürt Meselesinin, PKK ile devlet arasında 1984’ten bu yana devam eden silahlı çatışmanın katkısını nasıl yorumlanmalı?
Eğer ekonomik kriz, yüksek enflasyon, işsizlik ve ekolojik yıkım gibi olguları ciddi ekonomik sorunlar olarak ele alacaksak, bunların sadece ekonomik ya da sosyal olgular değil, siyasal gelişmelerden de etkilenen olgular olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Yani ekonomik kriz sadece ekonomik değil, aynı zamanda politiktir ve bunun en somut örneği ülkede 50 yıla yakın bir süredir devam eden devlet ve PKK arasındaki çatışmalardır. En yakın örnek ise, AKP ile FETÖ olarak adlandırılan Cemaat arasında yaşanan ve 2016 yılında başarısız bir darbe girişimi ile sonuçlanan çatışmadır. Hatırlanacağı gibi darbe girişimi sonrasında OHAL ilan edilmiş, 2017 yılında yapılan bir Anayasa değişikliği ile bugünkü seçimli otokratik rejim kurulmuştu. O tarihten bu yana tüm ekonomik göstergeler (şişirilmiş ekonomik büyüme dahil) hep kötüleşti. Bu da politik çatışmaların, demokrasinin ortadan kaldırılmasının ve otokratik bir düzen kurulmasının ekonomik faturasıdır.
Benzer bir biçimde, ülkenin en önemli sorunlarından olan Kürt Sorununun askeri yöntemlerle çözülmeye çalışılması, çatışmasızlık ve barış girişimlerinin provokasyonlarla ortadan kaldırılması da ekonomik yıkıma yol açmıştır. Örneğin kişi başı gelir son 11 yıldır 2013’teki seviyesine ulaşamadığı gibi, işsizlik ve yoksulluk hızla arttı.
Suriye Savaşı’nın ikinci yılı, Gezi Direnişi’nin gerçekleştiği yıl ve Kürt Sorununun barışçıl yollarla çözümünden vazgeçildiği dönemin başlangıç yılı olan 2013 yılından bu yana, kişi başına düşen milli gelirde ciddi bir gerileme yaşandı. Kişi başı gelir 2013 yılında 12.519 dolar düzeyindeydi. Yani, gelir adaletsiz dağılmış olsa da, kişi başı gelir ölçütüyle bakıldığında ortalama insanımızın refah düzeyi 2013’te, 2024’e kıyasla yüzde 24 daha yüksekti. O yıldan bu yana refah sürekli azaldı ve 2020 yılında bu gelir 8,597 dolara geriledi. Bu gerilemede, Kürt Sorununda yeniden savaş konseptine geri dönülmesinin önemli bir payı bulunmaktadır.
Bu süreçte devlet bütçesinin kaynakları halkların ekonomik sorunlarının çözümüne ve kamusal hizmetlerin geliştirilmesine harcanmak yerine savaş için harcandı. Öyle ki, bütçe ödeneklerinin en büyük kısmı, faiz harcamalarının ardından savunma ve güvenlik harcamalarına yönelmektedir. Devlet ve yakın sermaye grupları, iç içe geçmiş bir biçimde, ekonomideki kıt kaynakları savaş araç ve gereçlerinin üretilmesinde kullanmıştır. Nitelikli ve sosyal amaçlara hizmet eden üretim yerine, İHA ve SİHA gibi askeri sektörler teşvik edildi.
Oysa savaşa yönelik harcamaların; eğitim, sağlık, sosyal refah ve alt yapı hizmetleri gibi alanlardan vazgeçmek anlamına gelen ciddi ekonomik alternatif maliyetleri bulunmaktadır. Bu harcamalar, ülke içindeki diğer yatırımları caydırmakta. Özetle, savaş; kıt ekonomik kaynakları, doğayı ve yatırımları yok ederek ekonomiye ciddi zarar veriyor.
Savaşın en fazla etkilediği kesimlerin başında işçi sınıfı, emekçiler, kadınlar, çocuklar ve engelliler olmak üzere tüm halklar geliyor. Savaşın doğa üzerinde yarattığı tahribatlar, geri çevrilemez tahribatlardır. Öyle ki, hem ekosistem tahrip edilerek geleceğimiz tehlikeye atılıyor, hem de doğa üzerinde yaratılan etkiler yüzünden büyük çapta ekonomik zararlar ortaya çıkıyor. Diğer yandan, barış içindeki bir toplumda ekonomik gelişme, kalkınma çok daha istikrarlı oluyor. Savaşlar reel işçi ücretlerini düşürüyor, sendikaları yok ediyor ve işçilerin kazanılmış haklarını ellerinden alıyor. Barış ise işçi sınıfının ve sendikaların güçlenmesine ve reel ücretlerin ve diğer sosyal hakların gelişmesine katkıda bulunuyor.
Geçenlerde NATO’nun Lahey’deki toplantısında, tüm üye ülkeler gibi Türkiye de askeri harcamaların milli gelire oranını yüzde 5’e çıkarma sözü verdi; bu ülke ekonomisini ciddi biçimde sarsacak, toplumsal refahı azaltacak ve barışın inşasını da son derece olumsuz etkileyecektir.
Soru: Kürt Sorununu şiddet ile çözme çabasının tarihsel anlamda ekonomik maliyetini 3 trilyon dolar olarak ölçen raporlar kamuoyuna yansıdı. Bunlardan bir tanesi Democratic Progress Institute tarafından açıklanan rapor. Bu bağlamda, barışın ekonomik katkılarını, Kürtlerle barışmış bir devletin yeniden yapılanması çerçevesinde değerlendirecek olursak, nasıl kavramak gerekiyor?
Savaşın sadece ekonomik yavaşlama üzerinden değil, aynı zamanda döviz kuru, faiz oranları ve enflasyon üzerindeki etkileriyle de değerlendirildiğinde, bu rakamın afaki bir rakam olmadığı söylenebilir.
Tekrar savaş konseptine dönüş, ekonomik tahribatı çok daha derinleştirecektir. Şu anda Türkiye ekonomisinin göstergelerine baktığımızda krizin bütün göstergelerinin mevcut olduğunu görebiliyoruz: Reel sektör krizde, işsizlik çok ciddi boyutlarda, enflasyon resmi yüzde 30 gayri resmi yüzde 60’ın üzerinde ama daha da önemlisi, bir döviz krizi yaşanması olasılığı var. Spekülatif bir biçimde altına yönelim var. Ekonomik ve siyasal belirsizlikler kuru yükseltiyor. Kurdaki bu yükseliş, kur değişiklikleri nedeniyle enflasyonu daha da yükseltiyor. Hayat pahalılığı kitleler için özellikle de işsizler için çok büyük bir sorun. Hayat pahalılığı artıyor ve döviz cinsinden borcu olan firmalar bir bir kapanıyor. Ödenemeyen borçlar yüzünden bankacılık sistemi bile ileride krize girebilir.
Bütün bunlar ortadayken, ülke için belki de son şans niteliğindeki mevcut “Barış ve Demokratik Toplum Süreci”nin akamete uğraması, döviz kurunun ve enflasyonun daha da yükselmesine yol açacaktır. Bunu sermaye kesimi de gördüğünden, Meclis’teki Komisyonda barışın mutlaka tesis edilmesi gerektiğini açıkça vurguladılar. Yani artık sermaye örgütleri de endişelerini açıkça dile getirerek bu sürecin mutlaka başarıyla sonuçlandırılmasını istiyorlar.
Soru: Kamuoyunda, demokrasi ile ekonomik ve sosyal kalkınma arasında nasıl bir ilişkinin olduğuna dair tartışmalar son dönemde sıkça gündeme geliyor. Bu bağlamda, hâkim iktisadi paradigmanın bize demokratik bir iktisadi düzen sunabilme imkânı var mıdır?
Günümüzde anlaşıldığı biçimiyle demokrasi, güçler ayrılığına ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemdir. Buna sol bir jargonla “burjuva demokrasisi” denilir. Böyle bir demokrasi, girişim özgürlüğünü ve özel mülkiyetin güvence altına alınmasını gerekli kıldığından, yerli ve yabancı yatırımcıların endişe duymadan reel sektöre yatırım yaptıkları varsayılır.
Ayrıca ekonomik büyüme ve gelişme sadece inovasyon, yatırım ve işletmelerle ilgili değildir. Hukukun nasıl işlediği ekonomi için temel öneme sahiptir. Hukuk sistemi, tıpkı demiryolu veya elektrik şebekeleri ya da sağlık ve eğitim gibi ulusal altyapının bir parçası olarak görülür. Hem bireyler hem de işletmeler için, birbirleriyle veya devletle olan anlaşmazlıkları çözme ve haklarını güvence altına alma mekanizması hukuk sistemini kapsar.
Yavaş işleyen, öngörülemez bir adalet sisteminin uzun zamandır bir sorun olarak kabul edildiği ülkelerde, bunun ekonomi üzerindeki zararlı etkisine dair somut kanıtlar bulunuyor. Örneğin, İtalya’nın ekonomik büyümesinin medeni hukuk süreçlerindeki belirsizlik nedeniyle sekteye uğradığı ve iş kararlarındaki riskleri artırdığı ileri sürülüyor. Aralarında Nobel ödüllü Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’un da bulunduğu ekonomistler, hukuk sistemini ekonominin temel dayanağı olarak tanımlıyorlar.
Kısaca, adalet sistemi ulusal altyapının çok önemli bir parçası olarak görülmelidir; bu sistem, ekonominin işleyebilmesi için gerekli olan fiziksel ve kurumsal yapıların ve ağların bütününü oluşturur. Eğer adalet çökerse, öngörülebilir ve hızlı bir adalet sisteminin mümkün kıldığı ekonomik işlemler ve yatırımlar engellenmiş olur.
Türkiye’de hukukun yerle bir edildiği bir gerçek. Son yıllarda muhalif belediyelere ve hatta sermaye gruplarına, şirketlere yapılan kayyum atamaları demokrasi ile ekonomik gelişme arasındaki bağı kopardı. Örneğin verilen çok ciddi teşviklere rağmen, özellikle de tekstil gibi ihracatçı sektörlerin dev şirketleri ülkeden ayrılıyor. Her an sermayesine ve servetine el konulması ihtimali yerli sermayedarların ülkede yeni yatırım yapmasını önlüyor ve bu kesimler paradan kısa zamanda para kazanmak gibi spekülatif finansal yatırımlara yöneliyorlar. Yabancı sermaye ise uzun zamandır doğrudan yatırım biçiminde değil, kur ve faiz farkından faydalanıp spekülatif kazançlar için ülkeye geliyor, 1 yıldan az bir vadede vurgun yapıp tekrar dışarı çıkıyor.
Tüm bunların nedeni kuşkusuz siyasal belirsizlikler ve bunun da kaynağı iktidarın hukukun üstünlüğüne ortadan kaldırması ve hatta yargı eliyle post-modern darbeler yapması.
Elbette böyle bir otokrasinin diğer yüzünde savaş ve çatışmalar mevcut. Bu hem içerde hem de dışarda yürütülen savaş biçiminde kendini gösteriyor. Bu nedenle, “ülkede demokratikleşme, Kürt sorununun barışçıl yollardan çözülmesiyle mümkün olabilir” denilebilir. Eğer ekonomik gelişme ve refah artışı bekleniyorsa bunun bir ayağı demokrasi, diğer ayağı ise barış olmak zorundadır. Bu anlama yürütülmekte olan “Barış ve Demokratik Toplum Süreci”nin başarıyla sonuçlanması ülkenin ekonomik ve sosyal olarak kalkınmasında son derece önemlidir.
Yeri gelmişken artık alternatif bir demokrasi anlayışının da tartışılması gerektiğini altını çizelim. Bu demokrasi, yerelden, yerinden, aşağıdan inşa edilen, katılımcı ve çoğulcu bir demokrasidir. Buna günümüzde “Radikal Demokrasi” ya da “Devrimci Demokrasi” diyenler de mevcut.
Eğer ekonomik ve sosyal kalkınmanın önündeki en temel engel olan otokrasi veya açık bir diktatörlükle mücadele edeceksek demokrasi ufkumuzun “Güçlendirilmiş Parlamenter Demokrasi”yi aşması gerekiyor. Böyle bir demokrasi anlayışının ve pratiğinin ekonomideki karşılığı ise Ekonomik Demokrasi’dir. Yani, yerelin ekonomik kararlara doğrudan katılımını kapsayan ve kooperatifler, komünler ile halk ve işyeri meclisleri biçiminde örgütlenen bir demokrasi; buna Demokratik Katılımcı Ekonomi diyoruz. Gerçek anlamda ekonomik ve sosyal kalkınma ancak böyle bir radikal sosyo-ekonomik dönüşümle mümkün olabilir.
Mustafa Durmuş kimdir?
Akademisyen, yazar, ekonomi politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş, 1956 yılı Kelkit’te doğdu. 1977 yılından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü’nden mezun oldu. ‘Güney Kore’de İhracata Dönük Sanayileşme Modeli’ üzerine doktora tezi yazdı (1989). TÜRK-İŞ’e bağlı YOL-İŞ Federasyonu’nda eğitim uzmanı, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde asistan, Birleşik Krallık York Üniversitesi’nde misafir araştırmacı/öğretim üyesi, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Gazi Üniversitesi İİBF’de ve Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü öğretim üyeliği ve özel sektörde üst düzey yöneticilik yaptı. Şu an emeklidir. T24 ve Yeni Yaşam Gazetesi yazarı. Makalelerini yayımladığı ‘Alternatif Akademi’ adlı bir bloğu ve “Kamu Ekonomisi” (2008), “Kapitalizmin Krizi” (2009), “Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi” (2018), “Büyük Değişim-Popülist Otoriterlik” (2019) ve “Demokratik Katılımcı Ekonomi” (2023) adlı kitapları ve çok sayıda yayımlanmış makalesi bulunmaktadır. Durmuş, “Yaşamın Temel Ekonomisi” (2021), “Dünya Ekonomisini Anlamak” (2021), “Türkiye Üzerine Politik İktisat Yazıları” (2022) ve “Siyasi Ekoloji” (2022) ve “Sosyo Ekolojik Bir Toplum İçin Ne Yapmalı” (2024) adlı editörlü kitapların da yazarları arasında bulunuyor.
HABER MERKEZİ












