TARİHSEL TEKÇİLİK VE FEDERASYON DENEYİMLERİ
Sürecin devamı için sadece çatışmayı bitiren değil, çatışma sonrası düzeni yeniden kuran örneklere de bakmak gerekiyor.
1. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Tekçilik mirası
Türkiye’de bugün hâlâ süren “tek dil–tek kimlik–tek merkez” anlayışının kökleri, yalnızca Cumhuriyet’in kuruluşuna değil, Osmanlı’nın son dönemindeki İttihat ve Terakki mühendisliğine kadar uzanıyor.
İmparatorluk çok dilli, çok dinli bir yapıydı; ancak 1908 sonrası süreçte devlet aklı giderek merkezileşme ve Türkleştirme çizgisine kaydı. Cumhuriyet de bu çizgiyi büyük ölçüde devraldı. Bu tarihsel bagaj, bugün demokratik entegrasyon tartışmasının neden “güvenlik merkezli bir kabuğa” sıkışabildiğini de açıklıyor. Bu çizgi, Türkiye’yi bölünme fobisi içine düşürdü.
Buna karşılık dünya, çok daha çoğulcu ve yaratıcı modeller üretmiş durumda.
2. Rusya örneği: İmparatorluktan devrime, devrimden federasyona
Çarlık Rusyası da Osmanlı gibi çok uluslu bir imparatorluktu. 1917 Ekim Devrimi sonrasında Lenin ve Bolşevikler, ulusal sorun konusunda farklı bir çizgi açtılar:
• Halkların kendi kaderini tayin hakkını anayasal düzeyde tanıdılar.
• Sovyetler Birliği’ni çok katmanlı bir federasyon olarak kurdular.
• Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan gibi cumhuriyetler; Tataristan,
Başkurdistan, Yakutistan gibi özerk cumhuriyetler; hatta şehir düzeyinde özerk bölgeler ortaya çıktı.
• “Ulusların eşitliği” ilkesi yalnızca kültürel değil; ekonomik ve idari yetki biçimleriyle de
tanındı.
1991 sonrası Rusya Federasyonu, Sovyet mirasını tamamen terk etmedi. Bugün bile:
• 22 özerk cumhuriyet,
• 46 oblast,
• Özerk okruglar ve
• Şehir düzeyinde özel statüler kendi parlamentoları ve hükümetleriyle çalışıyor.
Rusya’nın sorunları ayrı bir tartışma konusudur; fakat çok uluslu bir coğrafyanın ancak çok katmanlı bir yönetimle sürdürülebildiği gerçeği değişmiyor.
3. Almanya örneği: Federalizmin toplumu güçlendirmesi
Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kendisini federal devlet olarak yeniden örgütledi:
• 16 eyalet (Länder),
• Her birinin kendi anayasası,
• Eğitim, kültür, yerel yönetimler, polis gibi alanlarda geniş yetkiler,
• Federal Meclis ile Eyaletler Meclisi’nden (Bundesrat) oluşan çift kanatlı sistem.
Alman federalizmini tartışan kimse “Almanya bölünüyor mu?” diye sormuyor. Çünkü federalizm, birlikte yaşamanın kurumsal güvencesi olarak işliyor.
4. ABD örneği: Çok kimlikli bir ulus devlet nasıl kurulur?
ABD baştan itibaren şu mantıkla kuruldu:
• Her eyalet kendi iç düzenini kurar.
• Federal merkez sadece ortak alanları düzenler (para, ordu, dış politika vb.).
Bu sistem, hem göçmen toplulukların birleşmesini sağladı hem de kimlik farklılıklarının sürekli bir politik kriz üretmesini önemli ölçüde engelledi.
5. İskandinav örnekleri: Belediyecilik ve yerel demokrasi
İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde:
• Yerel yönetimler anayasal güvence altında,
• Merkezi idarenin vesayeti son derece sınırlı,
• Belediyelerin çok geniş mali ve idari yetkileri var.
Bu da yurttaşın kendisini “devletin tebaası” değil, kamunun gerçek sahibi olarak görmesini sağlıyor.
6. TKP’nin ilk programı: “Federatif Türkiye” tasarımı
(1920 Bakü Programı – Halkların eşitliği)
Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) 1920 tarihli ilk programı, dönemin çok uluslu Anadolu coğrafyasını gerçekçi okuyan nadir belgedir. Program:
• Kürtlerin, Lazların, Çerkeslerin ve diğer halkların kendi kendini yönetme hakkını
tanıyordu.
• Federatif bir Türkiye modeli öneriyordu.
• Halkların eşitliği ve gönüllü birliğini esas alıyordu.
Bu program, İttihatçı merkezileşmeye karşı eşitlikçi bir cumhuriyet tasavvuruydu. Bugün hâlâ üzerinde konuşulabilecek en tutarlı tarihsel çizgilerden biridir.
7. Demokratik entegrasyon açısından bu karşılaştırmalar ne söylüyor?
Bu karşılaştırmalar bize üç temel şey söylüyor:
1. Aşırı (mikro) merkeziyetçilik, parçalanmayı değil, çatışmayı üretir.
2. Çoğulcu yönetim modelleri, ülkenin birliğini zayıflatmaz; güçlendirir.
3. Türkiye’nin bugün “özerklik”, “yerinden yönetim”, “anayasal güvence” tartışmasını
bir“beka” meselesine sıkıştırması tarihsel bir yanılgıdır.
Özetle evrensel gerçek şudur: Tekçi devletler zayıflar ve kriz üretir; çoğulcu devletler
güçlenir ve toplumun enerjisini açığa çıkarır.
TEKÇİLİĞİN ANAYASAL KABUĞU
Türkiye’de eşit yurttaşlık tartışmasının önünde duran en büyük engellerden biri, hukuku ve Anayasa’yı “kabuğu parlatılmış ama içi boşaltılmış metinler” hâline getiren siyasal kültürdür. Bu kültürün kökleri yeni değil; hem Osmanlı’nın son dönemindeki Türkleştirme hamlelerinde hem Cumhuriyet’in kuruluşunda hem de güncel anayasal düzenlemelerde izlerini görmek mümkün.
Bu tekçiliğin anayasal düzeyde nasıl yeniden üretildiğini görmek için yalnızca Anayasa’nın başlangıç kısmına bakmak bile yeter. Başlangıç metni, “Türk varlığının” korunmasını devletin varlık nedeni sayan; yurttaşlığı birey merkezli değil “Türklük” etrafında şekillendiren ideolojik bir çerçeveyi koruyor. Böyle bir başlangıca dayanarak “eşit yurttaşlık” inşa etmeye çalışmak, temeli tartışmalı bir binayı sürekli sıvamak gibidir.
Aynı sorun 2017’de 6771 sayılı Kanun’la yapılan Anayasa m.9 değişikliğinde de görülüyor. Maddeye “tarafsız” ibaresi eklendi:
“Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.”
Kâğıt üzerinde bu ekleme, hukuk devleti açısından olumlu görünüyordu. Fakat soru basit:
Yargı gerçekten bağımsız ve tarafsız oldu mu?
Hayır. Çünkü kelimenin kendisini Anayasa’ya yazmakla, o kelimenin temsil ettiği kurumu gerçekten inşa etmek aynı şey değildir. Burada yapılan, “tarafsızlık” sözcüğünü m.9’a eklemek ama onun gerektirdiği özü kurumsal olarak kurmamak; yani yine kabuğu parlatıp içini boş bırakmak oldu. Tarafsızlık, metne bir kez yazılınca kendiliğinden doğmaz; yürütme üzerindeki fren ve denge mekanizmalarıyla, HSK’nin siyasal vesayetten arındırılmasıyla, savunmanın güçlendirilmesiyle, yargıç güvencesinin gerçekten sağlanmasıyla hayat bulur. Bunlar yapılmadığında “tarafsız” kelimesi, Anayasa’da duran ama fiilen karşılığı olmayan boş bir kabuktan ibaret kalır.
Bu nedenle mesele sadece Anayasa’ya yeni kelimeler eklemek değil; eklenen kelimelerin altını dolduracak siyasal iradeyi ve kurumsal düzeni kurmaktır. Aksi hâlde tıpkı m.66’daki “herkes Türktür” hükmü gibi, m.9’daki “tarafsız” ibaresi de içi boş bir vitrin ifadesi olarak kalır.
Gerçek eşit yurttaşlık ise —ister kimlik, ister dil, ister inanç, ister cinsiyet, ister sınıf bağlamında olsun— özü boş kavramlarla değil, demokratik içerik ve kurumsal güvencelerle kurulabilir. Eğer Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında demokratik entegrasyondan söz edeceksek, önce bu kabuk–öz ayrımını kökten tartışmamız gerekiyor.
TEKÇİLİĞE KARŞI ÖZELEŞTİRİ
Nabi Yağcı, Elele Özgürlüğe adlı kitabında “tarihin gerçek dilini çözdüğünde” şunu fark
ettiğini söylüyor: “Biz dün farkına varmadan ‘Türkiye Komünist Partisi’ değil, ‘Türk Komünist Partisi’ olmuşuz.”[9] Enternasyonalist bir hareketin ulusalcı bir zemine kaydığında komünist olamayacağını açıkça ifade ediyor; Kürt halkından, Ermeni halkından ve bu topraklarda soykırım, tehcir, asimilasyon, baskı ve tenkile uğramış bütün halklardan, ayrıca “diğer halklar özgür olmadan Türk halkı da özgür olamazdı” diyerek Türk halkından özür diliyor.
Bu özeleştiri, Türkiye’deki tekçi yaklaşımın yalnızca devletin resmî ideolojisine özgü
olmadığını; sol gelenek dâhil toplumun bütün katmanlarına işlemiş derin bir zihinsel tortu olduğunu çarpıcı biçimde ifşa ediyor. Yağcı’nın kendi tarihsel deneyimine dayanarak yaptığı bu itiraf, “eşit yurttaşlık” meselesinin neden bir hukuk tekniği değil, bir zihniyet devrimi olduğunu da berraklaştırıyor.
Kendi adıma konuşayım:
“Ben Türküm; Müslüman, Sünni ve Hanefi kültüründe yetiştim. Böyle bir kimliğin içinden
gelmiş biri olarak, bu ülkenin çoklu kimlik yapısını, halkların farklı tarihsel deneyimlerini ve dillerini uzun yıllar boyunca gerçekten göremediğimi bugün daha açık itiraf edebiliyorum.” [10]
Oysa eşit yurttaşlık tam da bunu gerektiriyor: İnsanların rengi, etnisitesi, dili, inancı, cinsiyeti, cinsel yönelimi ve yaşam tarzı üzerindeki farklılıklarını tehdit değil, zenginlik olarak görmek; birliği benzeştirmede değil, çeşitlilik içinde kurmak. Tekçi bir anlayışla birlik olmaz; baskıyla, inkârla, zorlama asimilasyonla hiç olmaz.[11]
( Yazının birinci bölümü için: https://politikahaber.com/duygulu-demokrati̇k-entegrasyon-mu-demokrati̇k-cumhuri̇yet-mi̇/ )
Haber Merkezi












