Kürt Sorunu’na dair çözüm arayışlarının yeniden hareketlendiği bir dönemde, “entegrasyon” kavramı siyasetin ve hukuk tartışmalarının merkezine yerleşmiş durumda. TBMM’nin hazırlığını sürdürdüğü entegrasyon raporu beklenirken, toplumsal barışın nasıl kurulacağına ilişkin farklı yaklaşımlar da kamuoyunda geniş yer buluyor. Bu çerçevede Politika Gazetesi yazarı Av. İsmail Duygulu, üç bölümden oluşacak “Demokratik Entegrasyon ve Demokratik Cumhuriyet mi?” başlıklı yazı dizisinin ilk bölümünde hem Türkiye’nin hafızasına hem de uluslararası deneyimlere bakarak tartışmaya yeni bir çerçeve öneriyor.
Duygulu, entegrasyonun yıllardır Türkiye’de asimilasyon politikalarının kibar bir adı olarak kullanıldığına dikkat çekiyor. Ona göre bugün ihtiyaç duyulan şey, çoğulculuğu ve eşit yurttaşlığı esas alan yeni bir demokratik vizyon. “Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında barış ve demokratik entegrasyonun nasıl kurulacağı temel sorudur” diyen Duygulu, resmi söylemde öne çıkan “Terörsüz Türkiye”, “Tek devlet, tek millet” gibi ifadelerin entegrasyonun hangi yönde şekillendirileceğine dair belirleyici olduğunu düşünüyor.
Yazının birinci bölümünü yayınlıyoruz:
DEMOKRATİK ENTEGRASYON ve DEMOKRATİK CUMHURİYET Mİ?
Son dönemin temel tartışması olan “entegrasyon” konusunu ele alan Av. İsmail Duygulu, dünya deneyimlerini ele alarak entegrasyonun asimilasyon olarak anlaşılmaması gerektiğinin altını çiziyor.
Kürt Sorunu’nun çözümü amacıyla başlayan sürecin yeni bir aşamaya geçmesinin yolu olarak belirtilen “entegrasyon”u sağlayacak hukuki düzenlemelerin yapılması için TBMM Komisyonunun raporu bekleniyor. Rapor öncesinde taraflar süreçte atılması gereken adımlar ve entegrasyon konusundaki görüşlerini açıklıyor.
Avukat İsmail Duygulu, “Türkiye’nin iç savaştan çıkışında çatışmasızlık eşiğini ve sonrasını düşünmek” alt başlığıyla yaptığı çalışmasında iktidar gruplarının tekçi ve asimilasyoncu yaklaşımına karşı entegrasyonun demokratik cumhuriyet idealinden hareketle düşünülmesi gerektiğini savunuyor. Duygulu’nun yazısının birinci bölümünü aşağıda yayınlıyoruz:
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında hep birlikte cevaplamamız gereken temel bir arayışın içindeyiz: Barış ve demokratik entegrasyon. [1]
Hem barış içinde yaşadığımız iddia edilen bu ülkede, devletin kendi yurttaşlarıyla yaşadığı çatışma halini sona erdirmenin yollarını arıyoruz, hem de buna dair yapılan girişimleri tartıyoruz.
Peki “demokratik entegrasyon” dediğimiz şey nedir? Yeni bir süs cümlesi mi; yoksa Cumhuriyet’in içini gerçekten yeniden doldurmanın adı mı?
Son dönemde “Terörsüz Türkiye’ye geçiş”, “Tek devlet, tek millet”, “Egemenliğin ve birliğin dili Türkçe”, “Millî yargı”, “Önce geçiş sonra demokrasi çarpıtması” gibi başlıklarla kurulan resmî dil, bu sorunun tam merkezine oturuyor.[2]
Aynı kelimeler etrafında iki farklı yol açılıyor:
- Birincisi, Cumhuriyet’i çoğulculuk, eşit yurttaşlık ve barış doğrultusunda derinleştiren
demokratik cumhuriyet yolu.
- İkincisi, güvenlik merkezli, tekçi ve yukarıdan belirlenmiş bir “entegrasyon” şemasını
demokrasi ve hukuk etiketiyle yeniden pazarlayan teslimiyet hukuku yolu.
Bu iki yolu birbirine karıştırmayalım
ENTEGRASYON: MAKYAJ MI, ÇEŞİTLİLİKLE BİRLİK Mİ?
“Entegrasyon” kelimesi, Türkiye’de uzun yıllar boyunca çoğu zaman “asimilasyon”un kibarlaştırılmış hâli olarak kullanıldı. “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” denirken, kastedilen çoğu kez “birbirimize benzeyelim, farklı görünmeyelim” oldu. Cumhuriyet’in ilk yüzyılının ağır hafızası budur. Bugün devlet aklı bu hafızaya dayanmaktadır.
Oysa dünyadaki barış ve geçiş deneyimleri bize şunu söylüyor: Demokratik entegrasyon,
– Bir halkı diğerine benzetme programı değildir.
– Devletin toplumu tek bir kimliğe, tek bir dile, tek bir inanç kalıbına sokma hakkı hiç
değildir.
– Tam tersine; farklı dillerin, inançların, kimliklerin, sınıfların eşit yurttaşlık temelinde bir
arada yaşama iradesini hukuken güvenceye bağlamaktır.[3]
Bu yüzden önce kavramların kabuğunu kırmak zorundayız. Cumhuriyet, demokrasi, hukuk, millî birlik, barış… Bunlar ya içi dolu kavramlar olacak ya da bir kez daha süslü etiketlere dönüşecekler.
ULUSLARARASI DENEYİMLERDEN NE ÖĞRENİYORUZ?
Barış Vakfı’nın gerçekleştirdiği “Uluslararası Hukuk ve Deneyimler Işığında Demokratik
Entegrasyonun Olanakları ve Riskleri” başlıklı çalıştayının adında geçen “uluslararası hukuk ve deneyimler” ifadesi, tartışmayı ister istemez Türkiye’nin sınırlarının dışına da taşımayı gerektiriyor. [4] Çünkü çatışma çözümü, kimlik ihtilafları ve demokratik entegrasyon alanında tekeri sadece biz icat etmiyoruz; çoğu zaman, daha önce yaşanmış çatışmaları bitiren ve dönüştüren örneklerden öğreniyoruz.
Kuzey İrlanda’da 1998 tarihli “Hayırlı Cuma Anlaşması”, onlarca yıllık şiddeti durduran bir çerçeve oldu. Ancak bunu mümkün kılan şey yalnızca IRA’nın silah bırakması değildi; aynı anda üç düzey birden değişti:
– İngiltere ile İrlanda Cumhuriyeti arasındaki egemenlik tartışması yeni bir formüle kavuştu,
– Protestan–Katolik denkleminde güç paylaşımı ve ortak hükümet modeli kuruldu,
– Dil, kimlik, eğitim, polis yapısı dâhil günlük hayatı belirleyen kurumlar baştan müzakere edildi.
Şiddetin susması, tek başına değil; eşitlik ve ortak yönetim mekanizmalarıyla birlikte işlediğinde kalıcılaştı.
Güney Afrika’da apartheid rejimi sona erdirilirken “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu”, ne “her şeyi affeden bir unutma”yı ne de “herkesi yargılayıp hapse dolduran bir intikam hukuku”nu tercih etti. Hakikatin ortaya çıkarılması, mağdurların dinlenmesi, bazı suçlarda koşullu af, bazı suçlarda ise yargılama ve yaptırımla ilerleyen karma bir model kuruldu. Burada kilit nokta, siyasal rejimin aynı kalmamasıydı: Yeni anayasa, eşit yurttaşlık, ırk ayrımcılığının mutlak yasağı ve güçler ayrılığıyla yeni bir demokratik çerçeve yaratıldı.
Kolombiya’da FARC sürecinde de benzer biçimde, silah bırakmanın karşılığı “hiç yaşanmamış sayalım” konforu olmadı; köylülük, toprak, siyasal katılım, kurumsal reformlar ve yerel demokrasi alanında geniş bir paket müzakere edildi.
Bu örnekler birbirinin kopyası değil; Türkiye’ye de birebir model olamaz. Ama hepsinin ortak dersi şudur:
– Demokratik entegrasyon, yalnızca “silahların sustuğu” bir normalleşme değildir.
– Hakikat, adalet ve yeni bir demokratik sözleşme olmadan entegrasyon, daha sonra patlayacak bir basınç odası üretir.
– Uluslararası hukuk (AİHS, BM sözleşmeleri ve bölgesel mekanizmalar) bir “dış baskı” değil; bu süreçleri insan onuru ekseninde tutan temel zemindir.
Türkiye’de “Terörsüz Türkiye’ye geçiş” başlığı altında yürüyen tartışmada da aynı çıtayı korumak gerekir. Geçiş hukuku, tek taraflı bir devlet jesti değil; karşılıklı güven ve eşit yurttaşlık zemini üzerinde kurulan bir “demokratik cumhuriyet projesi”nin parçası olmalıdır.
“Bugün dar bir geçitten geçiyoruz.”[5] “Çatışmanın koşullarını tasfiye etmek” [6] ve “barışı toplumsallaştırmak zorundayız.” [7] Bunun için de sembolik jestlerin ötesine geçen somut adımlara ihtiyaç var: Örneğin hasta mahpusların serbest bırakılması yalnızca bir merhamet meselesi değil, insan onurunun gereğidir; infazı yakılan mahpusların serbest bırakılması ise eşitlik ilkesinin zorunlu sonucudur. Eğer bu süreç gerçekten derinleşirse, toplumun her kesimi daha özgür olacak; çocuklar daha çok hak, emekçiler millî gelirden daha fazla pay alacak; barış yalnızca bir “proje” değil, gündelik hayatın örgüsü hâline gelecektir. Aksi hâlde yine bir kabuğun peşinden koştuğumuzu fark edeceğiz.
Sorun sadece Kürtlerin, göçmenlerin ya da sığınmacıların sorunu değil; esas olarak Türklerin ve Müslümanların sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Zihniyet değişimine en çok ihtiyaç duyan kesimler, tam da bu “tarihsel çoğunluk”. 1908’den bu yana şekillenen, tekçi ve kendini merkez alan zihinsel kalıplardan kurtulmamız gerekiyor. Devlet aklının kodlarını çözmek derken kastettiğim de bu: Devlet “olanı” alıp siyasallaştırıyor; biz ise “olması gerekeni” dillendiriyoruz. Eğer devlet aklıyla gerçek bir ortaklaşma zemini aranacaksa, bunu onların kavramlarıyla karşılayıp o kavramların içini demokrasi, eşitlik ve özgürlükle doldurarak kullanmak zorundayız. Yoksa kabuk bizi yine çözümsüzlüğe sürükler.
Ama asıl soru şu: Sorun sadece devlet aklı mı? Halk olarak bizim de “çuvalın içindeki kediler” sendromundan çıkmamız gerekiyor. Kanaat önderleri, aydınlar, siyasetçiler, bu toplumun her kesimi gerçekten bir çözüm ufku ortaya koymak zorunda. 12 Eylül 2010 referandumu ve darbecilerin yargılanması sürecinde yaşadığımız derin ayrışmayı hatırlayalım; benzer bir “körleşme”yi bugün de yaşıyoruz. Bunu aşmak zorundayız. Şu andaki sürece dair söyleyeceğimiz söz, dünkünü tekrar etmekle sınırlı kalmamalı. Mevlânâ’nın dediği gibi: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lâzım.” Biz de tam bugün, yeni sözümüzü, yeni barış ve demokrasi tasavvurumuzu kurmak zorundayız.
2025 İSTANBUL BİLDİRGESİ
2025 Aralık ayında İstanbul’da düzenlenen “Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı”, Türkiye’de yürüyen çatışmasızlık ve demokratik entegrasyon tartışmalarına kayda değer bir dış gözlem katkısı sundu. Beş kıtadan siyasetçi, akademisyen ve insan hakları uzmanlarının imzaladığı sonuç bildirgesi, hem çatışmanın tarihsel yükünü hem de bugün ortaya çıkan yeni fırsat penceresini uluslararası bir perspektifle değerlendirdi.
Bildirge üç temel tespiti öne çıkarıyor:
Birincisi, Türkiye’de kırk yılı aşan çatışmanın sona ermesi, ancak siyasal çözüm ve demokratik bir toplumsal sözleşme ile mümkündür. Silahların susması gerekli ama yeterli değildir; barışın toplumsallaşması için hakikat, adalet ve kapsayıcı anayasal dönüşüm şarttır.
İkincisi, uluslararası hukukta “umut hakkı” olarak formüle edilen ilke, Öcalan dâhil siyasi tutukluların hukuki statüsünün yeniden düzenlenmesini, tecrit koşullarının kaldırılmasını ve barış süreçlerinde liderlik eden aktörlerle temasın mümkün kılınmasını gerektirir. Bu vurgu, Türkiye’de yıllardır tıkanmış olan iletişim kanallarının hukuki bir çerçeveye kavuşturulması gerektiğini uluslararası düzlemde teyit etmektedir.
Üçüncüsü, bildirge, yerel demokrasinin güçlendirilmesini, kadınların barış süreçlerine aktif katılımını ve toplumun tüm kesimlerini kapsayan yeni bir demokratik toplumsal sözleşme ihtiyacını özellikle vurgulamaktadır. Güney Afrika, İrlanda, Bask ve Katalonya örnekleri üzerinden yapılan değerlendirmeler, çatışma sonrası dönüşümün merkezileşmeyle değil, çoğulcu ve katılımcı modellerle mümkün olduğunu ortaya koyuyor.
Kısacası bildirge, Türkiye’de yürüyen tartışmanın yalnızca iç dinamikler tarafından değil, uluslararası barış literatürü ve deneyimleri tarafından da aynı yönde çerçevelendiğini gösteriyor:
Barış bir jest değil; karşılıklı tanınma, eşit yurttaşlık ve demokratik yapıların inşasıyla mümkün.
Bu nedenle Türkiye’nin bugünkü geçiş süreci, “güvenlik–normalleşme” parantezine sıkıştırılamaz; aksi hâlde sürdürülebilir bir demokratik entegrasyon mümkün olmaz [8].
HABER MERKEZİ













