Lozan anlaşmasının İngilizlere Musul’u verip Kürdistan’ın asimilasyonunu onaylama anlaşması olduğunu söyledi. Aydın, Kürt meselesinin çözümüne dair yürüyen sürece ilişkin ise “Bölgenin koşulları, Kürt sorununun çözümünü zorunlu kılıyor. Dolayısıyla adım atmak zorunda olduğunun farkındadır. Henüz hangi adımı, hangi süreçte atacağı konusunda bir program oluşturmuş değiller. Şu anda iş oyalanıyor” dedi.
Osmanlı devletinin tasfiyesiyle 29 Ekim 1923’te yönetim modeli olarak ilan edilen Cumhuriyet, 1924 Anayasası’yla Türkiye’nin süregelen yüzyıllık yönetim niteliklerinin de mihenk taşı oldu. Devletin varlığını “Türk” ulusu üzerinden tanımlanan cumhuriyet; farklı dini, etnik grupları; katliam, baskı, yok etme, göçertme ve asimilasyon politikasıyla “Türkleştirme” fikrini temel aldı. Cumhuriyet yönetiminin bu hedefi, özellikle Kürtler tarafından ciddi bir dirençle karşılaştı. Kürt sorununa kaynaklık eden bu fikriyat ve uygulamalar, Kürtlerin 29 insanına beşiklik etti. İsyan ve bastırma biçimde kendini tekrar eden süreç, şimdi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Süreci’yle”, bir bastırma-isyan diyalektiğinden bir çıkış yolu sunuyor. Cumhuriyet’in 103’üncü yılı yaklaşırken, “Yanlış İliklenen Düğme – Geçmişle Gelecek Arasında Cumhuriyet” kitabının yazarı Erdoğan Aydın, “Cumhuriyet ve Kürt sorununu” dair sorularımızı yanıtladı.
Kitabınızda, Cumhuriyet’in kuruluş sürecini “yanlış iliklenen bir düğmeye” benzetiyorsunuz. Bu benzetmeyle neyi anlatmak istediniz?
Kastım, Türkiye’de mevcut demokrasi imkânlarının ortadan kaldırılması eksenli bir rejim inşasıdır. 1920-1924 yılları arasına baktığımızda, memlekette çok ciddi bir demokrasi ve çoğulculuk imkânı vardı. Kürtler, Kürt olarak ve Türklerle meşru bir eşitlik ekseninde yaşayabiliyorlardı. Aleviler, meşru bir kimlik olarak Sünni inançlı yurttaşlarla birlikte yaşayabiliyorlardı. Emekçiler, kendi sosyalist ve komünist partileri dâhil olmak üzere sendikalarıyla, 1 Mayıs’larıyla siyaset yapabiliyorlardı. Burjuva siyaset de kendi iç doğal çoğulculuğuyla birlikte varlığını sürdürebiliyordu. Fakat öncelikle sosyalistlerin tasfiyesiyle başlandı işe. Sosyalistlerin tasfiyesini ki bunların içinde ölümlü tasfiyeler, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulması dâhil olmak üzere ölümlü tasfiyeler izledi. Bunlarla neredeyse paralel düzeyde, Çerkes toplumu içinde Ethem Bey etrafında oluşmuş olan örgütlenmenin dağıtılması ve şiddet kullanılması söz konusu oldu.
Kısa bir müddet sonra, 1921 Mart’ında Koçgiri’nin Alevi ve Kürt örgütlenmesi, kendi anayasal haklarını kullanmak ve kendi yöneticilerini seçmek isteyen Koçgirililer, gerçek anlamda bir afete ve kırıma uğrayarak tasfiye edildiler. Bu örneklere eşlik etmek üzere de Meclis’te anayasal taahhütlerin birer birer çiğnenmesi süreci yaşandı. Denilebilir ki o dönemde işte bir savaş hali söz konusuydu. Oysa anayasa oluşturulduğunda da savaş hali söz konusuydu ve anayasa, bu savaşın demokrasi ekseninde, Meclis’in egemenliği ekseninde ve çoğulculuğu tanıyan bir yerden sürdürülmesinin belgesiydi. Hayat bize gösterdi ki milli mücadele içinde bile o çoğulculuk zarar değil, aksine fayda sağlıyordu. Özellikle Kürdistan’ın derinliği, savaştıracak nüfus bileşimi nedeniyle ve Kürtlerin ısrarla Türklerle birlikte olma konusundaki çabaları nedeniyle, Kürdistan, milli mücadelenin kazanılabilmesini sağlayan en temel faktör oldu. Fakat Kürtler, 1924’ten itibaren ağır bir tasfiye sürecine uğradı. Sadece milli mücadelenin değil, Lozan’ın kazanılabilmesi ve Lozan’daki İngiliz diplomasisinin geriletilebilmesi bile, Kürtlerin Ankara’daki Meclis’te Türklerle birlikte olmak ve Meclis’in Kürtlerin ve Türklerin ortak Meclis’i olduğunu savunmak konusundaki kararlılığıyla gerçekleşti.
Geçenlerde Kürt Hareketi’nin silah bıraktığı bölgede, o sırada Mahmut Berzenci İngilizlerle göğüs göğse çarpışıyordu. İngiliz Hava Kuvvetleri, Kürtlere, köylerine bomba yağdırmaktaydı. Bu da gösteriyor ki aslında milli mücadelede başarıda Kürtlerin, gerek milletvekili temsilcileri gerekse sahada İngilizlerle çarpışan temsilcileri, Milli mücadelenin kazanılmasının başlıca faktörü olacaktı. Fakat bir müddet sonra bütün bu farklılıkların tek tek inkarı, asimilasyonu ve tasfiyesi ile karşılaşılacaktı. Düğmenin bu bağlamda yanlış iliklenmesi, sadece Türkçülük, Sünni Müslümancılık ve Türkiye’nin sermayesinin çıkarları doğrultusunda iliklenmesi ne yazık ki demokrasiyi Türkiye’ye yabancı bir kavram haline getirecektir.
“Kürt sorunu” yerine bu meseleyi “Cumhuriyet’in tek tipleştirme politikalarının başarısızlığı” olarak tanımlayanlar da var? Bu aslında bir Cumhuriyet sorunu değil midir?
Nereden baktığınıza bağlı. Her iki yorum da doğru. Çünkü “Kürt sorunu”, “Alevi sorunu” derken, “sorun” kavramı burada o kelimenin yanına eklendiğinde, kelimenin kendisini negatif hâle getirmez. O kelimede toplanan Kürtlerin, Alevilerin aslında nasıl mağdur edildiklerini, sorunsallaştırıldıklarını ve haklarından yoksun bırakıldıklarını anlatır. Kürt sorunu, elbette sonuç itibarıyla Cumhuriyet rejiminin veya Türk sorununun bir tezahürüdür. Kürtler, Türkler eşitken ve Kürtler kendilerini temsil etme hakkına sahipken ortada bir sorun yoktu. Fakat ne zaman ki Kürtlerin inkarı başladı, Kürtler bir sorun hâline dönüştürüldü. O andan itibaren Cumhuriyetin de içi boş, demokrasinin de imkânları ortadan kaldırıldığı bir rejim hattına girilmiş oldu.
Kürt sorununun nedeni aslında Türkçü siyaset, Cumhuriyet’in anti-cumhuriyetçi bir yerden kurulması ve milli mücadelede “biz Kürtler ve Türkler” diye verilen sözlerin çiğnenmesidir. Dolayısıyla burada Kürtlerin sorumluluğu söz konusu değildir. Sorunu yaratan, bizzat Kürtleri inkar eden güçlerdir. Kürtlerin inkarı ile başlayan süreç, sonraki dönemde iktisadi, sosyal ve yargı sistemlerinde, ayrıca uluslararası ilişkilerde de pek çok sorunu peş peşe getirmiştir. Kürtlerin inkarı ve Kürtlerin kendi kimliklerine yabancılaştırılabilme çabası, sürekli bir asimilasyon; sürekli tarihin çarpıtılması; sürekli yalan ve efsane üretip toplumu buna inandırma şeklinde bir durum yaratmıştır. Kürtlerin inkar edildiği noktadan itibaren “Kürt’ümüz, Türk’ümüz, Alevi’miz, Sünni’miz, işçimiz, burjuvazimiz” gibi yalan hayatlar yaşadık. Türkiye’de Cumhuriyet kutlanıyor diyelim; Cumhuriyet’i kutlayanların oturup “Ya biz gerçek bir Cumhuriyet sahibi olduk mu?” diye sormaları daha faydalı olacaktır.
“Eşit ortaklıktan” inkara nasıl geçildi?
Kürtlerin o sırada bir ulusal örgütlenmeden yoksun olması, aşiret bölünmelerinin sürmesi ve Kürt sorununun çözümü ya da Kürtlerin kendi haklarına kavuşabilmesi için gereken yol ve yöntem konusunda farklılaşmaları buna karşılık, Türk siyasal hareketi bu meseleleri bir önceki dönemde çözmüştü. Milli mücadele başladığı dönemde, Türkçülük adına hareket edenler veya Türkleri temsil edenler kendi içlerinde programatik bir birliğe sahipti. Gerek bürokraside gerek orduda da hâkim pozisyonda duruyorlardı. Bu çok büyük bir avantajdı. Aynı şeyi Kürtler için söylemek mümkün değildi. Kürtler bu sırada Meclis’te 70’in üzerinde milletvekili ile temsil ediliyorlardı, ancak bunlar bir Kürt ulusal örgütlenmesine sahip değillerdi.
Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya ve Dêrsim Milletvekili Hasan Hayri, entelektüel birikime sahip, okullarda yetişmiş insanlardı ve konuşmalarının çoğu Kürt-Türk kardeşliğinin inşasına yönelik bir çaba sergiliyordular; fakat diğer Kürt milletvekilleriyle organik bağları zannedildiğinden daha zayıftı. Kürt temsiliyeti, Türklerle birlikte yol yürümek istiyordu. Türk temsiliyeti ise, deyim uygunsa, “köprüyü geçene kadar” ya da İngilizler ve Yunanlılarla sorun çözülene kadar Kürtlere olan ihtiyaçları çerçevesinde davranıyordu. Nitekim, Lozan’da anlaşma imzalanırken Kürtlerin tasfiyesi de başlamıştı.
Lozan Antlaşması sürecinde Türk ve Kürt temsilcilerinin tutumları ve İngiltere ile yapılan görüşmeler dikkate alındığında, antlaşmanın Kürtlerin tasfiyesi ve Musul meselesi üzerindeki etkileri nasıl açıklanabilir?
Lozan, İngilizlere Musul’u verip Kürdistan’ın büyük bölümünün asimile edilmesinin vizesini İngilizlerden alma anlaşmasıdır. Nitekim İngiltere ile yapılan pazarlıklar tıkandığında, Lozan Antlaşması’na ara veriliyor. Ara verilirken iki şey gerçekleştiriliyor. Bunlardan bir tanesi, Türkiye’nin kapitalist yoldan kalkınacağını İngilizlere ve dünyaya ilan etmektir. İzmir’de İktisat Kongresi toplanıyor ve kongrede, “Biz kapitalist yoldan kalkınacağız” deniliyor. Böylece İngilizler için temel kaygı çözülmüş oluyor. İkinci temel kaygı ise Musul’dur. O sırada, Misak-ı Millî diye Ankara Meclisi’nin altına imza attığı ve savunduğu bir belge vardır; bu durum bir kriz konusu oluyor. Çünkü İsmet İnönü’nün İngilizlerle, Türkiye’deki Büyük Millet Meclisi’nin iradesi hilafına bir anlaşma yaptığı; Musul’u İngilizlere verdiğine dair kaygılar ve korkular vardır. Fakat İsmet İnönü son anda bile, “Ben kesinlikle Musul’dan vazgeçmeyeceğim, Misak-ı Millî’den vazgeçmeyeceğim” diyerek tekrar Lozan’a gidiyor. Ancak gidiyor ve Meclis’ten, hükümetten gizli olarak, Mustafa Kemal ve bir kısım gerçek egemenle birlikte İngilizlerle “Al Musul senin olsun; buna karşı Kürdistan’ın büyük parçası benim, ama benim onları Türkleştirmeme sen itiraz etmeyeceksin” diyen bir anlaşma yapılıyor. İngilizler, Lozan’ı kabul etmelerinin koşulları kabul edildikten sonra, Lozan Antlaşması imzalanıyor. Lozan Antlaşması bir paylaşım anlaşmasıdır.
Ortadoğu’da sınırların cetvelle çizildiğini söylerler. Oysa Irak-Türkiye sınırı, gerçek anlamda bir cetvelle sınır çizme hikayesidir. Lozan Antlaşması, mağdur ve mazlum bir halkın emperyalizme karşı mücadelesinin zaferle sonuçlanması antlaşmasından çok, esas olarak Türk burjuvazisi ile İngiliz burjuvazisi arasında veya Türkiye’deki egemenler ile İngiltere’deki egemenler arasında Kürdistan’ın ikiye paylaşılması anlaşmasıdır. Bu temelde Cumhuriyet sonrası Türkiye ile İngiltere ilişkisi çok sıcak olmuştur. Bu durum, Türkiye’yi yönetenlerin yalnızca Türklerin çoğunlukta olduğu topraklarla yetinmediklerini, aynı zamanda Türk olmayanların yaşadığı toprakları da kendi sermayedarları açısından ve yayılma emelleri doğrultusunda ilhak ettiklerini bize çok net bir şekilde gösterir.
Lozan Antlaşması döneminde Kürtlerin taleplerinin göz ardı edilmesi ve Musul meselesinin büyük güçlerin çıkarları doğrultusunda çözülmesi ile günümüzde Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” bağlamında, tarihsel politik hatalar ile güncel demokratik çabaları sormak istiyoruz. Nasıl değerlendiriyorsunuz? Yine Kürt meselesinin çözümü bağlamında kurulan Meclis komisyonu Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki yanlışları düzeltilebilmesine cevap olacak mı sizce?
İşin başında düğüm yanlış iliklenerek başladı, ancak arkasındaki süreçlerde de aynı şekilde devam etti. AKP iktidarı da Kürt sorununu derinleştiren politikalar izledi. Türkiye’deki rejimin köklü bir değişimini gerektiren bir sorunla karşı karşıyayız. Çok kısa zamanda gerçek bir çözümü beklemek hayalcilik olacaktır. Gerçek bir çözüm iradesine sahip olmayan Meclis komisyonunun böyle bir yükü kaldırabileceğini düşünmek de hayalcilik olur. Meclis komisyonunda, aslında düne kadar Kürt karşıtı söylemin gladyatör insanları da yer almaktaydı. Bir Kürt annesinin Kürtçe kendini ifade etmesine yasak konulabilmiştir. Buna bakıldığında sorun çok ciddi, komisyon ise çok zayıf görünmektedir. Henüz AKP iktidarı, gerçekten bir çözüm yapıp yapmayacağı konusunda karar vermiş değildir. İktidarın ne yapacağı konusunda kafasını netleştirmesi gerekmektedir.
Peki devlet-iktidar ne yapıyor ya da yapmaya çalışıyor?
Bölgenin koşulları, Kürt sorununun çözümünü zorunlu kılıyor. İktidar da bunu görmüştür; eğer bu sorunu çözmezsek, Türkiye’nin geleceği ciddi anlamda risk altındadır diye düşünmüştür. Dolayısıyla adım atmak zorunda olduğunun farkındadır. Henüz hangi adımı, hangi süreçte atacağı konusunda bir program oluşturmuş değiller. Şu anda iş oyalanıyor. Kuşkusuz oyalansa da bir yıldır Kürt sorununun en azından daha özgür bir ortamda tartışılması çok iyidir. Buna çok ihtiyacımız vardı. Koşullandırmış olan Türk halkının memleketin bu en temel sorununu normal bir mesele olarak konuşmaya başlaması iyidir. Meclis’te bir komisyon kurulması her hâlükârda iyidir. Bu müzakere her hâlükârda iyidir. Kürt hareketinin barış ve demokratik toplum ekseninde kurmuş olduğu dil ve yaptığı müzakere kesinlikle doğrudur. Sorunun ciddiyeti ve derinliği dikkate alınacak olursa, bu iş bir anda çözülmeyeceğine göre bir tedavi ve yeniden onarım süreci gerekir. Dolayısıyla zamana ihtiyaç vardır. Süreç, sadece ana dili yasaklanmış olan Kürt halkının yaralarını iyileştirmekle sınırlı olmayıp, bir bütün olarak Türkiye’yi demokrasiyle tanıştırmak açısından kritik bir önemdedir. Türkiye’nin iç dinamitleri yeterli olmayacaktır. Şu anda Kürt sorununun en kritik halkası Suriye’dir. Suriye’de, belli ki bütün zikzaklara rağmen, Rojava’da Kürtlerin Araplarla, Süryanilerle, Ermenilerle ve benzeri diğer halklarla ittifak hâlinde kurduğu demokratik rejimin Şam tarafından kabul edilmesi; Şam’da ortak bir anayasanın, öncelikle Suriye’nin sorunlarını çözecektir. Suriye’de soykırıma uğrayan Arap Alevilerin ve Dürzilerin sorunu ile Kürtlerin canları ve kanlarıyla elde ettikleri statünün teslimi ve anayasaya yansıması süreci yaşanmaktadır. Bu konuda mesafe alındıkça, Türkiye’deki mevcut durumun sürdürülebilir olması imkânı daha da ortadan kalkacaktır.
Kamuoyunda, komisyon üyelerinin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmesi yönünde ciddi bir beklenti ve basınç da var. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Görüşmeli, elbette. Çözüm sürecinin en asli unsuru, çözüm yöntemleri geliştiren unsuru Öcalan’dır. Komisyon da, diğer basın yayın organları da mutlaka görüşmeli. Ama karşımızdaki sorunun sadece Öcalan’la görüşme meselesi olmadığını da gören bir genişlikte olmak lazım. Eğer diğer sorunların çözüm hattına girmesi sağlanamazsa, Öcalan’la görüşme de yeterli bir gelişme sağlamaz. Çünkü Öcalan’la görüşmeye gidecek olan insanların bir kısmı gerçek bir çözümü sindirebilmiş insanlar değil. Bu meselenin diplomatik bir adım olmaktan çıkartılması için başka adımların atılması lazım. Mutlaka hasta tutsaklar meselesinin konuşulması gerekir. Derhal, acilen, geciktirilmeden kayyumlar sorununun bir daha geri gelmemek üzere çözülmesi sağlanmalı. İktidarın temsilcilerinin, tıpkı 2013’te ve 2014’te olduğu gibi, memleketi dolaşıp Kürt sorununun çözümünün ne kadar önemli olduğunu Türk halkına anlatması lazım.
Bunlarla birlikte yürürse, Öcalan’la görüşme çok işlevsel olur. Bunlarla birlikte yürümeyecek olursa, Öcalan’la görüşme yine önemlidir, kritiktir; ama tek başına bir çözüm üretmeye yeterli olmayabilir. Karşımızdaki sorunun çok kapsamlı, karmaşık ve büyük bir sorun olduğunu ve bu mesele aleyhinde 100 yıldır adeta topluma zehir enjekte edildiğini görmek lazım. Bunun da bir görüşme ile çözülemeyeceğini görmek lazım.
Enes Beyaz / MA












