Hakların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) ve Emekçi Hareket Partisi (EHP), Emek Partisi (EMEP), Sosyalist Meclisler Federasyonu(SMF), Türkiye İşçi Partisi(TİP), Toplumsal Özgürlük Partisi’nin (TÖP) düzenlediği “Barış ve Demokrasi için Buluşuyoruz Mücadelenin Olanaklarını Konuşuyoruz” başlığı düzenlediği çalıştay ikinci gününde devam ediyor.
Makina Mühendisleri Odası’nda düzenlenen çalıştayda konuşan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar, “Yarın bu süreç tamamlandığında 2’inci 3’üncü aşama barış olacak, çözüm olacak, demokrasi olacak demiyorum. Devletten beklediğimiz kadar birlikte yol yürüdüğümüz dostlarımız, yol arkadaşlarımız, ittifak güçlerimiz herkesten bir beklentimiz var. Bu önemli çalıştayın sonuçları yakın zamanda hayata geçirilecek. Yeni dönemin adını koyarken farklı terimler kullanılıyor. ‘Süreç, çözüm süreci, barış süreci’ gibi, fakat ben ‘Kürt barışı’ tanımlamasının sürecin içeriği ve manası anlamında dar kaldığını düşünüyorum. Bu mesele sadece Kürt halkının devlet ile ilişki biçimiyle barışması meselesi değil. Bu Türkiye’nin 2’nci Yüzyılı’nın nasıl bir Türkiye olacağını belirleyecek bir hat. Bu konuda zaaflarımız var, zayıflıklarımız var. Ben 2013-15 dönemi cezaevindeydim; ama gelişmeler çok hızlı olduğu için böyle televizyon ekranlarından izliyordum. Biz 2013-15’de yakaladığımız toplumsallığı -ki onu da yetersiz buluyorduk o dönem açısından- bugün niye yakalayamadığımızı, niye bu meselenin toplumsallaşmadığını tartışmak durumundayız. En başta tartışması gereken ve sorumlu olan yer bu salondur” ifadelerini kullandı.
‘İKTİDAR İÇİN AVANTAJA DÖNÜŞÜYOR’
Süreci güven ve barış talebi noktasında anketlere bakıldığında büyük bir fark olduğunu belirten Çiğdem Kılıçgün Uçar, “Şimdi şöyle bir şey yaşıyoruz. Anketleri takip ediyorsunuzdur. Bu sürecin barışla sonuçlanmasına dönük talep yüzde 80, belki daha üstü. Ama AKP iktidarına güven yüzde 20 diye sürekli pompalanan bir bilgi var. Buna haksız diyebilir miyiz, diyemeyiz; çünkü sadece bu son ‘Çöktürme Planı’nın hayata geçirdiği zaman dilimi değil, ondan önceki dönemlerde de her birimizin hafızasında Türkiye’deki iktidarla ve AKP iktidarıyla ilgili bilgiler, olgular hepsi mevcut. Yaşadık, deneyimledik; ama şöyle bir yanılgıya götürüyorum. Bu yüzde 20’lik oran bizim toplumsallaşma ve sessizlik halimizle müzakere yürüttüğümüz, devlet aklı, iktidarın kendisi için bir avantaja dönüşüyor. Bunu değiştirmek durumundayız” diye konuştu.
‘BU DENKLEMİ DEĞİŞTİRMEK ZORUNDAYIZ’
Kaygıların anlaşılmaz olmadığını belirten Çiğdem Kılıçgün Uçar, “Çözüm olacak, demokrasi olacak demiyorum. Devletten Beklediğimiz kadar birlikte yol yürüdüğümüz dostlarımız, yol arkadaşlarımız, ittifak güçlerimiz, herkesten bir beklentimiz var. Bu meselenin toplumsallaşması konusunda beraber yürüdüklerimizdir. Ama sürekli devletten beklentiyle sınırlandırmak, devletin yapmadıkları üzerinden bu süreci anlatma çabası ya da bu sözün kendisi baştan bu meselenin nihayet bir çözümle sonuçlanamayacağının azıcık da olsa kabulü anlamına geliyor. Bu denklemi değiştirmek durumundayız. Bakın iktidarın bile sürecin adını koymakta zorlandığını biliyoruz. Birisi kuş metaforuyla değerlendirme yapıyor, diğeri ‘Bisiklet iki pedalıyla sürülüyor’ diyor. Vallahi biz de buradan diyelim. Mevlam hepimize kanat vermiş, uçamıyoruz. Bizim tarihimiz, tecrübemiz, deneyimlerimiz inanılmaz derecede yol gösterecek. Bir karışıklık olduğunu düşünmüyorum. Bu süreçte sosyalist hareketin görevi ayrı, ulusal hareketin görevi ayrı, kadın hareketin görevi ayrı gibi tanımlamaların bu süreci karşılayacak güçte olmadığını düşünenler de tam tersine bir blok mu, bir ittifak mı, bir birliktelik mi, mevcut olanı aşan bir güç birliğine, bir eylemsel güç birliğine. Bu, bizi politik tartışmadan azade tutmaz. Ama açık sözlülükle farklılıkla götürmek lazım” şeklinde konuştu.
‘SAYIN ÖCALAN’IN TÜRKİYE’Yİ DEMOKRASİYE ZORLUYOR’
Hiçbir siyasi partinin çalıştayın bugünkü tartışma başlığına değinmesini eleştiren ve bilinçli bir tercih ile sürecin konuşulduğunu belirten Çiğdem Kılıçgün Uçar, şöyle devam etti: “Bu aynı zamanda bu tartışmayı tercih etmek kadar, bu süreçte rol ve sorumluluk almayı da tercih etmek anlamına gelir ve bizi bir yere taşıması gerekiyor. Mesela, herhangi bir bileşen yapımız, ittifak güçleri, bu süreç başladığından beri yaşanılanları kendi toplumsal alanıyla tartışmış mıdır? Bir yol haritası çıkarmış mıdır? Yine bileşen partilerimiz, yol arkadaşlarımız, birçok eş başkanımızın ana dili Kurmanci ya da Dimilki’dir, ama hiçbirini konuşurken görmeyiz. Bu meselede bile niye bu konuda yalnızız? Niye kamusal alanda bileşenlerimiz de bildiği ana dilini işletmiyor? Bir alışkanlık, bir kabule dönüşmüş. Kürt demokratik siyaseti ya da Kürt Özgürlük Hareketi konuşur diğerleri konuşmaz. Yok, konuşalım, çok küçük bir şey olarak gözükür; ama çok bağlayıcıdır, çok belirleyicidir. Marx’ın bir sözü var: Bir ideolojinin, bir teorinin bir maddi güce dönüşebilmesi için kitlelerle buluşması gerekiyor. Sayın Öcalan’ın ürettiği paradigma dört parça Kürdistan’da bir maddi güce ulaştı, dönüştü. Ve o maddi güç 40 yıldır Türkiye’yi demokrasiye zorluyor. Bugün tartıştığımız, Türkiye ulus devletinin yoğunlaşan ulus devlet karakterini kazandıran şeyin ne olduğu sorusunu sorsam en azından kendi cevabım, Kürdistan politikaları olur.
KÜRDİSTAN DEMOKRASİNİN EN GÜÇLÜ SESİ OLDU
Bugün bütün Türkiye hattında tartıştığımız antidemokratik uygulamaların ilk uygulandığı yer, ilk hayata geçirildiği yerin kendisinin Kürdistan olması ve oradan Türkiyelileşmesi bir tesadüf değil. Biz bugün sadece CHP üzerinden tartışmayalım. Evet, Tayip Temel bahsetti; bu süreç ilerlerken yürütülen bütün antidemokratik politikaların devletin ve iktidarın bir karakteri olarak yansıdığını; ama Kürtlerle kurduğu ilişkinin bugün bu devlete karakteri kazandıran ana yapı olduğunu söylemek lazım. Peki, o Kürdistan’da ne oldu? 40 yıldır laboratuvar haline getirmeye çalışılan Kürdistan’da bence demokrasinin en güçlü sesi, demokrasinin en güçlü pratiği, demokrasinin en güçlü mücadelesi yürütüldü. Bileşenlerle, ittifaklarla, demokrasi güçleriyle birlikte. İşte biz bu yeni dönemi adını koyamadığımız yeni dönemi buradan tartışmak durumundayız.
KÜRT HAREKETİ İLE SOSYALİST SOL AYRIMI BIRAKILMALIDIR
40 yıldır Türkiye’ye maddi güç haline dönüşmüş olan bu yeni paradigma, 40 yıldır Türkiye’yi demokrasiyi zorluyor. Bu paradigma, sosyalist bir paradigma. Bu paradigma antikapitalist bir paradigma. Ama Kürt ulusal hareketiyle sosyalist hareket ayrımını yapıyoruz. Bence artık bu saatten sonra buna çok düşmemek gerekiyor. Eksikliğimiz ifade edilebilir. Ama mücadele hattında bile ayrımları tanımlarken bu kadar net keskin ayrımları korumak genel mücadele anlamında bize bir fayda sağlayacağını düşünmeyenlerdeniz. Rosa Luxemburg diyor ya sosyalizm ya barbarlık. Sayın Öcalan bunu daha ileriye götürüyor: Ya sosyalizm ya da yaşadığımız dünyanın sonu diye ifade ediyor. Türkiye’yi yeni dönemde bu tartışma ya da müzakerede yeni dönem masasına getiren şeyin Ortadoğu’daki jeopolitik değişiklikler olduğu doğru. Ama anlatımda şöyle bir ifade de kullanıldı. Onu düzeltmek gerekiyor en azından Kürt demokratik siyaseti adına. Kürt Özgürlük Hareketi’ni de o masaya getirten sadece jeopolitik ya da barış meselesine getirten şey sadece jeopolitik değişiklikler değildi. 93 yılından beri aranan bir barış, aranan bir muhataplık var. Bugün bir şekilde yakalanmış. Bu süreci omuzlarken Kürt hareketinin omuzuna aldığı yükler ile iktidarın omuzuna aldığı yüklerin aynı olmadığını biliyoruz.
KOMÜNÜN İÇİNİ DOLDURACAĞIZ
Masada kimin güçlendirilmesi gerekiyor? Bu sürecin sonucu Sadece Kürtlerin nezdinde gerçekleşebilecek bir barış değil. Bu ülkede özlemini duyduğumuz, sürekli ağzımıza pelesenk ettiğimiz yerel demokrasiden dediğimiz şeyin hayata geçmesi. Mesela Kürt hareketinin yeni bir tartışması var. Dün olumsuz bir ifadeyle karşılandı; ama komün meselesi bizim toplumsal, tarihsel olarak bu dünya üzerinde yaşarken sorunlarımızı çözmek adına kurduğumuz, bize ait olan devlet dışı bir organizasyon ve insanlığa ait bir şey. Bunu yeniden hayata geçirebilmenin yol yöntemi ile tartışıyoruz Sayın Öcalan’ın belirttiği komün içeriğini biz dolduracağız. Özü şudur: Bu ülkede yaşayan insanların siyasette, ekonomide, politikada, kültürde, sosyal bütün iş de özne olmasıdır. Bakın siyasi partiler devletli mekanizmalardır, dernekler, devletli mekanizmalardır. Niye böyle söylüyorum? Devletin sınırları içerisinde siz hareket edersiniz. Onun yasası belirleyicidir. Siz o karakteri bürünmemek için o mekanizma içerisinde mücadele yürütürsünüz; ama her hâlükârda o devletlidir. Komün aynı zamanda buna müdahaledir. Çünkü Komün en yerelden döner. En yerelde bütün bireyin, yurttaşın, vatandaşın ne derseniz deyin aktif siyasete katılmasının yönetim birimi dediğimiz politikanın, siyasetin, siyasi partinin aktif unsuru olmasıdır.
DAYANIŞMA VE İTTİFAK YETMİYOR SORUMLULK ALMAK GEREK
Bakın tıkanıklıklarda bütün siyasi partiler olarak rolümüz var. Yerel demokrasiyi dünya literatürü nasıl tartışıyor? Yerel yönetimin güçlendirilmesi ya da yerel demokrasi dediğimiz şeyin kendisinin adı demokratik özerklik olarak adlandırıyor. Ama devlet ve iktidar nezdinde ne ile karşılaştığımızı hep birlikte tanıklık ettik. Kuracağımız doğru literatüre bile izin vermeyen bir sistemle karşı karşıyayız. Bu sistemle aynı zamanda mücadele edilirken beraberinde müzakere edilebileceğinin de gösterilmesi gerekiyor. O zaman, bu zamandır. O zaman bu zaman ve bu zamanda en büyük neyi kurmak lazım? İttifak, dayanışma yetmiyor. Bu işin sorumluluğunu alarak, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarafında yer alarak, ülkenin demokrasisinin tarafında görev almak gerekiyor.”
MA













